Gündelik cinayetler, kuzuların sessizliği ve seyretmenin zalimliği
Hayatta en beceremediğim rollerden biri, seyirci kalmak oldu hep. Günlük yaşamın küçük cehennem sekanslarında hep rengimi belli etmeye, “ezilen”in yanında olmaya, gördüğümü mümkün olduğunca söylemeye çalıştım. Ne kadar faydası oldu, bilmiyorum. Bunun kaybettirebileceği bir şeyi hayatımda zaten istemediğimi biliyorum sadece.
Çoğu iş yemeğinden daha sıkıcı olmayan bir iş yemeğiydi başlangıçta. Sadece hava çok sıcaktı, işveren şaşılacak derecede cahil bir adamdı, yanındaki asistanı ise aynı esnada kesin sevgilisiydi. Kızın beni gördüğü anda eşitsiz ve “yasak” her ilişkide görünürdeki zayıf halkanın refleksi olan güvensizlikle olası rakip bir karşı cins olarak süzmesinden anlamıştım bunu. Görüşme boyunca da kendini tehdit altında hissetmemesi için bir miktar çaba sarf etmiştim. Ben işimde gücümdeydim. Fakat bu işler o kadar da kolay ve acısız olmuyordu. Adam durumu idare ettiğimi, gücüyle çeşitli ortamlarda rahatlıkla kuruverdiği iktidarın artık neyime güveniyorsam bana pek işlemediğini hissetmiş gibiydi. İşimi beğeniyorsa da bana ufaktan bir gıcık olmaya başlamıştı bu yüzden. Kendini bir şey zanneden çok okumuş kadınlardan biriydim onun gözünde. Asistanıysa nasıl adamın ağzının içine bakıyordu, ha şöyle, canım benim. Bu entel dantel kadınlar vampir gibi adamın ruhunu emerdi zaten, Allah kurtarıyordu onun gibi sevgili kullarını bunlardan!
Bana göre, bitse de gitseydik keşke. Ama adam ve kız, ben tevazu elini arttırdıkça ironik biçimde artan bir kendini gösterme döngüsüne girmişlerdi. Kız cümle içinde o sabah duyduğu havalı kelimeleri kullanmaya çalışıyordu. Adam kız üzerindeki mutlak etkisini, yanında gezdirdiği bir güzelin onu parmağında oynatamayacağını, heheyt kaçın kurrası olduğunu göstermek için kızı yarı şaka yarı ciddi ezdikçe eziyordu. Kız da etkimin olduğunu düşündüğü bu ezilmeden dolayı ezene değil aksi gibi bana bileniyordu. Olay giderek çığırından çıkıyordu. Adam bir ara kızın çekingen bir biçimde ifade ettiği bir fikre “sen o minik kafanı bunlarla yorma güzelim, notunu al otur” muamelesi yapınca “bence gayet güzel bir fikir” diye rengimi belli ederek lavaboya gittim.
Bir iki dakika geçti geçmedi, kız da yanıma geldi. Klasik yan yana ruj sürme sahnemiz eksikti bir de, eyvah. Parfümümü sordu, söyledim. Çıkmadan dayanamadım. “Daha iyisini yapabilirsin, biliyosun değil mi? Sana böyle davranmasına izin vermen gerekmiyor. Seni pek tanımıyorum ama akıllı birine benziyorsun,” dedim. Kız neredeyse duraksamadı, benden böyle bir şey bekliyor gibiydi. “Sağ ol şekerim,” dedi, “aynen… Sen de daha iyisini yapabilirsin.”
Hayatta karşılaştığım ilk plot twist (sağ gösterip sol vurma) değildi bu, gülümsedim. Neticede ona göre o an aynı gemideydik. Ben beynimi ve birikimimi hak etmeyen bir işverenin hizmetine sunuyordum, o ise doğrudan kendini. Sonuçta ikimiz de o içerdekini bir şekilde idare etmek zorundaydık, değil mi? Almış mıydım ağzımın payını? Almıştım ama yine olsa yine yapardım.
Hayatta en beceremediğim rollerden biri, seyirci kalmak oldu hep. Günlük yaşamın küçük cehennem sekanslarında hep rengimi belli etmeye, “ezilen”in yanında olmaya, gördüğümü mümkün olduğunca söylemeye çalıştım. Ne kadar faydası oldu, bilmiyorum. Bunun kaybettirebileceği bir şeyi hayatımda zaten istemediğimi biliyorum sadece. Bu gibi durumlarda yanında olmaya çalıştığınız kişiler de genelde bundan pek memnun olmazlar. Çünkü bu gibi ilişkilenmelerin kısmen rıza da içeren karmaşık bir dinamiği vardır ve dıştan bir müdahale niyet hiç o olmasa da kendini karşındakinden üstün gördüğün biçiminde yorumlanır. “Halk”la “aydın” arasındaki netameli ilişkiden kavga eden karı kocanın arasına girmeye her şeye uyarlayabilirsin bunu. Yine de derdin sırf hoşa gitmek değil elinden geldiğince, becerebildiğince doğru bildiğini yapmak olmalıdır, değil mi? Gece yastığa koyduğun başın huzuru meselesi…
Bu anlattığım hayata karşı, pek de konforlu olmayan bir tutumun küçücük bir olaydaki yansıması sadece. Çok daha fazlasını hep, yapanlar var. Bütün hayatlarını hiç tanımadıkları ve bu çabalarına muhtemelen değer de vermeyecek başka insanların daha insanca yaşamasına adayanlar var. Sonuçları ne olursa olsun sözünü esirgemeyen, düşünceden hiç kısmayan, herkesin sustuğu yerde konuşanlar, yazanlar var. Yaşadığımız dünyanın halen zor da olsa yaşanabilir bir yer olmasını temelde buna borçluyuz. Ölçek büyük olmayabilir, hayat ak ve karadan ibaret değil çünkü, kocaman bir gri alanlar bileşkesi. Hepimiz durduğumuz yerden “dünya barışı”na ufak tefek katkılarda bulunabiliriz, elimizden tutan yok.
BiTiyatro’nun benzersiz oyunu Etna: Bedendeki Kuyu, en genel haliyle bunun hikâyesini anlatıyor. Seyirci kalarak rahatını bozmamanın su içmekten kolay olduğu bir dünyada, seyirci kalmamayı tercih etmiş bir kadının hikâyesini. Kurban değil “fail” olmayı seçmiş bir kadının hayatın zorbalığıyla başa çıkmak için bulduğu çok yaratıcı, yürek söken yöntemi, oyunun yönetmeni de olan Christine Sohn’un katmanlı, incelikli metni ve Laçin Ceylan’ın olağanüstü oyunuyla izliyorsunuz. Yaratıcı bir sahne ve ışık tasarımı, oyundaki kısa ama etkileyici rolüyle Nihat İleri de cabası.
Çok az oyunun yapabildiği bir şeyi yapıyor Etna. Çok yoğun, sürükleyici, neredeyse soluksuz bir izleme deneyimini takiben bitmeyen, sizinle kalan bir hikâyeyi damarlarınıza zerk ediyor. Oyun bitince kafanızda onlarca soru ve zalim dünyanın harcına bir şeyler katma isteğiyle kalıyorsunuz.
“Kadının kurban değil fail olduğu oyun” cümlesiyle yola çıkıyor Etna. Bu cümlenin hem hayata hem kurmaca metinlere işaret eden yanı var. Kurmacada kadın karakterlerin yeterince çeşitlilik içermemesi, kadına genellikle kurban rolü biçilmesi gibi zaman zaman dile getirilen bir sorun var. Televizyon dizilerinde net biçimde gözleyebildiğimiz bir sorun bu ama sinema filmleri, tiyatro oyunları hatta romanlarda da durum tamamen farklı sayılmaz.
Mart’ta FX’te yayına başlayan, ünlüler arasındaki bitmek bilmez husumet hikâyelerini anlatan Feud adlı dizinin ilk sezonu, Joan Crawford’la (Jessica Lange) Bette Davis (Susan Sarandon) arasındaki müthiş çekişme üzerine. İlk bölümde parlak yıllarını geride bırakmış, önüne gelen senaryolarda dişine uygun bir kadın karakterle karşılaşmayan Joan Crawford, “Kadınlar için yazılmış her şey hepi topu üç kategoriye ayrılıyor gibi görünüyor. ‘İyi kız’lar, anneler ya da gudubetler/cadılar hakkında…” diyor. O günlerden bugünlere öyle çok büyük bir değişiklik de yok maalesef. Kategoriler hala sınırlı.
Yaygın/cazip kadınlık anlatısında kadına biçilen rol sıklıkla bir nevi kurban konumu. Kurbanlığın zıt kutbunda yer alan güçlü kadın ise çoğunlukla “kötü kadın”ı kapsayan bir kategori. Kurban ya da kötü kadın olmayan güçlü kadın kahramanlar ya annelikle kutsanarak ya da büyük haksızlıkların çemberinden geçerek çizilip serimleniyor. Böylelikle izleyicinin karakterle özdeşleşmesi, onu kendini beğenmiş bulmadan sahiplenmesi sağlanıyor.
Etna’nın Sophie’si kurban olmayı reddeden, acı çekenlerin ve kurbanların tarafını tutan, bir başına bir kadın. Tek kişilik dünyasına dünyanın acısını sığdırıyor, mazlumun velayetini üstleniyor. Tek kişilik bir mahkeme gibi, tanıklık ettiği yürek tüketici olayları tekrar tekrar canlandırıyor, suçluyu cezalandırıyor. Ukala bir yargıç konumunda değil, sözü herkese vererek, her karakterin içinden konuşarak, ruhunu, bedenini parçalayarak yapıyor bunu. Minyon, tatlış bir kadın Sophie ama kendi yarattığı gölgeler dünyasında devleşiyor. “Sıradan” biriyse de dünyaya itiraz ettiği konum ve dünyayla başa çıkma yöntemi onu eşsiz bir sanatçı haline getiriyor. Hayatta ve kurmacada tekdüzelikle hizada tutulmaya çalışılan kadının içindeki yaratıcı gücün, canlılığın temsilcisi aynı zamanda Sophie. Onun karakterinde tanıdığınız her kadını görebilirsiniz. Dört duvar içinde ailevi sorumluluklarla sınırlandırılmış bir hayatı dantel örtülerden, sardunyalardan, pastalardan fışkıran bir yaratıcılıkla rengarenk hale getiren kadınları…İstediği mesleği seçememiş, bunun yerine hayatı bir oyun alanı haline getirerek yaratıcılığını konuşturan kadınları… Hayat aksini ne denli konforlu kılsa da kurban olmayı reddeden, şiddete, zorbalığa, günlük hayatın öğütücülüğüne, yalnızlığa, yabancılaşmaya karşı koyan tüm kadınları… Bu yıl son olarak 27 Nisan’da BiTiyatro/BiSahne’de sahnelenecek oyunu imkanınız varsa kaçırmayın. Emin olun, bildiğiniz hikâyelere hiç benzemiyor!
Hayat bizi genellikle bildik bir hikâyenin içine verili rollerle sığıştırmaya çalışır. Rolümüze itiraz etmek her zaman az ya da çok, elimizdedir. Kendi konfor alanımızdan ufacık feragatlerle bile küçük, gündelik cinayetlerin bir nebze önüne geçebiliriz. Kendi önceliklerimizden oluşan upuzun listeye başka insanlar için de bir çentik olsun atabiliriz. Seyirci kalmayabiliriz. Hiçbir durumda, ısrarla taraf olmayan, doğrudan hakim tarafın tarafındadır. Susan, konuşur. Etna’da dendiği gibi, “seyirci kalan, kalbinin en derin noktalarına kadar zalimdir.”