Geçen haftaki yazımda Güney Kore sinemasındaki geçmişle hesaplaşma filmlerini yazmıştım. Önemli politik dönüşümler yaşayan ülkenin, son yıllarda bu dönüşümlerle büyük bir hesaplaşmaya girdiğinden bahsetmiştim. Bu hafta ise baskıcı yönetimin ve kapitalizmin insanlar üzerinde yarattığı tahribatın Güney Kore sinemasına nasıl yansıdığına odaklanacağız.
Kişi başına düşen 30 bin dolarlık milli gelirle gelişmekte olan ama bir türlü gelişemeyen ülkelere örnek olarak gösterilen “Kore Mucizesi” Kore sohbetlerinin popüler konusudur. Bahsi geçen mucize; Kore Savaşı sonrası Amerika desteğiyle General Park Chung-Hee’nin yönetime el koyması, 1979’daki suikast sonucu ölümünden sonra da ikinci diktatör Park Chung-Hee’nin 1988’e kadar ülkeyi insanın temel haklarından yoksun bırakarak yönetmesinin sanayileşme namına sayısal rakamlarıdır. Bu dönemlerde baskılar, sansürler, yolsuzluklar, katliamlar, işçilerin temel haklardan yoksun olarak çalıştırılması bu rakamların yarattığı “mucize” altında yok sayılır. Bu durumun sonucunda ciddi bir kalkınma hamlesi gerçekleştirilirken toplumsal olarak baskılanmış, travmatik bir yapı ortaya çıktı. Ülkenin parlak ekonomik verilerinin arkasına gizlenen, tahrip olmuş, hasarlı bu toplum yapısının izlerini, özellikle 2000 sonrasında çıkış yapan Güney Kore sinemasında görmek mümkün.
ŞİDDETİN ESTETİĞİ: GÜNEY KORE SİNEMASI
1990 sonrasında uluslararası bilinirliği olan markalar yaratan Güney Kore, bu markaların ulusal sinemayı destekleme kararı almasıyla birlikte sinemasıyla da adından söz ettiren bir ülkeye dönüştü. 2000’li yıllara gelindiğinde bu destekler meyvelerini vermeye başlamıştı. Güney Kore sinema sektörü büyük bir patlama yaşadı. Kore içinde ve dışında gelirlerini oldukça arttıran sinemacılar, dünya çapında popülerleşen bir sinema yaratmışlardı.
KİM Kİ DUK SİNEMASINDA İNSAN ÖĞESİ
Uluslararası platformlarda ses getiren projelere imza atan Kim Ki Duk, Güney Kore sinemasının tanınmasında büyük öneme sahip bir isim. Kim Ki Duk sinemasını incelediğimizde; bireyin yalnızlığının, aile kavramının uğradığı deformasyonun, kapitalizmin insan üzerindeki tahribatının izlerini görmek mümkün.
Kim Ki Duk, Berlin Film Festivali’nde En İyi Yönetmen Ödülü’nü ülkesine Samaritan Girl- Fedakar Kız ile götürürken 3-Iron-Boş Ev filmiyle de Gümüş Aslan Ödülü’nü Venedik’ten Güney Kore’ye götürmeyi başarmıştı. Usta yönetmen 2012 yılında Pieta ile Altın Aslan Ödülü’nü de kazanmıştı.
Samaritan Girl filminde, Avrupa'ya seyahat etme hayalleri kuran liseli iki genç kızın para bulmak için bedenlerini satmalarının sonuçları anlatılır. Liseli kızlardan biri kazara ölürken hayatta kalan arkadaşı onun yerine bu işi devam ettirecektir. Dedektif olan babası kızının nasıl bir işin içinde olduğunu fark edince kızının müşterilerinden intikam almaya karar verir. Kore toplumunun yaşadığı arada kalmışlığı, Batı hayranlığını ve kapitalizmin liseli kızların gelişmiş bir ülke kabul edilen Güney Kore’de bedenlerini satacak hale geldikleri toplumsal yabancılaşma filmin merkezindedir.
3-Iron-Boş Ev filminde ise yalnız bir gencin tatildeki insanların evine girip onların yokluğunda evlerinde yaşamasını anlatır. Genç birey evde hırsızlık yerine yuva sıcaklığını hissetmek ve aitlik hissi yaşamak için evlerde zaman geçiriyordur. Bir gün boş sanıp girdiği evde bir kadınla karşılaşır ve ona âşık olur. Kadın mutsuz ve zengin bir iş insanı olan kocasından şiddet görür haldedir. Kapitalizmin yarattığı başarı profili, evde şiddetin müsebbibidir. Evlere giren yalnız genç ise ekonomik olarak ihtiyaç sahibi değil ama içsel boşluğunu boş evlerde gidermek zorunda kalmış haldedir.
Pieta'da filminde ise atölyelerde üretim yapmaya çalışan sanayi çalışanları, her geçen gün biraz daha güçsüzleşirken çıkış yolu bulamayıp tefeciden borç para almak zorunda kalırlar. Tefeci de ödeyemeyecekleri borç senetlerinin altına imza atan bu yoksul insanların karşısına insani özelliklerini çoktan kaybetmiş bir tahsildar yollar. Filmdeki iri yarı tahsildar, borçlarını ödeyemeyeceklerini bildiğinden atölye sahiplerini sakat bırakıp parayı sigorta şirketlerinden alma yöntemini kullanır. Filmde görünür olan kapitalizm eleştirisinin yanında yönetmen, acımasız tahsildar Gang Do’nun; vahşileşmiş halde şiddete sarılmasının nedeni olarak sevgisiz geçen çocukluğuna gönderme yapar.
2016 yapımı Ağ filminde Kuzey Koreli bir balıkçının yanlışlıkla Güney Kore karasularına geçmesinden ötürü alıkonulmasının sonuçlarını anlatır. Güney’in boyalı sokaklarının, tüketiminin, pahalı markalarının insanın mutluluğu için yeterli olmadığını resmeden yönetmen, yoksulluğun çözülmemiş bir sorun olarak Güney Kore’nin orta yerinde durduğunu da izleyicilerine gösterir. Güney ve Kuzey ayrımını siyah ve beyaz bir tabloya sıkıştırmaz.
CHAN-WOOK PARK’IN İNTİKAM HİKÂYELERİ
Chan-wook Park’un küresel olarak bilinirliğini arttıran, ödüller kazanmasını sağlayan filmleri intikam üçlemesi olarak biliniyor. İntikam üçlemesi Güney Kore’de insanın üretim ilişkileri içinde ne kadar tahrip olduğunu gözler önüne serer.
Chan-wook Park 2002 yılında intikam üçlemesi serisinin ilk filmi olan Sympathy for Mr. Vengeance–Haklı İntikam’ı çekti. Filmde böbrek nakli yapılması gereken kız kardeşine yardım etmek için çocuk kaçıran işitme engelli Byu’nun başına gelenler anlatılır. Anlaşılan o ki kişi başı 30 bin dolarlık refah, Güney Kore’de eşitlikçi bir dağılımdan çok uzaktır. Film, Seul’un kenar mahallerinde işkenceden, cinayete, karaborsadan intihara, terörizmden organ mafyasına kadar uzanan uzun ve kanlı bir yolculuktur
Filmde ülkenin kanayan yaraları olan anarşizm, işsizlik, yoksulluk ve mafyalaşma gün yüzüne çıkar.
Yönetmenin intikam üçlemesinin ikinci filmi olan Oldboy-İhtiyar Delikanlı 2004 Cannes Film Festivali'nde Jüri Özel Ödülü’nü almıştı. Uluslararası festivallerde çok sayıda ödül kazandı. Filmde Oh Dae-su, nedenini bilmeden 15 yıl boyunca küçük ve karanlık bir hücreye koyulur. Son derece sert şiddet sahneleri içeren Oldboy, baskılanmış bir halde demir bir yumruk altında çalışan toplumun şiddeti ne denli içselleştirildiğinin fotoğrafıdır.
Lady Vengeance-İntikam Meleği’nde; çocuğunun kaçırılma tehdidinden ötürü bir çocuğun öldürülmesi suçunu üstlenmek zorunda kalıp Kyoungju Kadın Hapishanesi’nde 13,5 yıl yatan Lee Geum-ja’nın hikâyesi anlatılıyor. Tahrip edilmiş aile kurumunun şiddetin temelini oluşturduğu filmde şiddetin sebebi de sonucu da aileleri etkileyecek cinstendir. Karakterler de aile sevgisinden yoksundur. Kapitalizmin yarattığı Güney Kore toplumu mutluluktan çok uzaktadır.
FARKLI YÖNETMENLERDEN KAPİTALİZMİN YARATTIĞI İNSANA BAKIŞ
Güney Kore sinemasının başka bir ödüllü yönetmeni Kim Jee-woon’nun 2003 yapımı filmi A Tale of Two Sisters-Karanlık Sırlar’da yine aile içi şiddet ve iletişimsizlik konularına odaklanır. Bir süre akıl hastanesinde tedavi gören iki kız kardeş eve döndüklerinde anneleri öldükten sonra üvey annelerinin hâkimiyeti altında yaşamak zorunda kalırlar. Sürekli çalışan babaları onların sorunlarına ilgisizdir. İş hayatının zombileştirdiği baba, evlatlarıyla iletişim kuramaz hale gelmiştir. Üvey anneleri ise tam bir zalimdir.
Bong Joon-ho’nun 2013 yapımı Snowpiercer-Kar Küreyici, Güney Kore’nin en çok izlenen beş filminden biridir. Küresel ısınma sonucunda hayatta kalan insanların hepsi sürekli hareket eden bir trende yaşamlarını sürdürüyordur. Fakat katı bir sınıfsal ayrımla yoksulların köleleşmiş bir çalışma hayatı, zenginlerinse refah içinde yaşadığı bir düzendir bu. Trenin devamını sağlayan çalışma düzeninin lokomotifi ise adeta makineleşmiş halde çalışan çocuklardır. Kore’nin insani özelliklerden yoksunlaşmış makineleşmiş halde çalışan insanlarının distopik bir eleştirisi olan filmde çocuklar ailelerinden koparılıp bu yürüyen çarka diş edilirler.
Yeon Sang-Ho’nun 2016 yapımı filmi Busan Treni, Kore’de 10 milyondan fazla kişinin izlediği gişe rekortmeni, özgün bir zombi filmiydi. Bir sanayi virüsüyle zombileşen Korelilerin saldırılarının trende sıkışmış bir avuç insan tarafından bertaraf edilmesinin anlatıldığı filmde, çevresindeki herkesi bencilce ezerek varlığını uzun süre koruyan bir şirketin parlak CEO’suydu. Trendekilerin en bencilinin bir şirketin üst düzey yöneticisi olması tesadüf olmadığı gibi sanayi mikrobuyla zombileşenlerin de insanlığından çıkacak kadar çalıştırılan Kore toplumunu imgelediğini düşünmek zor değil.
Lee Chang-dong’un 2018 yapımı 2018 Cannes Fipresci Ödülü alan Güney Kore’nin 2018 Oscar adayı Şüphe filminde sınıflar arası gerginlikler ve aşk denklemi üstünde durulur. Karakterlerin aile ilişkilerine baktığımızdaysa Kore’nin açmazları karşımıza çıkar. Yazar olmak isteyen işsiz gencin annesi onu küçükken terk etmiştir. Babası ise annesinin bütün elbiselerini henüz çocukken ona yaktırmıştır. Babası ise öfke patlamalarına engel olamadığı için hapistedir. 16 yıl sonra annesi çıka geldiğinde sohbetlerinin ilk konusu annesinin para talebidir. Âşık olduğu kız ise yüklü kredi kartı borcundan beş parasızdır. Üstelik ailesi de borçlarını ödemeden onu kabul etmez. Film, ailenin kapitalizme yenildiği bir coğrafyanın fotoğrafı gibidir.
SONSÖZ
Güney Kore’de kapitalizmin, despotik sanayileşmenin tahrip ettiği bireyin sinemada karşılık bulduğunu görüyoruz. Makineleşmeye varan çalışma koşulları, iletişimsizlik, modern şehir hayatının getirdiği yalnızlık, Güney Kore sinemasında sebep ve sonuçlarıyla karşımıza çıkıyor.