Covid-19 salgınının Türkiye’ye de ulaştığı bilgisinin resmi ağızlarca da kabul edildiği 10 Mart’ın üzerinden bir ay geçti. O ilk günden itibaren, salgının anlık etkileri, hastalığın yayılmasıyla mücadele ve gelecekteki olası sonuçları üzerine alınan/alınmayan tedbirler; Türkiye’yi yönetenlerin –artık hiçbir şekilde gizleyemedikleri ve gizlemeye de pek gerek duymadıkları– açık sınıfsal pozisyonu ile belirlendi. Geride kalan 30 günün tek tek her birinde buna ilişkin çok sayıda örnekle karşılaştık. Ve diyebiliriz ki, virüs salgını konusunda iktidarın en –hatta tek– istikrarlı konumu budur. Sürecin öne çıkan aktörleri olarak içişleri, sağlık ve maliye bakanları ile diyanet işleri başkanı yaptıkları ve söyledikleriyle; haber bülteni sunucularından sosyal medya trollerine dek maaşlı iktidar yanlısı neşriyatçıların tümü bu yapılanlara sağladıkları propaganda desteğiyle; işbirlikçi sendikalar ve yöneticileri de yapmadıkları ve söylemedikleriyle bu terkibin içinde yer aldılar. Nihayetinde ortaya tarihsel bir fotoğraf, Türkiye’nin çalışan sınıflarına yönelik unutulmaz bir taarruzun görüntüsü çıktı. Çıkmaya devam ediyor.
Yukarıda sayılan tüm aktörlere rağmen, ‘kriz yönetimi’ en berrak ifadelerini Erdoğan’ın ‘ulusa sesleniş’ konuşmalarında bulan bir seyir izledi, doğal olarak. İlk vakanın ilanından günler sonra, 18 Mart’ta yapılan ilk ulusa sesleniş, salgına karşı tedbirlerin, patron temsilcilerinin bizzat mevcutlu olduğu bir salonda, başta büyük sermaye olmak üzere piramidin en üst dilimini mali ve fiziki olarak desteklemek üzerine kurulu olduğunu göstermişti. İktidarın bu ilk ‘salgın manifestosu’, salondaki bir patrona hitaben söylenen “neşen yerinde” sözleriyle geçti tarihe. Bu andan itibaren, çalışanların ücretli izin hakkı üzerine yoğunlaşan, ama başta işçi sınıfı olmak üzere toplumun genel örgütsüzlüğünün yarattığı handikapla fiili bir zorlamaya dönüşemeyen karşı talepler, sermaye sınıfının ihtiyaçları karşısında dengeleyici bir güç oluşturamadı.
Bu ilk açıklamadan bir hafta sonra gelen ikinci ‘ulusa sesleniş’, gündelik yaşamın üretkenlik ve artı değer yaratma kapasitesi gözetilerek düzenleneceğini duyurur nitelikteydi. “Özellikle yaşlılarımızın, hem kendilerinin hem de diğer insanların sağlıkları için, bu süreçte kesinlikle ve kesinlikle dışarıya çıkmadan, hayatlarını evlerinde sürdürmeleri şarttır” sözleriyle altı çizilen tutum, üretimin dışında kalanların evde tutulması, evden çalışabilecek herkesin de ev izolasyonuna dahil olmasıydı.
Bundan hemen iki gün sonra gelen üçüncü konuşma daha çok halk sınıflarına dikte edilen bir manifestoydu. Bu nutukta, başta ücretli izin olmak üzere çalışan sınıfların tüm talepleri, “Üretimin ve ihracatın devamı en önemli önceliğimizdir” sözleriyle geri itildi. Böylelikle salgın ‘stratejisi’ iyice belirgin hale geldi… Başta sanayi, maden, bazı hizmetler sektörlerinin işçileriyle, üretici köylülük tüm riskler göze alınarak çalıştırılıyor; kamuda ve özelde evden çalışabilen ofis-büro emekçileri, bir tür genelleştirilmiş esnek çalışma modelini de test edecek şekilde çalışmaya devam ediyor; hizmet sektörünün bazı unsurları, küçük esnaf, gündelik işçiler, işportacılar vs. kaderine terk ediliyor; 65 yaş üstü nüfus, öğrenciler, çocuklar gibi ‘ekonomik açıdan çok anlamlı olmayan’ kalabalığın da yer yer cebre varan uygulamalarla eve kapatılması uygun görülüyordu.
18-27 Mart arasındaki dokuz güne yayılan bu üç konuşma, büyük sonuçlar üretebilecek Covid-19 salgınına karşı alınan/alınacak olan sosyal ve ekonomik tedbirlerin açık bir sınıfsal tercih ve dayanışma ile tespit edildiğini önce deklare sonra dikte etmişti. Rejim açısından bu aşama, ileride kendi destek çevresinde (de) yol açtığı/açacağı sıkıntılar bir yana, önemli bir fiziki dirençle karşılaşmadan geçilmiş oluyordu.
Ama bu denli açık konmuş bir tercihin yol açtığı huzursuzluklara karşı da, stratejinin özünü değiştirmeyen bazı ‘yama’lar üretildi. Örneğin, küçük üretici ve esnaftan, “sıtmayı görmeden ölüme razı” olmalarını beklemenin –belli ki AKP (ve tabii MHP) örgütlerinden gelen geri bildirimlerin de etkisiyle– çok gerçekçi olmadığını anlamış olmalılar ki, kısa süre sonra bu kesimlere ‘faiziyle borçlanmak’ gibi çözümler önerdiler. Kanal İstanbul kapsamındaki bir ihalenin ‘maskeli’ halde yapılmasının yol açtığı tepkiler üzerine Ulaştırma Bakanı görevden alındı. Bir milletvekili çocuğunun sosyal medya üzerinden test kiti satması, adı iktidarla özdeşleşmiş bir işadamının neredeyse ‘test kiti sofrası’ kurup cumhurbaşkanlığı forsu taşıyan yüzüğüyle orada endam etmesi, Cuma namazları yasaklanmışken Saray camiinde ‘seçkin katılımcılarla’ özel Cuma kalınması gibi ‘aksilik’ler, öfkeli manipülasyon dalgalarıyla örtbas edilemedilerse olabildiğince Erdoğan’ın uzağında konumlandırıldı.
30 Mart’taki dördüncü ulusa sesleniş nutkundan itibarense bu sınıfsal stratejinin, bilindik siyasi kutuplaşmanın araç ve söylemleri kullanılarak perdelenmesi, süreç siyasallaştırılarak özün gizlenmesi aşamasına geçildi. Salgınla mücadele hamlelerinin kendilerine doğrudan bir siyasal fayda sağlamayacağı o denli açıktı ki; hakikatleri, sağ siyasetin ‘ata yadigârı’ prizmasında kırarak, ikincil, ideolojik ve çarpık tartışma zeminleri yaratma yoluna gittiler. 30 Mart’taki o konuşmada duyurulan “Milli Dayanışma Kampanyası”; hem kamuya ait olanakların sermaye sınıfına seferber edilmesini perçinleyen ve halka ‘kendi masraflarını karşılama’ uyarısı içeren bir ekonomik politika hem de muhalefet belediyelerinin dayanışma kampanyalarını “devlet benim” söylemiyle tıkayan bir siyasal taktik olarak bu yönelimin en güçlü örneklerinden biri oldu.
Buna eşlik eden bir başka şeyse, kriz yönetimine karşı sağlık çalışanı, kamyon şoförü, inşaat işçisi, gazeteci gibi her kesimden gelen itiraz ve eleştirileri zor yoluyla bastırma çabası oldu. Hükümet politikalarına ilişkin mizahi içerikli mesajlara dahi ‘terör propagandası’ muamelesi yapıldı. HDP belediyelerine kayyum yoluyla el konmaya, seçilmişlerin tutuklanmasına devam edildi. Ceyhan’da işareti verildiği gibi CHP’li belediyelere de türlü yollarla el konabileceği gösterildi… İçişleri Bakanı her fırsatta ekranlarda görünerek, bir yandan muhalefeti sert bir dille suçlayıp, bir yandan da tek tek her tweet’e bile ne kadar hâkim olduklarını söyleyerek gözdağı verdi. Haber sunucusu Fatih Portakal hakkında hem bizzat Erdoğan, hem de BDDK suç duyurusunda bulundu vs...
İktidar, sosyal ve ekonomik tedbirler konusundaki sınıf tutumuyla bu baskıcı siyasal tutumu birleştiren bir zorunlu melez politikayla, krizi cebren fırsata çevirmeye çalışıyor. Ama bunun olanaklarını sınırlayan da yine bu melez politikanın zorunlu sonuçları oluyor. “İşten çıkarma yasağı” ilan ediyor örneğin; ama istihdam verisini kötüleştirmemek ve işvereni rahatlatmak için atılan bu adımın arkasında yaygın bir ‘ücretsiz izin’ uygulamasına geçiş vizesi olduğu hemen anlaşılıyor. Ücretsiz izne çıkarılan işçilere vaat edilen günlük 39 lira 24 kuruşla, zaten hiçbir yaraya merhem olmayan yasal asgari ücret de fiilen ortadan kalkıyor; ne zaman geçeceği belirsiz bu ‘olağanüstü koşullar’ süresince günlük 39 liraya indirilmiş oluyor. Şimdi belki de yüzbinlerce aileyi, bu 39 lira 24 kuruşlarla hayatta kalmaya çalışacakları uzun ve zorlu aylar bekliyor. Çalışmaya devam etmek zorunda bırakılan sanayi işçileri kendilerinin ve ailelerinin sağılığı için endişeli. Tarımın ve tarımsal emeğin yakın geleceği belirsiz. Kamu çalışanlarının maaşından ‘zorunlu bağış’ kesintileri yapılıyor. Faizle borçlanması istenen küçük esnaf ve üreticiler normalleşmenin ne zaman başlayacağının bile bilinmediği bir ortamda önünü göremiyor.
‘Tekalifi Milliye’ gibi tarihsel çağrışımlara ihtiyaç duyulmasının bir nedeni de bu karanlık tablonun bir iktidar meselesi değil, bir ‘ulusal beka’ meselesi gibi algılanmasının istenmesi elbette. Cumhur ittifakının 31 Mart ve 23 Haziran’da yaşadığı seçim hezimetinden sonra neredeyse hiçbir varlık gösteremeyen, o tablonun bir yılda alelade bir seçim tablosuna dönüşmesine göz yuman, yardım eden, her ‘milli birlik’ zokasını yutan ‘muhalefet ittifakı’ da; iktidarın bu krizi fırsata çevirme iştahını en çok kabartan faktörlerden biri olmalı. Ancak giderek daha karmaşık bir krize dönüşen salgın ve ona karşı uygulanan politikalar, sosyal sınıflar üzerinde öyle eşitsiz sonuçlara yol açıyor ki; zaten bir süredir ölçülür hale gelmiş olan değişim ihtiyacının basıncını da güçlendiriyor muhtemelen. Bu sıkışmanın salt baskı ve oldubittilerle bir fırsata dönüşmediğinin pek çok örneği var tarihimizde. Belki en yakındaki de AKP ve Erdoğan’ın önünü açan, 1999 depremi ile 2001 krizi arasındaki döngüdür… Unutulmamalı ki o döngü, İktidarıyla muhalefetiyle ‘merkez siyaseti’ süpüren bir etki yaratmıştı.