İstanbul Havalimanı'nı 'kötü', Çamlıca Camisi'ni 'anlamsız' bulan Prof. Dr. Suha Özkan ile Türkiye'nin alanında gündem belirleyen kimi 'çatı' meselelerini konuştuk. Asırlık bir binada karşılıksız hizmet veren ve 9 Eylül'de de Murat Karayalçın'ı ağırlayacak Bodrum Mimarlık Kitaplığı'nın dördüncü yaşı vesilesiyle ziyaret ettiğimiz Özkan'a göre, Cumhurbaşkanlığı'nın Beştepe'deki konutu da, 'sıvama'. Ancak bununla beraber, yine de umut veren birçok küresel proje de var.
Bundan dört sene önce Suha Özkan (Mimar, ODTÜ ve Londra Mimarlar
Birliği Okulu, Master) tarafından kurulan Bodrum Mimarlık
Kitaplığı, genellikle mimarlık meraklılarına, öğrencilere,
mimarlara hitap ediyor. Alanında 'ilk ve özel' olmanın gururuyla,
bir 'açık ofis' olarak kullanılan yapı, çeşitli araştırmalara da
yer ve ortam olarak olanak veriyor.
Belgelik olarak, Mimar Vedad Tek'in özgün belgeleri ile yıllarca
süren, Columbia Üniversitesi'nin ODTÜ ile birlikte yaptığı Bodrum
ve Turgutreis çalışmaları, ham ve özgün belgelerinin saklanması ve
araştırmacılara sunulması adına önemli bir kaynak vazifesini
görüyor. Bünyesinde bir sanat kütüphanesi ile, süreli yayınlar
bölümünü de taşıyan kitaplığa, bugüne dek Pelin Derviş, Ali Güreli,
Emine Güreli, Ayla Tabanlıoğlu, Ali Cengizkan, Orol Ataman, Doruk
Pamir, Şefik Onat ve Richard Plunz, Ahmet Berk ve Aga Khan Mimarlık
Ödülü’nün yaptığı bağışlar, yapının hafıza birikimini şimdilik,
naçizane kitap, dergi ve belgelerle 40 bine yaklaştırıyor.
Kitaplığın şu ana dek pek çok yerli, yabancı mimar ve sanatçı
ile akademisyeni misafir ederek, çok kıymetli sunumlara ev
sahipliği yapması da, ayrı bir birikim vesilesi yaratıyor. Bu
anlamda, 9 Eylül'de de Murat Karayalçın, konut politikaları
hakkında bir sunum için, kitaplığı ziyaret edecek. Hal böyle iken,
Özkan ile, Türkiye'nin mimarlık alanında gündemi belirleyen kimi
'çatı' meselelerini konuştuk.
.
Suha Bey, sanırım Bodrum Mimarlık Kütüphanesi'nin
dördüncü yaşındayız. Bu proje, dört yıl önce neredeydi ve şimdi,
sizin için nerede duruyor? Bundan sonraki dört yıl için vizyonunuz
ve endişeleriniz, neler?
Çok kapsamlı bir soru, çok teşekkür ediyorum. İşin başı, aslında
bir hayat ve hayal hikâyesi. Ben, bildiğiniz gibi ODTÜ'de 18 yıl
hocalık yaptım. Bu arada Ağa Han Mimarlık Ödülü'nün 25 yıl
yöneticiliğini yaptım. Dönüp geldiğimde, arkama baktım, 15-20 bin
kitap var. Başka da bir şey yok. Yani, sloganımız: “Hayat boyu eve
kitap aldık, şimdi kitaplara bir ev alalım oldu. Bunun temel
kaynağı da, açıkçası kitaplar öyle bir şekilde paketlensin ki,
kimse aile veya toplumdan göz ardı edemesin... Sahipli olsun...
Önce, bir 'mandalin damı' arıyordum, bulamadım. Daha sonra bu
olmayınca, gördüğünüz ev önümüze geldi. Bu yapı, Bodrum’un Yedinci
Belediye Başkanı (Şehremini) Sarıağaoğlu Ali Efendi'nin kırsal
konutu. Restore ettik. Doğrudan kitapları buraya tematik olarak
yerleştirdik. Kitaplar, çoğunlukla mimarlık ve sanat üzerine. Ama,
onun ötesinde özel belgeler de var. 15 ila 20 bin belge var ki,
bunların arasında Mimar Vedad'ın tüm belgeleri bizde. Bodrum
Yarımadası'nda yaptığımız araştırmaların belgeleri de burada. Bu
konular üzerinde iki doktora, dört de master tezi, bu orijinal
belgeler üzerine yapılıyor. Bunların birer tanesi bitti. Bodrum
Musandıralı Evleri üzerine, İstanbul Teknik Üniversitesi'den Nevsel
Sezen Süslü master tezini bitirdi. İstanbul Edebiyat Fakültesi'nde
Dila Gümüş, Mimar Vedad'ın dört yıllık dönemi üzerine bir doktora
tezi gerçekleştirdi. Çok nitelikli bir çalışmaydı. Zaten şimdi
Harvard Üniversitesi'nden bir üst düzey burs (fellowship) aldı.
Gidiyor. Dolaylı desteğimiz bunlar.
Fakat kitaplar, aslında çok tekil, çok yalnız olan nesneler.
Bunun üzerine etkinlikler başlatalım dedik. Bunun en başında,
Türkiye'de bilinen fakat yeterince ilgi duyulmamış, nitelikli
insanlardan başladık. Sonra bir gönüllü kitlesi oluştu. Hem
Türkiye'deki meşhur mimarlardan hem de yurt dışından burası için
gelen insanlar biraz Bodrum sevgisi, biraz da benim kişisel
ilişkilerimle gündeme geldi. Bu konferansların 42 tanesini, 2017
Eylül ayından bu yana gerçekleştirdik. Bu etkinlikler çok popüler.
Genellikle mimarlık kesiti üzerine gidiyoruz. Bunun da iyi tarafı,
örneğin İlhan Berk'i anmış olmamız. Bu sunumu mimar, oğlu Ahmet
Berk yaptı. Berk'i seven sanatçılar, örneğin Latife Tekin ve
arkadaşları geldiler ama, biz burada Berk'in mimarlık üzerine
yazdıklarını derledik. Dolayısıyla burada sanatçıları mimarlık
ortamında derinleştirme olanağımız oluştu.
Şimdi, konut umudu üzerine, 1989'da koyduğu politikaları
anlatmak üzere, Murat Karayalçın gelecek. Europa Nostra ödülünü
kazanan Saadet Sayın gelecek. Bugüne kadar bizi geri çeviren kimse
olmadı. Bizim teklifimizden çok, bize gelen insanların oluşturduğu
bir konuşmacılar grubumuz var. Bunun güzel tarafı, bizim burada
35-40 kişilik bir kapasitemiz var. Ama çok sıcak bir ortam. Örneğin
bu ortam Erol Evgin'in mimarlık kimliğini de 25 Temmuz’da
kucakladı. Çok hoş bir konuşma yaptı kendisi.
Özgün belgeler bizim gerçek değerlerimiz, kitaplarımız ise,
ortamımız...Konferanslar da, bir hafta içerisinde YouTube'a
yüklendiği için, daha geniş kitlelere eriştiğimiz bir entelektüel
enstrüman. Kısacası bu ortamın dinamiği böyle gelişti..
Yurt dışı mimarlık medyasının size yönelik ilgisi ne
seviyede?
Hemen hemen dedikodu, kibarcası, duyum seviyesinde diyebilirim.
Bilen, ciddiye alan, burayı değerlendiren bir yazı ortamı yok. Ama
YouTube'a girenler açısından konuşmaların büyük kısmı Türkçe
olduğu için - katılımcılardan Aaron Betsky, ya da Olof Barthels
veya Ian Ritchie dışında - böyle bir kısıtlamamız var. Zaten
amacımız da Türkiye'ye yardım edebilmek. Uluslararası ortamdan
getirdiğimiz insanlar, bir bakıma Türkiye'deki ortama katkı
oluyorlar. Meselâ Giancarlo Alhdeheff, Bodrum'da çok güzel binalar
yapmış bir mimar. Ya da Bilal Hammad, geçen hafta konuşmuştu.
Ürdün'de çalışan önemli, nitelikli bir mimar. Biraz, Bodrum gündemi
üzerinden gidiyor ve tatile geleni, bir gününü bize ayır diye
yakalamaya çalışıyoruz. O da bir biçimde programını bizim için
sıkıştırmaya çalışıyor.
.
Bodrum'da yaşanan kentsel ya da 'dönüşü olmayan'
dönüşüm, bir uzman olarak sizi nasıl etkilemekte?
Ben değişime karşı değilim. Çünkü, değişime karşı olmak,
gerçekleri reddetmek demek. Benim Bodrum geçmişim, 1964 yılından
başlıyor. Yani. çok yalın bakarsanız sadece ağlanabiliyor.
Yapılabilecek bir şey yok. Ama o değişimin içinde, bence tam
anlamıyla John Steinbeck'in 'Fareler ve İnsanlar' sendromu
yaşanıyor. Yani, 'sevgiyle öldürmek'. Severek öldürmek. Tabii bu,
insanı ister istemez üzüyor. Ama, Türkiye'nin genel coğrafyasına,
daha doğrusu kentsel gelişimine bir bakarsanız, o kadar çok kent
yok edildi ki... Kimlikleri hiçe sayıldı. Bu kıyıda bile, Kuşadası,
Didim yok oldu. Marmaris apartmanlaştı. Bodrum en azından, hâlâ
yoğun yapılaşmayla, ama alçak katlarıyla bir şekilde bu duruma
direniyor. Güzeli de, direnecek gibi. Zaman içinde de, doğa baskın
çıkıyor. Bir takım sapkınlıkları engellemese de, örtüyor.
Bodrum'un da gerçeği bu: Herkes bir köşe kapmak istiyor. O kadar
ki, dedikodu düzeyinde bazı teoriler bile var: İstanbul'da deprem
olursa, Bodrum kurtarıcı olacak. Çünkü Bodrum'da, yerleşilmeyen,
yaşanmayan o kadar çok mekân var ki! Yüz bine yakın yazlık mekân,
evden söz edebilirsiniz. Senede iki üç hafta, iki ay kullanılan
evler bunlar. Böyle bir çözüm teorisi bile gündemde. Yani,
kullanılmayan bir kapasite, aslında çevreyi yok eden bir kapasite.
Biz, kendi katkımız olarak eski bir binayı böyle bir işleve
kazandırdık. Çok kötü durumdaydı ama mal sahipleri çok vicdanlı
insanlar oldukları için, burayı bir restoran ya da pansiyon yapacak
birine satmadılar. Ben kitaplık yapacağımı söyleyince, çok büyük
bir iskonto ile bana bu yapıyı Emine Sümer Sevar Şener ve
Fatma Senar Yelesen sattılar.
Bodrum yerlileri ve gençlerinin bu kitaplıkla ilişkisi
ne kadar sıcak, ne kadar ilgililer?
Git gide artıyor. Buranın yazın yönetimini yapan arkadaş,
Bilkent Üniversitesi'nde mimarlık bölümünde okuyacak. Burada
gönüllü çalışıyor. Üniversiteler, akademik olarak dirsek teması
yapıyorlar. Direkt katılımları olmasa bile, katılacaklarından
eminiz. Mimarlar Odası, her etkinliğimize destek oluyor.
Dolayısıyla Bodrum ortamında hiçbir sıkıntımız yok. Fakat kurumsal
açıdan bağımsız olmayı istiyoruz. Bunun getirdiği olası sorun,
yalnızlık da olabilir. Ama bu kitaplığın yönetim modeli, bence çok
gerçekçi. Yani, 'açık ofis'. Siz de bilirsiniz, dört büyük mimarlık
ofisini toplasanız, yine bu kadar kitap çıkar. Fazlası da çıkar ama
onlar erişilebilir değiller. Biz her gün 14:00 ile 18:00 arasında
buradayız. İsteyen her kitabı okuyup, izleyebiliyor. Sirkülasyon
nedir derseniz, günde maksimum beş, minimum bir iki kişi geliyor.
Bu da önemli. Yani en azından, bu kitapları görmek, değinmek,
dokunmak önemli. Bir de tabii, Türkiye'de hiçbir kitaplıkta olmayan
ürünler de var. Örneğin Güney Amerika mimarlarının, Güneydoğu Asya
mimarlarının kitapları var. Bunlar, Türkiye'de bulunmayan kaynaklar
ve bilinmeyen yetenekler. Onlara da ilgi, elbette oldukça çok.
Bu koşullarda internet size ne fayda
getiriyor?
İnternet sitesini açtık, oradan her türlü bağlantıyı veriyoruz
ama sürekli bir haber akışımız şimdilik yok. Bir internet yönetimi
oluşturmadık. Bu konularla genellikle eşim ilgileniyor. Şu an,
buradaki etkinlikleri duyurmakla yetiniyoruz. Bu yeterli değil. Ama
sitemize giren herkes, buradaki etkinliklere bir tık ile
erişebiliyor.
Mimarlık ve medya ilişkisi, dün ve bugün nasıl
sizce?
Türkiye açısından bakarsanız, sizlerin de sayesinde, bu konu ABD
ve İngiltere'den daha iyi. Bakın, Türkiye'de ciddi yedi mimarlık
dergisi var. ABD'de ise bir tane! Bunun dışındakilerin hepsi
yöresel... Biz, yöresel mimarlık dergilerine girersek Kıbrıs,
Kayseri, Antep, Antalya vb., 15-20 dergi çıkar ve bunların hepsi,
hem editoryal hem görsel ve basım olarak, nitelikli dergiler. Bu
bakımdan çok gurur duyuyorum. Ağa Han Ödülü'nde çalışırken de,
Türkiye'nin mimarlık medyası ve dergileri, en büyük önceliğimizdi.
Tabii hepsi, zor ekonomik şartlarda yürüyor. Örneğin
Arredamento'yu, Yapı’yı biliyorum, sürüyorlar. Bu çok önemli. Demek
ki bir sahiplilik var. Konsept Projeler dergisi var. O da çok
nitelikli. Mimarlık dergisi, zaten oldum olası Türkiye'nin bu
konudaki 'amiral gemisi'.
.
İstanbul ve dünyada şu anda mimarlık gündeminin bir
numaralı maddesi nedir?
Türkiye'deki yatırımların büyük hız kazanmasıyla birlikte,
yabancı mimar talebi çok arttı. Buna ben de çok önayak oldum.
Hindistan, Bangladeş gibi ülkelerde mimarlığın bu kadar,
Türkiye’den daha çok gelişmiş olması, Bangladeş'in Louis Khan'ı,
Hindistan'ın Le Corbusier'yi lider olarak almalarından.Türkiye'de
de böyle bir girişim olabileceğini varsaydım, çoğuna yardım
ettim.
Gerçekten de, çok nitelikli yapılar çıktı ve çıkacak da.
Örneğin, gelecek ay açılacak Kengo Kuma'nın Eskişehir
Odunpazarı'ndaki OMM Müze projesi, olağanüstü bir bina. Bu proje
Türkiye'yi alanında doğrudan doğruya uluslararası gündeme
taşıyacak. Ama aynı şekilde, Emre Arolat'ın Müze-Otel’i de o
nitelikte. İstanbul Finansbank binası, bildiğiniz gibi I.M.Pei'nin
son eseri ve uluslararası ortamda ses getiriyor. Dolayısıyla,
mimarı yerli veya yabancı diye ayırt etmemek gerek. Mimarlığın
nasyonalitesinin olduğuna inanmıyorum. Ama Türkiye'de bu var; 'Bir
doktorumuz şunu yaptı,', 'Bir mimarımız bunu yaptı,' diye, uyruğu
öne çıkaran yaklaşımlar tuhaf düzeyde yaygın.. Bunları kınamıyorum.
Çünkü bir kimlik yakıştırma sorunu. Gereksiz bir böbürlenme. Ben
doğru bulmuyorum.
Mimar Emre Arolat'ın son dönemde Hatay ve İstanbul'da
üstlendiği iki ayrı müze projesine nasıl
yaklaşıyorsunuz?
Her ikisini de çok beğeniyorum. Hatay'dakinde, tarihe çok
dokunmamak üzere, hassas bir şekilde yapılmış bir müze projesi var.
Bunun bedeli çok ağır. Yatırımcı kişi, otelin can damarı olan iki
önemli kattan özveride bulundu. Bu, müthiş bir özveri. Bunun önemli
unsurlarından biri de, elbette Emre Arolat'ın ikna edici kişiliği
ve yaratıcılığı. Ama Anıtlar Kurulu'nun başındaki, ODTÜ'den
Şehir Plancısı Profesör Tamer Gök, onların da katkısı çok önemli.
Bu tutumun iyi bir örnek olacağını gösterip önünü açtılar.
Aynı hassasiyeti, İstanbul Galataport Projesi'nde gösterdi.
Oradaki projede de, projenin strüktürüne dokunmadı. Yani, bizde
yıkmak o kadar kolay geliyor ki... Yık, yeniden yap... Halbuki o
strüktürü aynen koyup, üzerine 'plug-in' dediğimiz, dışarıdan
sokulan üniteleri başka yerde üretip getirmek, orada hiçbir inşaat
kargaşası ve kirliliğine neden olmadı. Burada ortaya çıkan
dışavurum da, bence özgün ve anılacak.
Ve ikinci aşamasında, ki bu meseleyi İstanbul Resim Heykel
Müzesi projesine bağlıyor; Emre Arolat, orada 'ıslak yapı'
üretimini kullanmadı. Her şey, dışarıda hazırlanıp, yapılıp
getiriliyor ve takılıyor. Tümüyle 'kuru inşaat' olayı ki oraya
şakır şakır beton dökseler, büyük rahatsızlık ve tahribat olurdu.
Her iki yapıda da olası kazalarda birçok şey tahrip olurdu.
İstanbul bir şantiye halinde...Bu sizce umut verici mi,
yoksa endişe mi verici?
Endişe verici. İstanbul'un bu çılgınca büyümesinin çözümü,
İstanbul'un, Belediye Meclisi'nde bir kimlik saptamasından geçiyor.
Bunun iki kanalı var: Biri evet, diğeri hayır. Evet nedir? Tarih,
kültür, sanat, küçük artisanal üretimi, bankacılık, turizm vs.,
yani İstanbul'u kültürel açıdan besleyecek unsurlar. Yaya ağırlıklı
toplu ulaşımla erişilen mekânlar.
Hayır olanlar: Antrepolar, lojistik ortamlar, depolar ve her
türlü sanayiler. Bunlar ekonomik açıdan çok değerli. Ama daha
değerli alanları kaplıyorlar. Bunlar çıkarlar. Örneğin ben Kartal
projesini yönetmiştim. Orada Sunta, Mutlu Akü, Eczacıbaşı, derhal
çıktılar. Eczacıbaşı'nın 26 hektar alanı, Sunta'nın ve Mutlu
Akü’nün hektarlarca alanı vardı. Bunlar küçücük alanlar değiller.
İstanbul'daki toprağın değerlendirmesi, İstanbul'un kimliği ile
uyumlu olmalı. Birincisi bu....
İkincisi, konut arzında hep üst tabaka hedeflendi... Çok yanlış.
İstanbul'da bin 500 ile 3 bin dolar olan metrekare fiyatı,
birdenbire 7 bin ila 15 bin dolara çıktı ki, şimdi alıcı
bulamıyorlar. Mümkün değil, satılmayacak. Ama, inşa ediliyorlar.
İstanbul kimliğinin sahiplenilmesi lâzım. Kent hayatında böyle bir
şey olmaz. 10 yıl içinde, İstanbul'daki lojistik tesisler,
antrepolar, depolar, fabrikalar burayı terk etmeli. Ama hangi
ölçekte terk edecek? Belirli bir ölçeğin üzerinde ve öncelikle
kirletici özelliği bulunan, yer kaplayanlar... Bunları Anadolu'da
isteyen yüzlerce kasaba ve kent var. Örneğin bakın, birçok seramik
kuruluşu hep Bilecik civarında yeniden üslendi. Çünkü en iyi kuvars
orada. Artık işgücü İstanbul'da değil ki... İşgücü her yerde.
Galataport bölgesinde ayrıca İstanbul Modern, yine
Dolapdere'de Arter projeleri gündemde. Bir yandan da Tersane
İstanbul projesi var ki, bunda da kültürel amaçlı bir dönüşüm
ayrıca hedefleniyor. Bu projelere büyüteçle baktığınızda ne
görüyorsunuz?
Şimdi diğer ikisi, yani Arter ve Tersane İstanbul ile ilgili
benim bir katkım yok. Ama İstanbul Modern'in mimarının seçilmesinde
ben önayak oldum. Çünkü Renzo Piano, Türkiye'de eseri olmayan ama
olağanüstü nitelikli bir mimar. Yani bu çağın Leonardo'su,
Michalengelo'su, ya da Sinan'ı gibi. Tabii, burada özellikle
Eczacıbaşı Grubu'nun, özellikle Oya Eczacıbaşı Hanım'ın ciddi bir
vizyonu var. Kabul ettiler. Orada, Renzo Piano'nun yapacağı
şekilde, alçak gönüllü, duru bir projenin olmasını istiyordu ve
birçok açıdan da bu oluyor. Özellikle, projenin yer katını
boşaltması, arkadaki saat kulesini doğrudan doğruya meydana
katması, oradaki zaten, Murat Tabanlıoğlu'nun önceki projesinde
Antrepo kaldırılacaktı. Bir meydan açılacaktı. Şimdiki yatırımcılar
onu istemediler. Ama onun yerine yapılacak binayı ve mimarı iyi
seçtiler. Bence İstanbul çok şey kazanacak ve denizden görünümü de,
gayet alçak gönüllü, hoş bir yapı olacak.
Türkiye'deki mimari hafızaya ne kadar sahip çıkılıyor?
Mevcut akımlara dahil 'ulusal' veya 'modern' yapılar şu an sizce
aciz durumda mı, yeterince renove ediliyor mu? Örnek verelim hatta:
Unkapanı İMÇ karşısındaki Sedad Hakkı Eldem yapısı, SSK
binaları.
Dönemin Sosyal Güvenlik Bakanı Mükerrem Taşçıoğlu, o sırada,
1986 yılında söz ettiğiniz bu binanın ödül törenine gelmişti. Bu
yapı, Ağa Han Mimarlık Ödülü'ne üç kez aday oldu. 1980'deki
birincisinde 'alelâde mimari bir bina' dediler. 1983'de, 'Bu zaten
elenmiş, bakmayalım,' dediler. 1986 jürisinde, 'Bizim istediğimiz
bağlamsal modernizm budur, en iyisi bu,' dediler. Bunun üzerine,
dönemin önce Kültür Bakanı olan, Sosyal Güvenlik Bakanı olarak
geldi. Orada açıkça, 'Sedad Bey ben Kültür Bakanı iken
danışmanımdı, bana böyle bir değerden söz etmedi, ben bu binanın
değerini, burada sizden öğrendim. İnanın, bunu eski, kullanılır
haline getireceğim,' dedi ve müthiş bir alkış koptu. Katılanlar ise
'Türkiye'de demokrasi var, bakan geliyor, özür diliyor ve bunu eski
haline sokacağım diyor.'
Ben bundan sonra, kendisi de dahil bütün bakanlara mektuplar
yazıp konuyu izledim. Hiçbir şey yapılmadı. Bu unutulmaya terk
edilerek sahip çıkılmamasının bir yönü. Ama, Ankara'daki 'İller
Bankası' dediğiniz, bizim 'Mostar’dan bu yana “urbicide” dediğimiz,
yapı katliamı olaydır. Böyle bir şey düşünülemez yani. İnanın,
Cumhuriyet Dönemi'nin en güzel binası. Daha güzeli yok. Yani nasıl
kıyıldı ona, anlamak mümkün değil.
Veya TBMM Camisi meselesi...
Onun hakkında da bir söylence sürdürülüyor. O da ödül kazanmış
bir yapıt. Yani, Jüri Ağa Han Ödülünde değerlendirirken, bir
şekilde Meclis Camisi'ne bir liderlik ve dokunulmazlık
verilebileceğini düşünmüştü. Ama bu çevresel hoyratlığa bir son
vermek lâzım. Yani, 'İller Bankası'nın ya da ODTÜ kavaklarının ne
zararı var ki? ODTÜ'nün milyonlarca metrekarelik arazisi, üstelik
bir yurtları var. Yerleşkede sağlıklı, bir arada olacağı planlanmış
alan var. Yurtların yapılacağı yer, belli. Bir eksiği yok. Her
öğrencisine yatak veren başka bir üniversite var mı? Bunlar,
demokrasi, ifade özgürlüğü ve sahiplilik ile çözülecek gibi. O
çocukların ağaçlara sarılması, o genç kızın ağlayışı birçok şeyi
geriye getirdi. Çünkü neden yapıldığını anlamak mümkün değil. Sağ,
sol diye ayırmıyorum. 'Biz yaparız olur, zamanla unutulur. Yapalım
bakalım, ne olacak... Kim ağlayacak, kim ağlamayacak.' Genel görüş
bu. Neyse. Çok acıtan bir yarayı deştiğiniz için, uzun konuştum!
Şimdi, Ankara Ulus bölgesinde de 'bir şeyler dönüyor'. İş
Bankası'ndan Merkez Bankası'nın altına, yani eski Emlak Kredi ve
Osmanlı Bankası'nın olduğu yere kadar gelen kesime müdahale söz
konusu, o alan anıttır bellektir. Keza, İstasyon da öyle.
Evet, enteresan durumlar, garip vakalar yaşıyoruz.
Sirkeci Garı. Ankara Garı. Haydarpaşa Garı. Peki Çamlıca Camisi
için ne düşünüyorsunuz?
Çamlıca Camisi bence anlamsız. Neden anlamsız? 1609 – 1617
yılında yapılan bir camiyi alıp yeniden betondan dökmek olabilir
mi? “Eskiyi taklit etmek, aşağılık duygusudur. Daha iyisini
yapamıyorsunuz demektir” Bunu ben söylemiyorum. Bunu, İran
Cumhurbaşkanı Mohammad Khatemi 2000 yılında Tahran’da bir mimarlık
seminerinde söylüyor. Eskiyi taklit etmek, aşağılık duygusudur
diyor. “Başkalarının bugününü taklit etmek de aynıdır. Daha iyisini
yapamıyorsunuz demektir. Süreç, kritik değerlendirmedir. Oradan
gidin,” diyen İran Cumhurbaşkanı mimarlar topluluğuna ders veriyor.
Biz oraya da gelememişiz. Kopya bile değil. Tam anlamıyla bir
'pastiş' (yapıştırma), olacak şey değil. Aynı şekilde bir başka
cami yapıyorlar, Sinan'ın adını veriyorlar. Olacak şey değil. Çok
iyi hatırlıyorum, Ankara Kocatepe Camisi'ni yapan Vakıf İnşaat'ın
Genel Müdürü yaptıklarını anlatıyordu. Pencereler, kapılar...
Osmanlı terimleriyle anlatıyor, 'Müzeyyen, az müzeyyen, fevkalâde
müzeyyen,' diye pencere şebekelerinden bahsediyor. Bunları
anlatırken, birden elimi tuttu, bana 'Hocam, ben bu betonu hangi
kalıba koysam, dökerim, sonunda iş lastik ve silikon kalıp, iş
değil, ama bana yaratıcı bir şey getirselerdi, bunu severek
yapardım,' dedi. Anlatabiliyor muyum? Kopya bile olmayan bir olayın
arkasına girmek, kamuoyunu da kötü etkiliyor tabii... Vedat
Dalokay'ın Türkiye'de olabilecek en güzel camiyi gidip
İslamabad'da, hem de daha iyisini yapıyor olması bize büyük bir
ders değil mi?
Havalimanı mimarlığımız nasıl?
Havalimanı mimarlığı, kötü. Neden? Bir defa dünyadaki tüm
havalimanları, prestij yapılar. Mimarlık gündeminde yer alan
yapılar. Bunun içinde Renzo Piano da, Richard Rogers da var.
Massimilliano Fuksas, Zaha Hadid de var. Her birinin bir özgünlüğü,
özelliği var. Bizdeki yapı hakkında benim 20 sayfa notum var. Ama
onu yapan İngiliz mimar okuldaşım ve nesildaşım olduğu için, kırmak
istemiyorum.
Ama bunu onun yapmadığından eminim. Yerel üstlenici mimarlar
var. O binaya dikkatle bakarsanız, Atatürk Havalimanı'nın
hormonlanmış bir kopyasıdır. Orada 30 metre olan açıklıklar, burada
iki katına çıkmış. Dolayısıyla, yaşanabilir, yürünebilir,
gidilebilir bir yer değil. Yönlenmek için hiç bir referansınız yok.
Havalimanlarında, terminallerde bir referans ekseni bir aks
gerekir. Burada belirsiz ama o aks sert olacak diye, yuvarlak
köşeli dolgu binaları yapmışlar. Yönelim ilkeleri sıfır. Herkes,
birbirine bir şeyler soruyor. Kimsenin, gideceği yeri bilmesi,
bulması mümkün değil. İşaretlendirme sistemi yetersiz ve yersiz.
Okların gösterdikleri yerler anlamsız, çoğu kez anlaşılmıyor, çünkü
doğru değil. Gittiğiniz yerlerin büyüklüğü olacak şey değil. İlk
seferinde, bagaj alım noktasına gittim, oturacak bir tek yer yoktu.
Engelli insanlar yerlere çömeliyordu. Dün oradan geçtim, en azından
beş on koltuk koymuşlar. Etmediğim telefon kalmadı. O kadar büyük
bir bagaj holü ki, bavulunuza erişmek için bile epey yürüyorsunuz.
Orada, ölçek bir şekilde kaybolmuş.
İkincisi, sanırım Devlet Hava Meydanları İşletmesi'nin kabahati;
bir bilgisizlik olamaz. Eminim yeni hava terminalleri
biliyorlardır. Dünyada artık, 1972'de Norman Foster'ın yaptığı
havaalanından beri, gelen yolcu ile giden yolcu ayrılmıyor. Çünkü,
ikisi de güvenlikte taranmış yolcular (steril - güvenli). Bizde
halen gelen yolcu ile giden yolcu ayrı. Ne oluyor? Gelen yolcu dört
kat çıkıyor. Sonra, dört kat iniyor... Niye? Gelen yolcu giden
yolcunu üzerinden geçmek zorunda. Aynı holde buluşmalarında bir
sakınca yok ki? Biri pasaportuyla gelecek, dışarı çıkacak, öbürü
pasaporttan geçmiş kapıya çıkıp, uçağa binecek... Bu, Singapur'da,
Kuala Lumpur'da, birçok yeni hava alanında böyle. Hiç mi
bakmıyorlar? Büyük yanlışlar var ama, bunların tamamı mimari
yanlışlar değiller. Bunlar, doğrudan doğruya mimara verilen ihtiyaç
programından kaynaklanan şeyler. Ben bunu Atatürk Havalimanı'nda da
önermiştim. Bakın, Stanstead Havalimanı'nda, gelen giden karıştı...
Hiçbir sorun yok. Üstelik ticaret de artar... Sadece çıkarken Duty
- Free satın almak değil, bütün dükkanlar geliş noktasından da
erişilir olurlar. Bu dört kat çık, yürü yürü önce dört kat sonra
iki kat daha in modeli Dubai’de var. Şimdi ya yıkacaklar ya da
başka bir amaçla kullanacaklar, yeni havalimanı terminali
yapılmakta.
Dün baktım, arabadan uçağa gidene dek, 2 bin 700 adım yürümüşüm.
Az değil. Tamam 75 yaşındayım ben, yürüyorum, ama kolay değil.
Sonra, elektrikli arabalar var... Onu ayırtıyorsunuz, bunu bilen
kim? Nereden bulacaksınız? Bir de, üzerine para veriyorsunuz...
Yani bunlar, Amsterdam'da örneğin, hazır beklerler, ihtiyacı olan
elini sallar, biner gider.
Bence bu havalimanı mimari açıdan kaçırılmış bir fırsat. Nedeni
ise çok gizli yapılması. Gizli yapılmasaydı yarışma olacaktı.
Yarışma olsaydı, tartışma olacaktı. Tartışma olduğunda yanlışlar ya
olmayacak ya da törpülenecekti. Bu tür olaylar gizli olmaz ki. Niye
gizli olsun yani?
Ankara Beştepe'deki yeni Cumhurbaşkanlığı Sarayı'nın
mimarisi nasıl sizce?
“Sıvama” diyeceğim. Tüm yapının mimari dilinin soylu bir
çağdaşlıkla ilgisi yok.Kullanılan dil doğru değil. Çünkü öyle bir
mimarlık dili yok. Siz, Sedad Hakkı Eldem'in Boğaziçi Yalıları'ndan
türettiği kaynağı ve anlamı belli dili alıp, hormonlarsanız, öyle
bir şey çıkar. Ama Sedad Bey, öyle altın kaplama yüzeyler
yaptırmazdı. Biliyorsunuz, kendisini tanırdım. Hakkında kitap ve
makaleler yazdım. Kendisi olsa canına kıyar ama bunu yaptırmazdı.
O, tam anlamıyla görgü yoksunluğu Başka hiçbir şey değil. Gidin
bakın... Merkel, Japon İmparatoru misafirlerini nasıl kabul
ediyor...Biz nasıl kabul ediyoruz... Bu prestij filan değil, yersiz
görkem ve niteliksiz şaşaa.
Türkiye yakın dönemde Gezi Direnişi ve 15 Temmuz gibi
birer tecrübe de yaşadı. Bu konuda mimari yarışmalar yapılsa,
kaygılarınız ve ölçütleriniz neler olurdu?
15 Temmuz'un yarışması olacaksa olsun da, eğer bunu mimarlara
soracaklarsa, bunun nerede ve nasıl olacağı, önemli. Eminim bir
çözüm bulunur. Ama benim, bu konuda jürisinde olduğum 'Devlet
Mezarlığı' yarışması, ölü doğdu. Çünkü herkes, bunu Kenan Evren'in
kendine yaptırdığını sandı. Kenan Evren, jüriye girdi, 'Valla ben
kendime yaptırmıyorum,' filan dedi.... Anlatabiliyor muyum? Böyle
bir tartışma oldu. Seçilen proje, Özgür Ecevit'in projesiydi...
Bence iyi bir proje değildi. Anlamsız bir saçak - 'canopy' vardı.
Altında ne yapılacağı belli değildi. Bunun dışında çok daha iyi
olan projeler vardı. Ben Filiz ve (Rahmetli) Coşkun Erkal’ın
projesini beğenmiştim.
Gezi olayında ise, en son Bedri Baykam'ın yazısını okudum...
Diyor ki, her şeyi yıkın, orayı eski haline getirin... Yani, yok
öyle bir şey. Oradaki trafiğin kalkması kötü değil ama bunu
kaldırırken statik olarak sanırım çok cılız bir üstyapı koymuşlar.
Üstüne bir şey yapılamıyor. Nasıl yapılır bilmiyorum. Gezi
Parkı'nın gerçekten sürekliliği ne olacak, mimarlıktan çok, doğal
çevre tasarımını yapabileceğiniz bir proje iyi olabilir. Dünyada o
kadar güzel, insanı kucaklayan anısal parklar var ki. Yeter ki
istensin?
Nevzat Sayın da bu konuda bir proje üretti diye
biliyorum.
Orada da şöyle bir olay var. Yeni Belediye Başkanımız biraz
hazırlıksız konuştu. Ben de müellifleri uyardım. Burası için
yarışma açacağını söylemişti, oysa orası için sanırım Nurettin
Sözen döneminde yarışma açıldı ve Vedat Dalokay kazandı. Ve iyi bir
projeydi o. Trafik çözümleri şimdiki kadar radikal değildi ama, iyi
bir projeydi. En azından, Mete Caddesi'nin doğusunu kaldırıp
meydanı Boğaz'la açıyordu... Ben, Vedat Dalokay'ın mirasçılarını
aradım, uyardım... Dedim ki, bakın bir alanda bir yarışma çıktıysa,
aynı alanda ikinci bir yarışma çıkamaz. Birinci ile anlaşılmazsa,
ikinciye verilir. Bu dünyadaki mimarlık geleneğinin ta
kendisidir.
Üsküdar, Kadıköy, hatta Beyazıt Meydanı için de yarışmalar
olmuştur. Beyazıt Meydanı'nda sanırım Başkan'ı uyardılar... Turgut
Cansever'e döneceğini söyledi, ama onun projesi de, 1950'lerin
projesi. O kadar çok şey değişti ki!
Yeni Atatürk Kültür Merkezi (AKM) projesi için neler
söyleyeceksiniz?
AKM projesinin içindeki şey, İngilizce tabiri ile 'fail safe'.
Yani, 'emin bir şekilde hata yap'. Murat Tabanlıoğlu bir yandan
babasının katkısı ve eserini korurken, diğer taraftan da yönetimin
hoşnut kalacağı bir çözüme gitti. Kırmızı kubbe var içinde ama
kubbe, zaten akustik olarak yanlış bir form. Çünkü kubbe
yaptığınızda, sonra doğal olarak odaklanan sesi dağıtmaya
çalışacaksınız. Sidney Opera Binası'nda hep içbükey yüzeyler
vardır. İçbükey yüzeyleri dışbükey akustik olarak uygulamak için,
on milyonlarca dolar sarf ettiler.
Sonunda nasıl olacağını bilmiyorum ama AKM projesinin çok güzel
tarafları da var. Bir tanesi, yeni bir kültür aksının açılması.
Yeni galeriler, tiyatro ve sergi alanları ve yeme içme olanakları
ile Mete Caddesi'ne koşut yepyeni bir aksın oluşması. Sonra, çatı
üzerindeki doğal çevre olaylarıyla orayı yumuşatıyor. Güzel bir
'gezemek' - 'arcade' yapıyor. Orada bir sanat ortamının oluşacağı,
belli. Onun enerjisi de var. Belki bir an önce oradan başlamak
lâzım. Yani, niyetlerinin de ne olduğunu tam olarak bilmiyorum ben.
Hakikaten, niyetlenen bir biçimde bunu milletin içine sindirip,
yıkmak mıydı? Yoksa, gerçekten bir şekilde yapmak mıydı? Bence
Hayati Tabanlıoğlu'nun mirasını yönetimin dolaylı da olsa kabul
etmesi olumlu bir girişimdir. Fakat hakikisi varken, niye yenisi
olsun? O kötü bir bina değildi ki?
Peki AKM karşısına dikilen Taksim Camisi'ni nasıl
buluyorsunuz?
O felaket yani, bunlar olacak şeyler değil. Mimarlık
karikatürleri...
Millet Bahçeleri projesi, mimari açıdan samimi
mi?
Politik unsurunu bilecek kadar bilgim yok. Ama sıvama,
gelişigüzel planlar. Bunları yapanlar, bizim Aga Khan Kültür Vakfı
olarak Kahire'de yaptığımız El Azhar parkına baksınlar. Kalenin
dibindeki o parkta her yolun, yönlendirme ve bitkinin bir anlamı
vardır. Büyük araştırmalar sonucu yapıldı bunlar. Görsel odak
noktaları, içindeki hizmet binalarıyla... Yani, benim 'millet
bahçeleri'nde gördüğüm iki, üç proje var ki, bence yamama.
Boğaziçi'ndeki Selimiye Kışlası ne
olabilir?
Bence otel olabilir. İyi bir okul olabilir. Çünkü onun avlusu,
dramatik derecede güzel bir avlusu var. Hapishanenin Four Seasons
Oteli kötü bir şey olmadı. Ama keşke hapishanenin biraz izleri
kalsaydı. Orada kimler, kimler kaldı. Bir iki özgün duvar... Yatak,
mobilya vb... Hepsini silip attılar... Kötü oldu. Ama Selimiye'nin,
Florence Nightingale'den gelen bir tarihi var. Kamuya açık alan
olmasında ben bir sakınca görmem...