Müneccimlik, kâhinlik değil durum tespiti yapmak gerekirse bugün eli Erdoğan’ın kazandığını teslim etmek gerek. “Rojava deneyimi”, 1946 Mahabat Cumhuriyeti (İran) veya 2017 Irak Kürdistan Bölgesi (IKB) bağımsızlık referandumu gibi akim kaldı. Omurgasını YPG/YPJ’nin oluşturduğu Suriye Demokratik Güçleri (SDG) “devlete evet, rejime hayır” konumunu varkalmak adına zorla terk etti, Şam’la anlaştı. Rusya destekli Suriye ordusu güncel harekât alanının batısında Kobane ve Münbiç’e, doğusunda Kamışlı’ya geri geliyor. Buralar, terk edilen Afrin’den sonra Kürt nüfusun yoğun olduğu yerler. Kamışlı ve harekât alanında ise sayıları yüz bini aşkın sivil yurdundan oldu.
TSK, kısa sürede ve sahaya sürdüğü Suriyeli cihatçılarla birlikte, Akçakale/TelAbyad ile Ceylanpınar/RasElAyn arasındaki 120 km. genişlikten, aşağı M-4 karayoluna uzanan 30 km. derinlikteki alanı denetim altına alıyor. Görünen o ki, başta konulan hedef zaten buydu. Sonradan, ABD beklenmedik biçimde ortadan yok olunca ve SDG de kendini ve temsil ettiği halkı korumak adına direnmeden çekilince, Ankara gerçekten Karkamış-Cerablus’tan, Münbiç dahil, Irak sınırına dek kabaca 480x30 km.lik alanı denetlemeye yönelmişti, Şam ve Moskova’nın devreye girmesiyle durakladı. Buralardaki binlerce IŞİD'li tutsak, tıpkı ülkemizdeki 3.5 milyon sığınmacı gibi, risk olmak bir yana, Erdoğan’ın elinde AB’ye karşı yeni bir koza dönüştü.
Kararı (1) alan, iddiayı (2) ortaya koyan, hamleyi (3) yapmaya cüret (4) eden Erdoğan’dı. Söz konusu dört unsurun dördü de anamuhalefet lideri Kılıçdaroğlu’nun lügatinde maalesef yok. Doğru, Suriye’ye TSK’yi buyur ve Erdoğan’ı da Vaşington’a 13 Kasım’da davet eden ABD Başkanı Trump, İran’a uygulananları aratmayacak sertlikte yaptırımları bize uygulayacak. AB’nin vızırdanmalarının ardından, süren kontratların durdurulması değil, belli başlı tedarikçi ülkelerden yeni silâh satışlarının yapılmaması kararları peş peşe açıklandı. Katar, Somali dışında Arap Ligi üyesi devletlerin Filistin dahil tamamı karşımızda. Deyim yerindeyse, Putin’e ellerini beline koyup, olmuş meyvenin kucağına düşmesi kaldı.
İçerideyse, az buçuk sağduyu sahibi herkes yazdı, ben de ekleyeyim: Türkiye’nin Kürt nüfusunu (“kardeşlerimiz” değil, bu cumhuriyetin kağıt üstünde eşit anayasal yurttaşları) ülkemize dair bir ortak gelecek tasavvuruna ağız dolusu bir sesle, güleç bir yüzle, içtenlikle uzatılmış bir elle davet edebilmek artık çok güç. Erdoğan, Soylu, Çavuşoğlu söylüyorlar, onlar kazananın yenilene koşulları dikte ettiği bir son durumun peşinde. Diz çöktürmenin, el öptürmenin. Anamuhalefette de o barış tahayyülü yok. Bu kafayla savaş kazanılır, ülke hele cumhuriyet hiç kurulmaz. Hafriyat olur, mimarlık olmaz. İçinde oturduğunuz girişi şatafatlı, cephesi mermer kaplı apartmanın dayanıklılık düzeyini ilk sağlam depremde anlarsınız.
Şimdilik, ABD’nin güçlü, AB’nin cılız yaptırımları, hep birlikte artan ivmeyle yoksullaşmamız sonucunu verecek de olsa, Erdoğan’a siyasal cansuyu etkisi yapacak. Tam da koalisyon ortağı Bahçeli sağlık sorunları nedeniyle devre dışı kalmışken. Üstelik, kapasitesi, mevcudu sınırlı Suriye ordusu, SDG’ye Suriye bayrağı çektirmekle yetinmeyip, Türkiye sınırına gerçekten konuşlanırsa Idlip’teki baskı da azalacaktır. Belki, yahut bana kalırsa muhtemelen, Idlip’te de yeni sınır, az kuzeye doğru çekilme ödünüyle, o cebi batı-doğu hattında ikiye bölen M-4 karayolu olacak. Geriye kalıyor, 29-30 Ekim’de Cenevre'de ilk kez toplanacak Suriye Anayasa Yazım Komitesi ve onun marjında gerçekleşecek Türkiye-Fransa-Almanya-Rusya dörtlü zirvesi.
Ankara’nın, Erdoğan’ın, hatta anamuhalefetin de, kendi içinde “siyasal çözüm” için söyleyecek sözü kalmamışken, gidip Cenevre’de Suriye’nin yeni anayasası için nasıl ahkâm kesilecek, fikir serdedilecek? TSK’yi girdiği yerlerden zorla çıkaracak güç yoksa da, madem fetih, istilâ, işgal, ilhak terimleri dışlanıyor, herhalde buralara doluşturulan Araplara belirli bir özyönetim hakkı kopartılmak istenecek ki, “SMO” ile Ankara arasında, zamanında “SLA” ile Tel Aviv arasındakine benzer bir emir-komuta zinciri üstü kapalı korunsun. Bu durumda, bize “siz bu ademimerkeziyetçi çözümü kendi cumhuriyetinizde neden benimsemiyorsunuz” diye sorulmayacak mı?
Pekiyi, adalesini gösteren, gücü yettiğinde yumruğunu masaya vuran, en üst düzey yöneticilerinin ağzından türlü mecralardan yedi düvele sürekli atar-gider yapan Türkiye’nin diplomatik pırıltısı, dış politika felsefesi ne olacak, kaldı mı? Kim bizim sözümüzü ciddiye alacak, hangi konuda kime hangi söyleyecek sözümüz olacak? Tutturulmuş “alanda güçlü olan, masaya güçlü oturur” diye bir terane. Onun Türkçesi, çirkin üslûbu mazur görünüz lütfen, “Hasan almaz, basan alır” deyişidir. Oysa, delifişek gibi ardını düşünmeden sağa sola dalan ergene, gün gelir yetişkinlerin oturdukları salonların kapıları kapanır. “Eh ne olacak, biz de mahalledeki bakkalın önünde takılırız” diyorsanız, eyvallah.
Gecenin en karanlık anının aynı zamanda şafağa en yakın olanı olduğu söylenir. Bizlerin, uzun sürecek kapkaranlık bir gecenin henüz gurup vaktinde olduğumuz apaçık ortada. “Sen hep çok karamsarsın, bak İstanbul tekrar seçimlerinde İmamoğlu…” –kimseyi kırmak istemem, annemin verdiği terbiyeyle beddua da hiç etmem ama “küfür ruhun yelpazesidir” demekle yetinmiş olayım. Aslında olanak olsa gerçekten Kılıçdaroğlu’na, Sayın KKTC Cumhurbaşkanı Akıncı’nın açıklaması hakkında ne düşündüğünü sormak isterim. Öyle ya, “KKTC” Kılıçdaroğlu’nda cisimleşen CHP zihniyetinin sancak gemilerinden. Yahut boş verelim, Kılıçdaroğlu, sen, ben, bizim oğlan, mahalledeki bakkalın önünde takılalım işte.