“Veba Geceleri”ni okuyorum. Bir kilometrelik ilk cümleden (ben sevdim cümleyi, bir tek virgülü eksik) sonra akıp gidiyor. Zaten yaygın biçimde iddia edilenin aksine dile, anlatıma ya da olay örgüsüne dair sorunlar nedeniyle ıkına sıkına okuduğum Orhan Pamuk romanı pek yoktur. Orhan Pamuk etrafında pek çok tartışma yürütülebilir ama bence tartışmasız biçimde iyi bir romancıdır. Bizde en az konuşulan şey romancılığı aslında. O da bu vasat cenneti ülkede sıklıkla “aslında vasat, eh ancak vasat üstü denebilir, Batı’nın taleplerine hitap ettiği için Nobel aldı,” gibi cepten cümlelerle konuşuluyor. Malum fotoğraftan çok öncesine dayanan, üzerine tezler yazılabilecek dehşetli bir Orhan Pamuk nefreti var ülkede. Dünya koca yazarı anlamadan seviyor, herkesleri kandırıyor da bir bizi kandıramıyor!
Bu obur, kapsayıcı nefretin meyve verdikçe taşlanan ağaçtan, öz yazıklanma geleneğiyle narsisizm arasında salınan “bizden çıkmaz/ bizden olmaz” inancına yığınla apolitik, politik, endemik nedeni var. Orhan Pamuk söz konusu olunca akıllara bir durgunluk geliyor. Mesela geçen haftalarda verdiği bir röportajdan cümleler, “bu kitabımdan çok güzel dizi olur, görüşmelere açığım,” biçiminde başlıklanmış. Röportaj içeriği de okunmadan başladı hemen “Vay PR’cı, vay Anadolu kurnazı, para lazım oldu da yapımcılara göz kırpıyor herhalde” gibi ipe sapa gelmez değerlendirmeler. Yahu Nobel sahibi yazar, pek çok kitabı hele şu dijital dönemde her platformda şahane mini dizi ya da film olabilecek malzemeye sahip. Tutma ihtimali olan malzemeyi denizin dibinde olsa çekip bulan yapımcılarla görüşmeye dair herhangi bir güçlük çekme ihtimali mi var ki röportajla falan göz kırpması, güvercin yollaması gereksin. Uyarlamalara sıcak bakmadığı öteden beri bilinir, soru üzerine “düşünürüm tabii, çok da güzel olur ama çok müdahale ederim, zor olur,” gibi bir şeyler söylemiş. Ki dünyada dizi uyarlamalarına sıcak bakmayan büyük yönetmen, yazar kalmadı gibi bir şey. Yani uyarlama meselesine gerçekten sıcak baktığını söylemesi ayıp falan değil bu durumundan çok daha anlaşılır olurdu ama kasıt o da değilken olayın geldiği şu noktaya bak.
Son olarak da “Veba Geceleri”nde küçükken karga kovaladığı belirtilen bir karakter üzerinden “Atatürk’le dalga geçiyor” yaygarası başladı. Acaba yazar ne yapmakta, nereye varmak istemekte, kendisine zaten temkinli yaklaşan yerli okuru hepten yitirmeye mi çalışmakta? Nobelli yazarımız asla tatmin olmayan, kaşıkla verdiği sevgiyi karşı tarafın en ufak hatasında kepçeyle geri almaya teşne cimri sevgili tipine hesap verir gibi ülke okuruna karşı her adımını hesaplayarak atmak zorunda ya tabii…
Bu Atatürk’le alay etme iddiası üzerine Ahmet Hakan yazmış, romanı okudu mu bilmiyorum, pek ciddiye alamadım, romanı bitirince bu konuya dair fikrimi de yazarım belki. Bu saatten sonra bunca bol keseden hınca, hasete karşı tavrım çok belli ama bir romana dair fikrim o romana dair fikrimdir, gözümü kulağımı kapatıp eserle olağan ilişkime devam edeyim önce.
Bu Orhan Pamuk hıncı üzerine bininci kez düşünürken, sosyal medya gündemine bakayım dedim, gözüme “tecavüz” ve “12 Nisan” ilişti. Bir grup küçük beyinli 12 Nisan’ı tecavüz günü ilan etmiş, atılan iğrenç tecavüz “şaka”lı, kısmen de karşıt ya da ilgisiz tweetlerle tecavüz günü TT olmuş. Mide dayandırılması çok güç cinnet ülkemde sıradan bir gün. Bunu yapanlar nereden cesaret buluyor peki dersiniz? Gecenin bir yarısı feshedilen İstanbul Sözleşmesi’nden, şiddet gören kadınlara avukat desteğinin reddedilmesinden, kadına, LGBTİ+’ya karşı nefreti her gün körükleyen eril siyaset dilinden… “Tecavüz şakası”na dair her türlü destek popüler kültürümüzde de mevcut. Sosyal medyada dönen üç videodan birinin tecavüz şakası içermesinden, buram buram testosteron kokan erkekler kulübü komedilerimizin ana malzemelerinden birinin tecavüz şakası olmasına dek… Tecavüz konusunda ortalama insanımız bunca zamandır “senin anana bacına yapılsa…” türü düz kontak empatiden ötesine gidemedi. Namusu kadın bedeni üzerinden tanımlayan, kadını, çocuğu erkeğin malı, LGBTİ+’yı şeytan, erkeklik organını suç aleti, cinselliği bir erk alanı olarak kuran bu kazı kazı bitmez zihniyetin bir gün sonu gelecek elbet. O gün gelene kadar her gün elimizden gelen her yöntemle buna karşı mücadele edeceğiz.
Dün tüm bunlardan önce İstanbul Motosikletli Kuryeler Derneği’nin yaptığı basın açıklaması kalbimi sıkıştırmıştı. Yazıyı yazarken her şeyin ucu az çok benzer bir insanî noktadan birbirine bağlandı. Son zamanlarda artan motokurye ölümleri ve yaşadıkları zorluklara dair açıklamada, “lütfen siparişiniz biraz geciktiğinde hesap sorulacak korkusuyla yaşatmayın bizi” demişler. Yollarda yaşadıkları zorlukların, ölümlerin yanı sıra pandeminin başından beri gece yarısına kadar evlere teslimat yaparak yoğun risk altında bulunan bu grup bir de siparişi on dakika geciken müşterinin çemkirmesine maruz kalıyor.
Başka bir şeyle karşılaştırılması abes tecavüz meselesinde de, bunca iç yakıcı olduğu halde bir türlü çözülemeyen her meselede de derin bir empati sorunu var dipte. Dört tarafı acılarla çevrili ülkemiz insanı, başkalarının acı ve sıkıntılarına çoğunlukla o kadar duyarsız ki. Gücü yeten yetene. Toplumsal konularda duyarlılık ön sırasını kimselere kaptırmayan kesim bile hizmet sektörü çalışanlarına sıklıkla o kadar kötü davranıyor ki mesela. İşte bu ikiyüzlülük kurutuyor bizi. Açıklamada bir bölüm özellikle üzdü beni, olduğu gibi aktarıyorum: “Yaptığımız işe saygı duyuyor, hakkımızda söylenenleri ise görmezden geliyoruz. Hepimiz sizler gibi bir annenin oğlu, kızıyız. Gösterdiğimiz çaba ve gayretin sonunda hak ettiğimizi almak istiyoruz. Küfür değil teşekkür bekliyoruz.”
Hayat giderek kolaylaşmayacak, gelmekte ayak direyen baharın da gösterdiği gibi, giderek daha zor günler bekliyor büyük çoğunluğumuzu. Ses veremeyenin sesi olmak, hayatın hıncını gücümüzün yettiğinden çıkarmamak, tüm boğucu, yıpratıcı koşullara inat, başkalarının acılarını görmek hem insanî hem de “politik” bir sorumluluk. Umutlu olmanın da belki tek inandırıcı yolu…