Küresel -uluslararası, bölgesel, sınıfsal- eşitsizlik had
safhada, insanlar dindarlık adına yapılanları da gördü, o halde
niye sola meyletmiyorlar?
Bugünün dünyasında herhangi bir şekilde “solcuyum” diyen
herkesin bu sorunun cevabını araması gerekir. Pek kimse aramıyor.
Veya cevabın zaten el altında olduğunu ileri sürüyor.
Yerleşik savunma -bu cevap arama çabası değil-, cevap
anahtarını, solun üzerindeki baskılar ve emperyalizmin oyunlarına
dair eserlerin yer aldığı raflarda aramayı öneriyor. Caydırıcı
baskı, dünya tarihinin hemen her döneminde, sol sayılabilecek her
türlü hareketin üzerinde kâh kılıç gibi sallandı kâh tepesine
balyoz gibi indi. Emekçi hakkı gözeten, egemen sınıfların sınırsız
tahakkümünü dizginlemeyi hedefleyen, eşitlik ve özgürlük arayan,
genel olarak, “ikinci sınıf insan” kategorisini, birilerinin iyi
yaşaması için başkalarının boktan işleri yapmak zorunda kalması
halini ortadan kaldırmaya uğraşan her türlü hareket her zaman
egemenlerce bastırılmaya çalışıldı. Yine de bir şekilde bastırılan
eşitlikçi-özgürlükçü hareketler küllerinden doğdular ya da
yenilseler bile bir şeyleri değiştirerek kenara çekildiler.
DEMOKRASİNİN "NESNEL" ZEMİNİ VAR MI?
Avrupa’da demokrasi, doğrudan doğruya, işçi sınıfı hareketleri
ve onlara dayalı komünist-sosyalist partilerin varlığının,
etkinliğinin sonucudur. Kapitalizmin, çalışanlara da örgütlenme
hakkı tanıyan liberal bir siyasî düzen içerisinde varolması için,
kendi karakterinden kaynaklanan sebep yok aslında. Demokratik
siyasî rejimin zorunlu zemini olarak takdim edilen “serbest
piyasa”, liberal fanteziden ibaret bir geçici durumdur. Sermayenin
kaçınılmaz yoğunlaşması, sahiden kendi haline bıraksanız da,
kapitalist ekonomide kârlılığın, sermayenin, gücün, karar yetki ve
kabiliyetinin kaçınılmaz olarak sınırlı sayıda elde toplanmasını
getirir. Buna da haliyle, merkezî yetkileri, geniş yurttaş
kesimlerinin haberdar bile olamadığı karar ve eylem kapasitesi
giderek genişleyen ve derinleşen devlet yapıları denk düşer.
Serbest piyasa, ancak çok sıkı tedbirlerle, çoğu zaman “ulusal
bütünlük” kaygılarıyla bir yandan münasip miktarda yaşatılmaya
çalışılır, ancak ne yapsanız sürekli tekelleşme üretmesini
engelleyemezsiniz.
Buna bir de, kapitalizmin bütün meşruiyetini dayandırdığı
“üretim”in genel ekonomik döngüdeki yerinin giderek
ikincilleşmesini, yeryüzünü sınırsız oyun alanı haline getirmiş
malî sermayenin (“aman, piyasalar!”) belirleyiciliğini eklersek, şu
an için mümkün ve muhtemel siyasî rejimin nisbeten demokratik
olabilmesi için tek koşulun, birilerinin demokrasi diye diretmesi
olduğu sonucuna varırız. Bu birilerinin yeterince akıllı, güçlü,
örgütlü olması halinde, “maddî koşullar”ın onca güç bahşettiği kötü
adamlar ve kadınlar, kudret tekellerinin ve zenginliklerinin bir
miktar sınırlanmasını kabul edeceklerdir. Miktarı, demokrasi
isteyenlerin maharetine bağlı.
Demokrasi, özgürlükler veya eşitlikçi bir ekonomik-toplumsal
düzen, kaçınılmaz değildir, durup dururken “maddî koşullar’ın
üreteceği bir sonuç değildir. Bütün bunların bilincine sahip ve o
değişimi gerçekten isteyen ve bunun için mücadele edecek insanların
yaratabileceği bir sonuçtur. Aslına bakarsanız sonuç da değildir,
buraya varmak için yürünen yol, bizzat, sahiden insanca denmeyi hak
eden bir hayat oluşturacaktır. Marx’ın dediği budur. Bakışlarımızı
o taraftan bu tarafa çevirmeye çalışırken bizi olduğumuz yerde
biraz fazla döndürdü. Kaçınılmazdı.
ELEŞTİREL TEORİDEN İTAAT SİSTEMATİĞİ
Yöntem sunan birinin sözlerini doktrinleştirirken, Stalin ve
sonradan gelen pek çok kişi, “nesnel koşullar” kavramından bir
inanç ve itaat sistematiği yarattılar. Oysa bizzat Marksizm,
“nesnel koşullar”ın kaçınılmaz işleyişine bilinçli müdahalenin
teorisiydi. Stalinizm, bundan, âdetâ kaçınılmaz nesnel koşulları
temsilen hükmeden birilerinin meşruiyet iddiasını üretti: Tarihin
akışının nereye varacağı belliydi, bu akışa kendini uydurmak, itaat
etmek gerekliydi.
“Tarihin kaçınılmaz akışı”nın parti ile, partinin önder ile
özdeşleşmesi zor olmadı. Ve tarihin en özgürlükçü felsefesi, en
eleştirel teorisi, korkunç dikta rejimlerine altlık yapılabildi.
Kapitalizmin toplumsal ırkçı, ayrımcı ikiyüzlülük koşullarında anca
kenarda köşede varolabilen özgürlük kırıntıları bile, gizli
servisler tarafından soluk alıp verişi dinlenen, hayat gayesi ve
hayatî korkusu devletle başını derde sokmamak olan yurttaşların
gözüne mücevher gibi görünmeye başladı.
“Devletleşmiş sosyalizm”, nihayet, sosyalizmin Batı âleminde
yitirdiği prestijinin yoksullar dünyasında hâlâ varolduğu
1970’lerde, meşruiyetini aldığı o güzel gelecek hedefinden
vazgeçtiğini ilan etti, “reel sosyalizm” oldu. Yaklaşık bir asır
boyunca haksızlığa, eşitsizliğe isyan eden herkesi cezbetmiş
kurtuluş hayali, “Sovyet yağına bulanmış Çarlık devlet
mekanizmaları” (Lenin) tarafından gasp edilip, bizzat kurtuluş
hayali düşüncesini zor onarılır ölçüde tahrip ettikten sonra söndü
gitti.
Evet, Marksistler yok olmadı. Bizzat şu okuduğunuz satırların
yazarı Marksisttir. Tarihi, insan toplumlarını, toplumsal
mekanizmaları ve değişim dinamiklerinin nerelerde aranması
gerektiğini bize Marx’tan daha berrak anlatabilen çıkmadı.
“Değiştirmek için anlamak”, yalnız felsefî öneri değil, başlı
başına inşa edilecek siyaset kültürünün anahtar önermesidir.
NEDEN PROLETARYA?
Marx’ın, önerdiği siyasî mücadele perspektifinin eksenine
“proletarya”yı oturtması rastgele tercih değildi. Onu bütün bu
tarih ve toplum ve ekonomi ve tabiî siyaset meselelerine kafa
yormaya sevk eden, şüphesiz, öncelikle vicdanî rahatsızlığıydı:
işçiler, çoluk çocuk, korkunç koşullarda boğaz tokluğuna
çalıştırılıyorlardı ve bu rezaletin ortadan kaldırılması için
uğraşmak şarttı. Daha önce pek çok defa dile getirmeye çalıştım,
bir daha tekrarlayayım, Marx, ekonomi üzerine çalışmalar yaparken
komünizmi keşfetmiş bir bilim adamı değil, eşitsizliği ortadan
kaldırmak hedefiyle mücadele yolları ararken eşitsizliğin
kökenlerini bulabilmek için derinlere dalmış bir adamdı.
Ancak Marx o arada bir şeyler de keşfetmişti. “Artı değer” veya
“artık değer” bunların başlıcası olarak bilinir. Ancak Marksizmin
temeli, odağı, çekirdeği sayabileceğimiz esas keşif bu değil. Keşif
demek de doğru değil, zira gerçekte bir tespit ve buna bağlı bir
denklem söz konusu. Marx, henüz Fordizm ve üretim bandı ortada
yokken, sanayi işçilerine dayatılan çalışma koşullarında
insanlık-dışı olanı tespit etti: her gün aynı basit hareketi
yineleyerek boğaz tokluğuna çalışmak zorunda olan insan, bir süre
sonra insanlığından çıkacaktı. Bu konumu, proletaryayı toplumun
insanlıktan en çok uzaklaştırılan kesimi haline getiriyordu. Eğer
proletarya kendi konumunun bilincine varır ve bunu değiştirmek için
harekete geçerse, kaçınılmaz olarak bütün insanlığı insanlık-dışı
bir varoluştan kurtaracaktı. Çünkü aksi halde kapitalizm bütün
toplumu proleterleştirecek, aynı insanlık-dışı varoluş koşullarına
sürükleyecekti.
Yani Marx, her ne kadar işçi sınıfının kurtuluşu için uğraşan
biriyse de, işçilerin mevcut halinde hayran olunacak yan
göremiyordu. Aksine. Bu hal o kadar kötüydü ki, ortadan kalkmasını
Marx “insanlığın kurtuluşu” mertebesinde bir büyük hedefle
ilişkilendiriyordu. “Nesnel” olan buydu. İşçi sınıfının bizzat işçi
olmaktan gelen bir üstünlüğe ve seçkinliğe sahip olduğunu
söylemiyor, kendini kurtarmasının şart olduğu bir hayat sürdüğüne,
kendini kurtarınca hepimizi de kurtarmış olacağına işaret ediyordu.
Ütopyadaki “sabah balık tutup öğleden sonra eleştiri
yapma” esprisi, proletaryanın mevcut konumunun tam
tersiydi.
İri pazılı küçük kafalı proleter resimlerini Marx yapmadı.
Görmedi de. O resimleri, işçilerin oldukları halleriyle
kalmalarını, sadece kendilerine destekçi olmalarını isteyenler ve
onlara hükmetmeyi hedefleyenler yaptı. Sovyetler Birliği veya başka
Doğu Bloku ülkeleri, hiçbir zaman “işçi iktidarları” olmadılar.
MARKSİZMİN PRESTİJİ
Bu süreç içinde Marx yanlışlanmadı. Yanlışları elbette vardı.
Ama kurduğu teori muazzam kuvvetli temeller ve başlangıç noktaları
ve yön levhaları barındırıyordu ve yanlışların ayıklanması,
tespitlerin güncellenmesi, önermelerin değişen zamana uydurulması
elbette mümkündü. Sağlam yaklaşımınız varsa tekil tespitlerinizi,
görüşlerinizi bizzat eleştirip değiştirmeniz mümkündür ve sizi
esastan uzaklaştırmaz. Ne var ki, Marx’ın yanlışı olamayacağında
direten bir Marksistlik doğmuştu.
Bir zamanlar önce onu eleştirmeden iktisat konusunda laf
edilemeyen, bir evrensel teorik değer ölçüsü haline gelmiş
Marksizmin prestijini birden kaybetmesi, beklenmedik ve acayip bir
olguydu. Kapitalist sistemin var gücüyle bu unutturma işine
yüklenmesi şüphesiz rol oynadı. Ancak hiçbir kurtuluş teorisi ve
siyaseti sadece hasımlarınca yok edilemez. Temsilcileri bastırılsa,
ortadan kaldırılsa, görünürlüğü elden geldiğince kısıtlansa bile o
bir yerlerde varlığını sürdürür, hissettirir. Marksizmin başına
gelenlerin öncelikli sorumluları, yeryüzü tarihinin en eleştirel
dünya görüşünden bir nevi totaliter din çıkarmış siyasetçilerdir.
Bütün yeryüzü ahalisine seslenen bir kurtuluş umudu olarak
sosyalizm, son olarak, Kamboçya’da, ülke nüfusunun beşte ikisini ya
doğrudan öldüren ya da ölümüne yol açan Kızıl Khmer’lerle feci bir
kapanış yaptı ve kurtuluş hayalleri âleminden çekildi.
Her şeye rağmen Marx’ın tarih kavrayışını ve eleştirel
yaklaşımını benimseyen az sayıdaki sosyalist düşünür, Marksist
dünya görüşünü değişen global kapitalizmin bambaşka teknolojilerin
belirleyiciliğindeki âleminde yaşatmaya ve yeni tespit ve
önermelerle zenginleştirmeye çalıştılar, çalışıyorlar. Ancak
Marksist sosyalizm, bir zamanlar sahip olduğu cazibeye, ikna gücüne
yeniden kavuşabilmiş değil.
KAYBEDİLEN
Kaybı, yanlış tespitten, isabetsiz önermeden, kusurlu yöntemden
ileri gelmiyor. Zira Marksizm kendi eleştirisine açık bir sistem.
Kaybedilen, manevî güçtür. Stalin dehşeti, Sovyet hegemonyacılığı,
Stasi, Kızıl Khmer vahşeti, komünist parti idaresinde devlet
kapitalizmi (Çin), bir zamanların Üçüncü Dünya kurtuluş
hareketlerinin, başarıya ulaşıp baskıcı, yoz, korkunç iktidarlara
dönüşmeleri, Marksist sosyalizme inancı yok etti. En azından
kitlesel olarak bir daha böyle bir inanç duyulmasını muazzam
zorlaştırdı. Çünkü ahlâkî üstünlüğü ortadan kaldırdı. Kaybın manevî
olduğunu kavrayabilmek “nesnel koşullar”cı sosyalist gelenek için
kolay olmuyor. Ahlâkî bağlantının kopmasının anlamını kavramak
da.
Hele bugünün, Marx’ınkinden çok farklı, bambaşka koşullarında.
Sırf ekonomik sebeplerden ötürü her şeyin eksenine oturtulduğu
zannedilen, oysa Marx’ın teorisinde çok başka bir işlev yüklenmiş
olan proletarya başta olmak üzere insanlığın aşağı yukarı yarısının
en tepedekiler açısından “gereksiz” hale geldiği süreci yaşıyoruz.
Yapay zeka, organ üretimi, nakli, beyne müdahaleler ilerliyor.
Sınıfsal eşitsizliğin yerini “biyolojik eşitsizliğin” alacağını
ileri süren düşünürler var. Yoksul, uzak köşeleri hariç yeryüzü
internet ağıyla bağlı, “çevrim içi” hale geldi, buna karşılık,
muhtemelen bir asır bile ömrü kalmamış ulus-devletler kâh işbirliği
içindeki kâh rakip baskı odakları halinde varlıklarını
sürdürüyorlar. Ve… insanlığın öncü ve başat faaliyeti hâlâ silah
üretimi. Birey ve toplum hayatını bütünüyle değiştiren teknolojik
ürünlerin çoğu hâlâ büyük ölçüde askeriyenin artıkları sayılır.
Marx, konumunu değiştirebilir, kendini kurtarabilirse insanlığı
da kurtarabilecek özneyi proletarya olarak tespit etmişti. Bugün
böyle bir özne var mı? Varsa kim(ler)? Ve nasıl bir mücadeleyle
kendini ve başkalarını kurtarabilecek?
Ama sanırım önce Marksizm külliyatını başarısız totaliter
devletlerin kırmızı kitapları muamelesi görmekten kurtarmak
gerek.