Ayşegül Dora’nın uzun yolculuklarının üzerinden uzun zaman geçti. Doğuyu, batıyı, kuzeyi ve güneyi ezberledi. Her seferinde evi bildiği İstanbul’a döndü. Ordu’nun çokkültürlü yapısı, Ermeni ve Rum mahallerinde yaşanan komşuluklar derin bir sessizliğe hapsoldu. Köy Enstitüleri kapanalı yıllar oldu. Dağların dorukları bile, bir yücelik iddiası taşımıyor artık. Boğaz semtlerinin, örneğin bir Emirgan’ın dinginlik iddiası taşımadığı gibi.
Ayşegül Dora’yı, yaşadıkları kadar yaşamadıklarıyla da yazmak isterdim. Böylesine yoğun bir hayat, bir "muhasebe"yi de gerektirirdi şüphesiz. Bu uzun yolculukta neler yitmiş, neler kalmış… Örneğin aynadaki yüzü hep tanıdık mıymış? Kendi yüzünü unuttuğu da olmuş mu? Ona sorarsanız, bir anda olup bitmiş her şey. Bir gün Boğaziçi’nde büyük bir tekne görmüş. Sonra o tekneyle birlikte yepyeni iklimlere açılmış. Yeni bir zaman başlamış. Yalnız denizleri değil, çölleri ve dağları da görmüş. Çardak altını ve derin kuyuyu da tanımış. Monaco Prensesi Grace Kelly'den, Şahbanu Farah Diba’ya; Sovyetler Birliği Başbakanı Aleksi Kosigin'den, Filistin Lideri Yaser Arafat’a uzanan bir çevreyle dostluklar kurmuş. Yarım asırlık gazetecilik hayatına yüzlerce haber, röportaj, yazı dizisi sığdırmış.
ESKİ DÜNYADAN: ÇOCUKLUK
Öyle sanıyorum ki yolun bu kadar uzun olacağını kendisi de bilemezdi. Manifatura dükkanlı, öğretmen okullu, kutsal ekmekli bir kentte saatler kaçta çalardı? Yarı açık kapılar hangi eşiklere açılırdı? Hiçbirini unutmamış: "Anne tarafından Orduluyum, Taşbaşı Mahallesi’nden. Bu mahalle, Boztepe’nin sisli eteklerinden sahile uzanır. Eski Rum ve Ermeni mahallesidir. Sahil kesiminde Rumlar yaşardı. Buranın adı Taşbaşı olarak kaldı. Orta Taşbaşı dediğimiz yer, Ermeni Mahallesi olarak bilinirdi. Bir zaman sonra mahallenin adı değişti, Zaferi Milli Mahallesi oldu. Anneannem Bedriye, has Karadeniz kadını. Kuvvetli diyemeyiz belki ama kudretli bir kadın. Dedem Hacı Muharrem Efendi ile kendince mutlu olduğunu düşündüğü, iki çocuklu bir evliliği var. Annem Makbule ve dayım Nihat el bebek gül bebek büyüyorlar. Anneannemin ailesinden kalma, çok güzel bir Ordu konağında yaşıyorlar. Dedem, sermayesi anneannemden olan manifatura dükkanını işletirmiş. Bir gün işleri büyütmeye karar vermiş. Samsun’a da bir manifatura dükkanı açmış. Bir süre Ordu-Samsun arası gitmiş gelmiş… Bir zaman sonra, Samsun’dan yanında genç bir kadınla dönmüş. Dünyanın en normal olayından söz açar gibi, ‘Bedriye sana bir kuma getirdim’ demiş. Bedriye de ‘İstemem, senin olsun’ demiş. Bunun üstüne anneannem, dedemi evden göndermiş. Bir daha yüzünü göstermemiş. İki çocuğunu da kendi büyütmüş".
Hacı Muharrem Efendi’nin evden ayrılışı, sessiz sedasız olmuş. Havaya savrulan ya da yere düşüp dağılan hiçbir eşyası olmamış. Doğrusu istenirse, o günden sonra Ordulu da sayılmamış: "Dedem bir daha ne anneannemi görmüş ne de çocuklarını. Samsun’da yeni karısı ile yeni bir hayat kurmuş. Beş çocukları olmuş". Ara sıra Ordu il sınırındaki ağaçlar bile yer değiştirirken, Hacı Muharrem Efendi’nin yolu hiçbir zaman Ordu’ya düşmemiş. Bedriye Hanım, fındık tarlalarının geliriyle çocuklarına bakmış. Paraya sıkıştığında ziynetlerini satmış. Kocasının bir gün muhakkak döneceği umudu taşımış mıydı, bilmiyoruz. Tek bildiğimiz, Hacı Muharrem Efendi’nin kendisine kızlarının doğum hediyesi olarak Moskova’da yaptırdığı, Bedriye’nin B’si ve Makbule’nin M’si damgalı kahve fincanlarını ölene dek sakladığı. Henüz yirmi dokuz yaşındaymış. Genç yaşında çektiği sıkıntılar yetmemiş, bir de evlat acısı ile sarsılmış. "Dayım anneannemin göz bebeğiymiş. Hayatında kalan tek erkek olduğu için biraz fazla üstüne titrermiş. Terler, yorulur diye top oynamasını istemezmiş. Dayım gizlice top oynadığı bir gün, terlediğini belli etmemek için mahalle çeşmesinde yıkanmış. Su buz gibiymiş. Zatürre olmuş. Uzun sürmüş hastalığı, düzelememiş. Yirmi yaşında zatürreden ölmüş."
POSTA PULLARINDA, YURT BİLGİSİ DERSLERİNDE: 1940'LAR
Bedriye Hanım'ı bir daha hiç kimse gülerken görmemiş. Pencere pervazında gölgeler beklediği geceleri olmuş. İlk göz ağrısı Makbule için, yaşamını başka yaşamlara ekleyerek ayakta kalmış. Bir gün kentin tek sakini olarak kalmayı göze alırken, büyük kent yollarını öğreneceği günler başlamış: "Gazeteci Mete Akyol, annemin baba tarafından akrabası. Mete Akyol’un annesi Mebrure Akyol, Ordu’da yaklaşık otuz sene matematik öğretmenliği yaptı. Eşi Hüsnü Akyol, Fiskobirlik’in ilk genel müdürüydü. Mebrure Hanım, anneannemle konuşup, annemin Sivas Öğretmen Okulu’na gitmesini sağlıyor. Akyolların hem anneme hem de bana çok iyiliği olmuştur. Benim de gazeteciliğe heves etmemde Mete’nin çok etkisi oldu. Annem çok başarılı bir öğrenci olarak öğretmen okulunu bitirmiş. Trabzon Beşikdüzü Öğretmen Okulu’na atanmış. Anneannem de kızının peşinden yollara düşmüş. Babam Kadri de o sıralarda Beşikdüzü Köy Enstitüsü müdürü, idealist bir öğretmen. Bir öğretmen hanımefendi babama, annemden bahsediyor. Tanışıyorlar, anlaşıyorlar… 1940 yılında, Trabzon’da evleniyorlar. Altı yıl sonra ben doğuyorum. O yıllarda evimizin daimi konuğu, İsmail Hakkı Tonguç. Bana gelirken çikolata getirmeyi asla unutmuyor. Bugün bile onun yüzünden çikolataya çok düşkünüm. Kendilerini öğrencilerine adayan, bu iki idealist öğretmeninin hayatı babamın Sinop’a sürülmesiyle dağılıyor. Milletvekili Kinyas Kartal ve Milli Eğitim Bakanı Tevfik İleri’nin başını çektiği bir grup, köy enstitülerini kapattırıyor. Babam Sinop’ta sürgüne yollanırken, annem de Ankara’da bir ilkokula tayin istiyor."
Bedriye, Makbule ve küçük Ayşegül, Ankara’da bir süre birlikte yaşarlar. Yazları, Kadri Bey’i görmeye Sinop’a giderler. O yıllarda Ankara’dan Sinop’a doğrudan bir araba yoktur. Kızılcahamamlılar'ın "kargasekmez" dedikleri yokuşu kamyonla geçip, İstanbul’a ulaşırlar. İstanbul’dan da vapurla Sinop’a… Yeniden sabah olana dek yolculukları sürer: "Sinop’u kanaryalarla hatırlıyorum. Babam iki Çerkes hanımın yanında pansiyoner olarak kalıyordu. İçine kapanmış, epey yalnızlaşmıştı. O günlerde bir kanarya edinmiş. Sonra onlar seksen kanarya oldu. Yıllarca kanaryalara baktık. Ta ki, bütün kanaryaları kocaman bir kafesin içinde, Emirgan’daki bir ortaokula hediye edene kadar! Bir zaman sonra, sürgündeki köy enstitülü öğretmenlerin affedildiği haberi çıktı. Affetmek diyorlar da… Ne suç işlemişler ki, affediliyorlar! Bu haberden sonra, ailemiz yeniden bir araya geldi. Bahçelievler’de bir ev tuttuk. Hep birlikte Ankara’da yaşamaya başladık. Ulus’ta, Hal’in olduğu yerde Devrim İlkokulu vardı. Annemin tayini oraya çıktı. Yeniden bir arada olmanın mutluluğunu yaşıyorduk. Bir gün babamın Gazi Terbiye Enstitüsü’nden öğretmeni Hayrullah Örs’ün İstanbul’a Maarif Müdürü olduğunu öğrendik. Hayrullah Bey, babamı da İstanbul’a davet ediyordu. Böylece İstanbul günlerimiz başladı."
İSTANBULLU YILLAR: 1950'LER
Bazı seneler hikayelerini kendi yazar. Ölümle yüz yüze gelmekten uzak, ölümün uzaklarda olduğunu sanarak başlar bazı yıllar. İstanbul’un 1950’li yılları da böyle başlayacaktır. Dora Ailesi, yaşamak için Emirgan’ı seçer. 1953 yılında İstanbul’a yerleşirler. O yılların Emirgan’ında, çay bahçelerinde, bahçe lokantalarında, yazlık sinemalarda, balıkçı kahvelerinde "büyük serüvenler" yaşanır. Tavanı aynalı odalar, şimdiki gibi sessiz değildir. Hiç değilse, odalardan odalara bir gece rüzgarı eser. "Ankara’dan İstanbul’a taşındığımızda ilkokul üçüncü sınıfa başlamıştım. Biz taşındıktan iki yıl sonra 6-7 Eylül Pogromu oldu. O sene Ordu’ya, anneannemi ziyarete gitmiştik. Tam döndüğümüz gün, vapurdan iner inmez olayların başladığını haber aldık. Evimize giden yol, İstiklal Caddesi’nden geçmiyordu. Buna rağmen babam, ‘Bu çocuğun bunları görmesi gerekiyor’, dedi. Beni yanına aldı, birlikte İstiklal Caddesi’ne çıktık. Hayatımda gördüğüm en korkunç manzara 6-7 Eylül 1955’de İstiklal Caddesi’nde gördüğümdür. İnsanlar öldürüldü. Aklını kaybedenler, göç etmek zorunda kalanlar oldu. Olayların üstünden çok zaman geçmesine rağmen, bugün bile Mısır Apartmanı’nın önünden geçerken ürperirim. Buna rağmen, tuhaf bir biçimde hayatın belli dönemlerinde Mısır Apartmanı’na çok girip çıktım. Dönemin en meşhur terzilerinden, çok sevdiğim bir insan olan Lütfiye Alyot orada yaşardı. Bir alt katında Terzi Mualla’nın atölyesi vardı. Genco Erkal’ın annesi Nebahat Hanım da Mısır Apartmanı sakinleri arasındaydı. Ben Lütfiye hanımların evinde çok misafir olmuşumdur. Kocası Hâlim Alyot, Demokrat Parti milletvekillerinin önde gelenlerindendi. Yassıaada’da yargılananlar arasındaydı. Hâlim Bey Giritli’ydi. Türkçeyi Giritli gibi konuşurdu. Çok iyi bir aşçıydı, uzmanlık alanı deniz mahsulleriydi. Onların evinde misafirlik, şölen gibi geçerdi. Mısır Apartmanı’na gitmek zaten başlı başına bir seremoniydi. Oradaki terziler ekolünden geriye sadece Yıldırım Mayruk kaldı. Sevgili dostumu en son Moda Deniz Kulübü’nde gördüm. Her zamanki gibi, olağanüstü beyefendi tavrıyla selam verdi. Öyleleri bir daha gelmez bu ülkeye."
50’li yıllar, en ucuz eşya ile en pahalı eşyanın yan yana durduğu, toz ve rutubet kokan bir geçmiş zaman evi gibi kapanır, İstanbul’da. Bütün o küflü eşyalarla birlikte, bildik tanıdık yüzler de yavaş yavaş kaybolur kentten. Eski evlerin etrafını otlar sarar. Terk edilen evlerin bahçeleri, hep daha büyük hatırlanır. Çalkantılı yıllardır.
OKUL DEFTERLERİNDE, ARKADAŞ EVLERİNDE: GENÇLİK
Kadri Dora, bu yıllarda ilköğretim müfettişliği yapar. Çocukluğunu, ilk gençliğini, gençliğini geçirmediği bu kentte, hiç de yabancılık çekmez. Kentin yerlisi gibi yaşar. Yılların Halk Partili, köy enstitülü öğretmeni Kadri Dora, yeni görevi sebebiyle İstanbullularda yürek çarpıntılarına yol açan, fısıltıyla konuşulan en küçük dedikoduyu bile duyar olmuştur: "1956 yılında Arnavutköy Amerikan Kız Koleji’ni kazandım. Bu çok prestijli bir şeydi. Ne yazık ki sevincim uzun sürmedi. O yıl okulda, benim yaşlarımdaki İstanbulluların hatırlayacağı bir hadise yaşandı. Milli eğitim camiası bu olaya ‘skandal’ gözüyle bakıyordu. Yatılı kız öğrencilerden, üstelik soylu bir İstanbul ailesinin kızı, yatakhaneye gizlice sevgilisini almış. Yakalanmışlar. Babam da müfettiş! ‘Katiyen kızımı bu okulda okutmam’ diye tutturdu. Mecburen Üsküdar Amerikan Koleji’ne kaydoldum. İyi ki öyle olmuş. Sonradan okulumu çok sevdim. Arkadaşlarımla hâlâ görüşüyorum."
Ayşegül Dora’nın dostlarıyla ilişkisi, tıpkı anne babasının kuşağı gibi uzun yıllara dayanır. Gezmiş Ailesi, ailenin en yakın dostları arasındadır. Doralar bir dönem Bağlarbaşı’na taşınırlar. Gezmişler de Selimiye’de oturuyordur. İki ailenin ilişkisi iyice pekişir. Gezmişler'in küçük oğlu ile Doralar'ın tek çocuğu Ayşegül kaçınılmaz olarak yan yana büyür. Bu yüzden en eski arkadaşının adı Deniz Gezmiş’tir: "Deniz benim en küçük yaşımdan itibaren, has arkadaşımdı. Annesi öğretmen, annemle arkadaş; babası ilköğretim müfettişi, babamla arkadaş. Deniz başka türlü bir sevgiyle doluydu. İnanılmaz güzel şiir okur, türkü söylerdi. Elinden kitap düştüğünü de görmedim. Ağabeyi Bora, evlerindeki kitaplığı karıştırdığım zaman bana kızardı. Deniz ise hep munisti. Bir öğrenci mitingine katılmıştım. İstanbul Üniversitesi öğrencilerine, İstanbul Teknik Üniversitesi öğrencileri de katıldı. Derken diğer üniversitelerin öğrencileri… Kalabalık gittikçe artıyordu. Tam Cağaloğlu’na geldik, polislerden biri beni yakaladığı gibi, sürüklemeye başladı. Nasıl vuruyor, anlatamam! Aklıma gelen ilk şey, Deniz’e seslenmek oldu. ‘Deniiiiiz koş, bu adam beni dövüyor’ diye avazım çıktığı kadar bağırıyorum. Deniz Gezmiş ve Ergin Konuksever birlikte geldiler. Beni polisin elinden aldılar. Deniz’i unutmam mümkün değil."
Öfkenin ağırlığıyla yumruklar sıkılır. 1960’lar başlar. Sağanak yaklaşıyordur.
DİMİTRİ'NİN ARSASI, CUMHURİYET GAZETESİ VE BEBEK KOYU'NDA BİR YAT: 1960'LAR
Türkiye 60’lı yıllara Cumhuriyet tarihinin ilk askeri darbesiyle gözünü açar. 1960 yılının 27 Mayıs’ında Cemal Gürsel’in komuta ettiği otuz sekiz kişilik Millî Birlik Komitesi, yönetime el koyar. Demokrat Parti(DP) iktidarına son verir. Radyolardan ev içlerine Kurmay Albay Alparslan Türkeş’in sesi yankılanır: “Bugün demokrasimizi içine düştüğü buhran ve son müessif hadiseler dolayısıyla ve kardeş kavgasına meydan vermemek maksadıyla Türk Silahlı Kuvvetleri memleketin idaresini eline almıştır.” Türkeş’in tok sesi, ev içlerini, sokakları, kenti kuşatır. DP’liler Yassıada’da yargılanırlar. 14 Ekim 1960'ta başlayan Yassıada davaları, 11 ay 1 gün sürer. Yüksek Adalet Divanı, on beş sanığın idamına hükmeder. Sanıklardan Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ve Maliye Bakanı Hasan Polatkan 16 Eylül 1961'de sabaha karşı, Başvekil Adnan Menderes 17 Eylül 1961'de saat 13.30'da İmralı Adası’nda idam edilir. Zorlu, Polatkan ve Menderes dışındakilerin cezaları infaz edilmeyip, hapis cezasına çevrilir. Cemal Gürsel askeri rejim çatısında devlet başkanı ve başbakan, askeri rejim sonrası da cumhurbaşkanı olarak görev yapar. DP’lilerin idam edilmesinden bir ay sonra, 15 Ekim 1961 tarihinde darbe sonrası ilk seçim yapılır. Sonuçları herkes merakla bekliyordur. Seçimlere Cumhuriyet Halk Partisi (CHP), Millet Partisi’nin yerine geçen Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi (CKMP), kapatılan Demokrat Parti’nin (DP) siyasi mirasının devamı oldukları iddiasında olan Yeni Türkiye Partisi (YTP) ve Adalet Partisi (AP) katılır. Seçim sonuçları şaşırtıcıdır. Demokrat Parti’nin halefleri konumundaki AP, YTP ve CKMP oyların yüzde 60’ını alır. Politik pazarlıklar ve müzakerelerin sonucunda, meclisteki iki büyük parti olan CHP ve AP tarafından bir koalisyon kurulur. 25 Ekim 1961’de meclisin açılmasıyla askeri rejim dönemi biter.1961 Türkiye Anayasası çıkarılır. İlerleyen yıllarda Türkiye İşçi Partisi on dört milletvekili ile meclise girer. Tiyatro salonlarında Brecht oyunları oynanır. Sol, sosyalist yayınlara ilgi büyük ölçüde artar. Nazım Hikmet şiirleri üniversite gençliğinin elinden düşmez. Rumlar, Yahudiler ve Ermeniler ise 6-7 Eylül Pogromu’nun sonuçlarını göğüslemeye devam ederler. Özellikle Rumlar, Patrikhane’nin de teşvikiyle bir süre daha İstanbul’da kalabilmek için çabalarlar. Zamanla bütün çabaya rağmen, başta Atina olmak üzere göç etmeye başlarlar.
Savruluşların, belirsizliklerin ortasında Doralar, kendi dünyalarını başkalarının dünyasına katmaktan geri durmazlar. Makbule ve Kadri Dora, çok şey görüp geçirmiş insanlardandır. Etrafları, acıların yakınlaştırdığı insan gölgeleri ile çevrilidir. Ülkelerine dair yeni bir cevap arayışında olmazlar: "Babam Şile-Ümraniye bölgesinin müfettişiydi. O zamanlar Ümraniye’de Dimitri Bey diye biri vardı. Karısı Elefteriya, kızı Olya ile mutlu mesut yaşayan, kendi halinde bir adamdı. 'Ümraniye’nin yarısı onun', derlerdi. Dimitri Bey de İstanbul’dan göç etmeye hazırlananlar arasındaydı. Babamı çok severdi. Bir gün vedalaşmak için babamın yanına gidiyor. ‘Kadri biz gidiyoruz, bu arsalar helak olur. Tanımadığım insanların eline kalır. En azından Maarif’e bağışlayayım, okul yapılsın’ diyor. Tek isteği var, okullardan birine kızının adının verilmesi. Babamın Emlak Bankası’nda çalışan arkadaşı vardı, Nezihi Tümay Beyefendi. Babam onunla görüşüyor. Bu sayede Emlak Bankası, Dimitri Bey’in arsalarına üç ayrı okul yaptırıyor. Olya’nın adı ise hiçbirine verilmiyor." Bundan sonra ülkede ikinci bir Dimitri Bey bulunmaz. Aldanışın büyük kentinde her şeyin bedeli fazlasıyla ödenir. Doralar ve Dimitri Bey Ailesi dostluklarına devam ederler. Bir gümüş çerçevede, Olya’nın Atina’daki düğününde çekilmiş aile fotoğrafı, yıllarca Doraların evini süsler. İstanbul boylamında, evin tek çocuğu Ayşegül büyür. Üniversite yaşına gelir. "Emlak Bankası’ndaki Nezih Bey ve ailesi bir akşam bizim evde yemeğe davetlilerdi. O akşam üniversite tahsilim konusu açıldı. Henüz bölüm seçmemiştim. Gönlümde gazetecilik yatıyor, babam ise eczacı olmamı istiyor… Bir ara, babam masadan kalkınca, Nezih amca bana bir arkadaşının kartını verdi. İlhan Selçuk’un kartı! 'Selamlarımı iletirsen yardımcı olur', dedi. O dönem, Cumhuriyet Gazetesi’nin bürosu Cağaloğlu’ndaydı. İttihat ve Terakki’nin İstanbul’daki eski genel merkez binası olan üç katlı Kırmızı Konak, Cumhuriyet’e ev sahipliği yapıyordu. Yıllar içinde konağın kırmızılığı solmuş, pembeye dönüşmüş. İstanbullular ‘Pembe Konak’ derdi oraya. En üst katta Nazime Nadi var, sinirlenince bastonuyla alt kata vururdu. Böyle bir ortam. Erkenden gelmişim… Gazetede kimse yok. Babam çok erken işe gittiği için, gazetecilerin mesai saatlerini de öyle sanıyorum. Sabah 08.00! Bir taşa oturup, beklemeye başladım. Meğer Odacı Cemal Efendi beni izlermiş. Cemal Efendi, Cumhuriyet’in emektarlarından, gazetenin demirbaşı. Onun babası da Yunus Nadi’nin odacısıymış. Cemal Efendi, halime acıdı. Bana peynir ekmek getirdi. Bir yandan da söyleniyor, ‘İlhan Selçuk bu saatte gazeteye niye gelsin, hay şaşkın seni!’ diye… Saat oldu 14.00… İlhan Selçuk geldi. Hemen yanına gittim, kartı uzattım. Bir çırpıda derdimi anlattım. ‘Gazeteci olmak istiyorum, efendim. Yer sil derseniz, Cumhuriyet’te yer de silerim’ dedim. O dönem, Ecvet Güresin genel yayın yönetmeni, Oğuz Şeren yazı işleri müdürü… Beni onların yanına gönderdi. İkisi masaya yabancı dergileri yığdılar, Observer, Sunday Times… Ecvet Bey, dergileri eline aldı. Bazı yerleri işaretleyip, bana verdi. Tercümelerini yap, on beş gün sonra gel, dedi. İki gün sonra, tercümeleri yapıp, gittim. Şaşırdılar…Aynı şekilde, yine tercüme verdiler…İki gün geçti, yine gittim. 'Eh bu kızda ışık var', dediler. Sonunda o cümleyi duydum, ‘Okulun bitince, gel Cumhuriyet’te başla!’ Çok mutlu oldum”.
Ayşegül Dora, İlhan Selçuk’un kartvizitiyle Babıali’ye bir giriş bileti kazanır. Ordu’nun Ermeni Mahallesi, Anadolu’nun köy enstitüleri, geniş bahçeli Ankara evleri, kolej yolları arasından büyük adımlarla uzak diyarlara yürür. Hiçbir sese yabancı olmadığını fark ettikçe, başka bir şeyi aramaya başlar: "Emirgan’da oturduğumuz yıllarda, her zamanki gibi bir günde, Cağaloğlu’ndaki Cumhuriyet ofisine gitmek üzere yola çıktım. Bebek'ten geçerken muhteşem bir yat gördüm. O yıllarda en görkemli yat, Haldun Simavi’nin Melek Yatı. Bu gördüğüm ondan da güzel ve görkemliydi. Beni müthiş bir merak sardı. Gençliğimin, gazetecilik hevesimin verdiği heyecanla sandal tutup, yata yanaştım. Amacım yatın sahibiyle tanışmak. Önce beni içeri almadılar. Bir süre sonra, ısrarlarıma kayıtsız kalamadılar. Yatın sahibi ile tanışmayı başardım. Dünyanın en büyük deniz motorlarının sahibi olan Mr. Evinrude’ın yatıymış. Hemen selam verip, ayaküstü bir sohbet konusu açtım. Mr. Evinrude’ın biraz ilerisinde de yaşını başını almış bir adam bize bakıyordu. Beklenmedik misafir onun da ilgisini çekmiş olacak ki, ilgilenmeye başladı. 'Sunday Times gazetesini okuyor musun?', diye sordu. 'Evet', dedim… 'Peki patronunu tanıyor musun?', diye sordu. ‘Evet, sahibi Lord Thomson’dur’ dedim. Bunun üzerine, 'Küçükhanım, ben Lord Thomson' dedi. İnanılmaz şaşırdım. Hayatımın en ilginç karşılaşmasıdır. Kısa da olsa çok güzel sohbet ettik. O günden sonra, yaşamında her şey çok başka ilerledi. Lord Thomson, bana bir gazetecilik bursu verebileceğini söyledi. Yaşadığım şaşkınlığın da etkisiyle, bunun üstünde durmadım. Bir süre geçti… Bir gün Cumhuriyet Gazetesi’ne bir haber geldi. Lord Thomson’un sözünü ettiği burs verilmiş! Bu sayede London School of Economics’te Communication (İletişim) okudum. Times, Sunday Times ve yüze yakın İngiliz gazetesi ona aitti. Stajımı da onlarda yaptım".
Ayşegül Dora, o günden sonra, hayatını havalimanlarında, otel odalarında sürdürmeye alışır. Her ay anne babasına ayrı ayrı mektuplar yazmayı ihmal etmez. Hayatına yeni bir sayfa açar. Tarihi yapanlarla dostluk kuracağı günler yakındır.
DOĞU SINIRI: FARAH DİBA VE DİĞERLERİ
Cebel-i Lübnan’ ı tanır, İskenderiye’yi, Bağdat’ı, Halep’i, Şam’ı dolaşır. Levant’ın gözlerinin içine bakar. Bir süre Babil’i ve Mezopotamya’yı düşünür. Hayyam rubaileri ezberler, başucuna bir Hafız Divanı koyar. Isfahan güllerinin lal kırmızısını, Tebriz güneşinin çöl sarısını tanır. İran günleri başlamıştır: "Ne olduysa, Şah Rıza Pehlevi’nin İsviçre’den Tahran’a döneceği gün oldu. O zamanlar havacılık şimdiki gibi gelişmemiş, direkt uçuş diye bir şey yok. Mutlaka bir yakıt ikmali verilirdi. Bu sebepten dolayı, Şah’ın uçağı da bir gece yarısı İstanbul’a indi. Zorunluluk olmasa İstanbul’da kalmak gibi bir niyetleri yoktu, Tahran’a devam edeceklerdi. Haberi alan Babıali gazetecileri hareketlendi. Yabancı dil bilen gazeteci sayısı çok azdı. Pehlevi ile röportaj yapmak için gazeteden beni yolladılar. Şah’a peş peşe sorular sordum. İngilizcem dikkatini çekti. Sorularımı da beğenmişti. Bir anda bir teklifte bulundu: ‘Ülkemde de genç kadın gazeteciler olsun istiyorum. On kız öğrenci seçsem, onları bu alanda yetiştirir misiniz?’ Şaşırdım ama bu teklifi o anki ortamın yoğun duygusuna verdim. Röportaj bitti, sabaha karşı da Şah’ın uçağı havalandı. Bir süre sonra, Metin Münir telefon etti. Şah Rıza Pehlevi, hakikaten on kız öğrenci seçmiş, onlara gazeteciliği öğretmem için beni de Tahran’a davet ediyor. Nasıl olacak, nerede kalacağım derken kendimi Tahran’da, Niavaran Sarayı’nda buldum. Şah konaklamam için sarayın misafirhanesini hazırlatmıştı. Niavaran çok şık, büyükçe bir villaya benziyordu. Yerde ipek İran halıları, tavanda kristal avizeler… Sarayın hanımefendisi de Farah Diba! Şah koluma girdi, ‘gel seni Farah ile tanıştırayım’ dedi. Farah Diba son derece yalnız bir kadındı. Türkçe de bilirdi. Hemen arkadaş olduk. En küçük kızı Leyla’nın doğumunda yanındaydım. Dostluğumuz daha da pekişmişti. Hatta Leyla’nın doğumunda geleneklerimiz usulünce altın takmıştım. Bir yandan da üniversitede genç kızlara gazetecilik eğitimi veriyordum. Öğrencilerim çok zeki, kültürlü ve müthiş güzel kadınlardı. Şık giyinirlerdi. Bunun sadece Tahran’a özgü olmadığını kısa süre sonra fark ettim. Isfahanlısı da Şirazlısı da çok şıktı. Şah zamanında İran kadınlarının şıklığı ile Paris kadınları bile yarışamazdı. Pehlevi, Lalezar, Amir Akram gibi caddeleri Chanel ve Dior butikleri süslerdi. Kadınlar saçta, makyajda, mücevherde, kılık kıyafette doğal olarak ki Farah Diba’yı takip ederlerdi. Bir de Googoosh (Faegeh Atashin) adıyla meşhur olan bir pop şarkıcı vardı. Onun da kısa saç modeli pek meşhurdu. Bu tarz saça ‘googooshi’ derlerdi. Hemen herkes ezberden Firdevsi şiirleri okurdu. Evlerden Tahran sokaklarına Gholām-Hossein Banān’ın sesi yankılanırdı. İran’ın yaşam kültürü Türkiye ile benzerdi. Fakat İranlılar hiçbir halkla kıyas edilemeyecek kadar kültürlülerdi. Dokuz kere İran’a gidip geldim. Her birinde de tarifsiz mutluluklar yaşadım."
Ayşegül Dora, Humeyni’den sonra bir daha İran’a gitmez. Pehlevilerden Farah Diba ile dostluğunu günümüze kadar sürdürür. Farklı zamanlarda, Kahire’den ya da Paris’ten Farah Diba’nın selamını getirenler olur. Tahran’da ders verdiği öğrencilerinin de izini sürer. Humeyni’den sonra sekiz öğrencisi Amerika’ya kaçmış, ikisi öldürülmüştür.
BEYRUT GÜNLERİ: ARA GÜLER'Lİ ZAMANLAR
Ayşegül Dora, Doğu yolculuklarının birinde yanına sevgili arkadaşı Ara Güler’i de alır. Tahran’da yaşadığı yıllarda, Ara Güler’i Niavaran Sarayı’na da davet eder, bu sayede Pehlevi Ailesi’nin Güler tarafından fotoğraflanmasına vesile olur. İyi anlaştıklarını gören iki arkadaş, birlikte doğu yolculukları yapmaya karar verirler. Ara Güler fotoğraf çekecek, kendisi de röportajlar yapacaktır. Düşündükleri gibi de olur. Yolculuğa Afganistan ile başlarlar. Filistin ile devam ederler. Filistin’de Yaser Arafat ve Corc Habaş ile röportajlar yapar, fotoğraflar çekerler. Bir sonraki durakları Beyrut olur. Beyrut, 60’lı yıllardan itibaren uzun bir süre Arap Doğusu’nun başkenti kabul edilir. Politik nedenlerle ülkelerindeki hükümetlerle ters düşen Ortadoğulu "entelektüel mülteciler" birer birer Beyrut’a yerleşir. Beyrut bu yönüyle adeta 40’lı yıllardaki Kahire’nin mirasını devralmıştır. 1960’da Filistinli yazar Ghassan Kanafani’yi orada görürsünüz, gazete çıkarıyordur. 1966’da Şam’ın büyük şairi Nizar Kabbani’yi görürsünüz, yayınevi kurmuştur. Beyrut bu özelliğini 70’lerde de sürdürür. Herhangi bir sokağında, bir başka şaire, Mahmud Derviş’e rastlamanız işten bile değildir. Ara Güler ve Ayşegül Dora da oradadır. O yıllarda Orhan Koloğlu, Beyrut’ta basın ataşesidir. Önce onunla buluşurlar. Birlikte El Hamra Caddesi’nde dolaşırlar. El Hamra’da Ermeni esnaf ağırlıktadır. Ara Güler’i tanırlar. "Ara’yı tanıyan Ermeni esnaflar, yanımıza geliyorlardı. Bir anda çevremizde büyük bir kalabalık oluştu. Biri diyor, ‘Bu akşam bende kalacaksınız’, diğeri diyor, ‘Hayatta bırakmam, meyhaneye gideceğiz’… Ara sayesinde el üstünde tutulduk. Dört gün boyunca Beyrut’ta en güzel şekilde ağırlandık. Cebel’e de çıktık. Cebel’de Arap zenginlerinin evine de misafir olduk. Şimdi o güzel evlere, o evlerin insanlarına ne oldu, bilmiyorum. Bildiğim, Beyrut’un hiçbir kente benzemediğidir. Beyrut sadece kendisiyle açıklanabilir. O kadar üzülüyorum ki oraların durumuna. Sadece Beyrut’a mı? Hayır! Kahire’ye, Şam’a, Afganistan’a, Tahran’a…"
Ayşegül Dora’nın uzun yolculuklarının üzerinden uzun zaman geçti. Doğuyu, batıyı, kuzeyi ve güneyi ezberledi. Her seferinde evi bildiği İstanbul’a döndü. Ordu’nun çokkültürlü yapısı, Ermeni ve Rum mahallerinde yaşanan komşuluklar derin bir sessizliğe hapsoldu. Haritadaki yerleri ak kağıt üstünde bir çizgi ya da lekeden ibaret kaldı. Hikayesi bilmediğimiz bir dilde anlatılmaya başlandı. Köy enstitüleri kapanalı yıllar oldu. Dağların dorukları bile, bir yücelik iddiası taşımıyor artık. Boğaz semtlerinin, örneğin bir Emirgan’ın dinginlik iddiası taşımadığı gibi. "Kutsal Kitap"ların Doğu Akdeniz’i ise kimseyi bağışlamaz bundan böyle. Bilmediğimiz bir dünya kaldı mı Ayşegül hanım?
*Beni Ayşegül Dora ile tanıştıran, bu röportajın yapılmasına vesile olan sevgili dost, Güven Bayar’a teşekkürlerimle…