AKP deyince kafamızda daha çok otoriter ya da faşizan bir yapı canlanıyor. Mevcut durum analizlerimizi genel olarak siyasal, toplumsal ve ekonomik terminolojiler eşliğinde şekillendiriyoruz: Demokrasinin her konuda alaşağı edilmesi, adaletsizlik, toplumsal kutuplaşma, ekonomik kriz, işsizlik, neo-liberalizm… Ne desek az, hepsi ziyadesiyle doğru. Ancak bu alanlarda makro düzlemde konuşurken, diğer yanda tarumar olan gündelik yaşam pratiklerimizi de es geçiyor gibiyiz. Oysa gündelik hayatın sosyolojisi, üzerinde çok sayıda çalışma yapılmış bir alan. Sokağa çıkarken, nefes alırken, eğlenirken, yemek yerken, okula giderken, televizyon izlerken, internette gezinirken her alanda alt-üst oluşun adıdır AKP. Mevcut iktidarın 20. yılına az bir zaman kala, gündelik yaşam pratiklerine ilişkin nasıl bir tahribat yarattığını, çok basit örnekler eşliğinde dile getirmeye çalışacağım. Nostalji tuzağına, “eskiden her şey çok güzeldi” yanılgısına düşmemeye ve yazıyı bitirdiğiniz zaman sizleri “içim karardı yeminle” dedirtmemeye çalışarak… “Ee nerden çıktı bu yazı şimdi” konusuna da açıklık getireyim. Geçen gün bir milli piyangocu yanıma yaklaştı, “abi sana da çıkabilir, yılbaşı özel çekilişi” deyince, her yıl rastlarsam mutlaka bir tane çektiğim yılbaşı biletini, malum nedenlerle almamaya karar vermemdir beni bu yazıya iten. Öyle ya, yılbaşında milli piyango almak orta sınıftan bir vatandaşın hayatında en az bir kere de olsa yapmış olduğu bir ritüeldi. En nihayetinde zararsız, gayet irrasyonel de olsa, yılbaşlarında genelde piyango alınırdı.
Michel de Certeau’ya göre birey ve toplumlar gündelik yaşamlarını sürdürürken baskıcı güç odaklarına, otoriteye karşı zayıftır ama ayakta kalmak, direnmek için türlü “taktikler” geliştirir. Erkin hegemonyasına karşı yaratıcı uygulama biçimleri doğal süreçte ortaya çıkar. Kasvetli ve korkunç travmalarımızın olduğu 80-90’lı yıllarda bizim de insana küçük sevinçler veren, mutsuz da olsak soluklanmamızı sağlayan alışkanlıklarımız vardı ve mevcut iktidar bunların neredeyse tamamını hayatımızdan çaldı. Yaşarken belki fark etmediğimiz saçma sapan da olsa soluk aldıran bu küçük ritüelleri kanıksatarak, içselleştirerek yok ettiler. Yavaş yavaş, çaktırmadan, sessiz ve derinden…
Akşam eğlencesi televizyondur orta sınıfın, her zaman da önemli bir propaganda aygıtıdır, buna kimsenin itirazı yok. Lakin akşamları her şeyi bilen “her bokologlar” var artık. Mehmet Ali Birand’ın “32. Gün”lerinden, Siyaset Meydanları’ndan eser yok şimdi, ızdırap içinde yorgunuz, platformlar olmasa düşeriz şimdi…. Yılbaşı programları son derece yavan ve sırf yapmış olmak için hazırlanıyor, Huysuz Virjin’e rahmet okuyanlar yılbaşını çok gördüler bize. Yahuu herkesin koca bir oyun olduğunu zaten bildiği ama yılda bir de olsa çekirdekler eşliğinde izlediğimiz, sonundaki puan seremonisinde “Bulgaristan bize vermez, abiii” diyerek tahmin oyunları oynadığımız Eurovision heyecanımızı çaldılar... Filmlerde sigaraların, rakıların ya da şarapların üzerinde buzlanma var artık, elbette bu buz rakının içine koyduğumuz buz değil. Devletimiz, bizim ne yiyip ne içeceğimizin en iyisini biliyor, basıyor vergiyi, içmeyelim, Yeşilaycı olalım istiyor. Böyle olunca kimsenin zamanında aklına gelmediği şeyler gerçekleşiyor ve kaçak rakılar, biralar hatta viskiler evlerde imal ediliyor. Salgın döneminde, hafta sonu için getirilen içki yasağı ise, iğdiş edilmiş gündelik yaşam pratiklerimizin kreşendosu olsa gerek.
Orta yaşlılar ve yaşı ileri olanlar bilir, aile planlanması resmi devlet politikasıydı, kürtaj serbestti, en azından yaptıranlar fişlenmezdi, şimdilerde devlet yatak odamızın tam ortasında. Vapurdan inen kadınların nasıl giyinmesi gerektiğine karışma cüretini 18 yıl içinde görmedik mi? Ne içeceğimizden ne giyeceğimize kadar her alanda sokağa müdahil bir devlet var karşımızda.
Yazarken bile sinirleniyor insan, sabahları aydınlık ışıkta işe gitmemizi çaldılar yaa, ötesi var mı? Mazhar Alanson’u otorite önünde titreyen bir figür haline getirdiler, ortak hafızamızın temel figürleri Ajda, Gencebay gibi isimlerin güce tapma zaaflarından yararlandılar, elimizden aldılar. Salt konser vermek istedikleri için, kasetlerinden koleksiyonlar yaptığımız Grup Yorum üyelerini öldürdüler…
Nostalji tuzağına düşmeme sözüyle başladığım yazı, kesif kesif naftalin kokar halde devam etti. Özetle devlet; bütün aygıtlarıyla, gündelik hayatımıza müdahil olurken, bio-iktidar mekanizmalarını nakış işler gibi örerek, her anımıza hegemonya kurdu. Makro mücadele içinde mikro dertlerimize sıra gelmedi hiç. “Milli piyango bileti almasan ne olur ki, alkol zararlı zaten, ama Beyoğlu bozulmuştu” diye diye yediler bizi.
Yazı karamsar gelişmiş olsa da şimdi tam da yepyeni direnme modelleri bulma zamanı. Belki çok naifçe ve sevgi pıtırcığı kıvamında gelebilir ama silkinebilmek için küçük ya da büyük sevinçler bulmalıyız. İçimizi daraltan, sağduyulu insanları karamsarlığa iten; yolsuzluklarla, hırsızlıklarla, her türlü anti-demokratik uygulamalarla, zulümle mücadele ederken, Michel de Certeau’nun sıradan bireyin yaratıcı “taktik”lerinden bahsettiği gibi inadına mikro mutluluklar yaratmalıyız. Sıradan bireyler olarak gündelik yaşamımızda farkında olmadan iktidar tarafından sayısız biçimde yaratılan düzenlemeler bütününe karşı, bizden çalınan küçük yaşam pratiklerimizi yeniden inşa etmeliyiz. Evet yılbaşı bileti almadım ama evde 3 kişi de olsak, tombala oynayarak eylemlerime başlıyorum. Çünkü daha fazla gündelik yaşam pratiklerimize müdahale edilmesine izin veremeyiz. Tıpkı, Timur Selçuk’un Eurovision şarkı yarışmasındaki son derece kiç parçasında dediği gibi: “Bana bana bana bunu bana bana yapamazsın ay ay ayyy, yapamazsın ay ayyyy”