Bu denli nefret ekilmiş, kutuplaştırılmış, gelecek hissi elinden alınan, öfkeli bir toplumda umudu ve yaşam sevincini diri tutmak gerekli ama tabii pek kolay değil. Bu “kalabalık yalnızlık” sözü hissedilen yalnızlığın politik yönünü biraz örtüyor. Çağımız insanının gürültülü yalnızlığından fazla bir şey var çünkü bizde. Toplum olma niteliğini kaybederken giderek yoksullaşan, etrafı insanlarla çevriliyken bağ kurma yeteneğini giderek yitiren bir toplumun kalabalık yalnızlığı bu.
Oldum olası doğum günlerini ve yeni yılı severim. Yeniyi
kutlama, eskiyi uğurlama, korunacak şeyleri hayatta tutma,
arınılması gerekenler konusunda bir tür iç temizlik yapma fırsatı
sunan ışıltılı zamanları… Elbette insan yapıntısı bir şey zaman.
Bir günün devrilmesiyle hemen hemen hiçbir şey değişmiyor. Ne yeni
bir yaş almak ne de yeni bir yıla adım atmak kendiliğinden sihirli
şeyler. Ama insan denen varlık da nedense kısacık ömrünün kıymetini
bilmek için sınırlara, köşe taşlarına, ‘deadline’lara ihtiyaç
duyuyor. Bak işte, üç-dört günü kalmış eldeki yılın. Bakalım yenisi
neler getirecek.
Hayatın neredeyse tamamı eskiyle yeni arasındaki denge üstüne
kurulu. Geçmiş, bugün ve gelecek, sürenler ve sona erenler,
kapatılmış ve açık defterler. Bu bitmek bilmez muhasebe olmasa
sadece psikanaliz değil sanat, siyaset, aşk, genel olarak insan
hayatı dediğimiz şey de var olamazdı. Hepsi kökü çok öncesine,
dalları geleceğe uzanan hikayelerin toplamı. Yeni her şeye biraz da
eskinin gözünden bakar yine de “bu kez” ve “gelecek” daha iyi
gitsin isteriz. Julian Barnes’ın “Bir Son Duygusu”nda dediği gibi,
“En büyük korkularımızdan biri şudur: Hayatın edebiyat gibi
çıkmaması”. Hayatın bir film ya da edebiyat yapıtı olmadığını
bilir, yine de onu mümkün olduğunca anlamlı kılmaya çalışırız.
Dünyada ve ülkede hemen hemen her şey alabildiğine kötü
giderken, yılbaşı hazırlıklarıyla aydınlanan kentler, kapitalist
tüketim alışkanlıklarının yanı sıra başka bir şeyin de sürmesine
hizmet ediyor: Yaşam sevinci ve coşkusunun. Noel pazarının kana ve
nefret suçuna bulandığı bir dünyada bu sevinci sürdürme çabası da
bir parça politik oluyor ister istemez. Öte yandan asgari ücretin
çıka çıka 22.104 TL’ye çıktığı, bu ücretle büyük kentlerde şu an
başı sokacak düzgün bir ev bulmanın bile neredeyse imkansızlaştığı
düşünülürse, marketlerdeki ışıltılı yılbaşı paketleri kötü bir şaka
gibi görünebiliyor göze. Kalabalık bir tükenme eşiğindeki toplum,
bin türlü belirsizlik, yoksunluk ve endişeyle yeni bir yıla
giriyor. Keşke baskın duygu birkaç günlüğüne olsun sevinç
olabilseydi. Ama günlük hayatın her yanından kaygı, nefret ve öfke
akıyor. Merriam-Webster’ın kavramsal seçimi bana göre giden yılı en
iyi tanımlayan şey bu nedenle: polarization (kutuplaşma).
Oxford Sözlüğü, özellikle internet ve sosyal medyadaki “çöp
içerik” tüketiminin hayatı ele geçirmesini anlatan, son derece
risksiz bir kavram seçimi yapmış: Brain rot (beyin çürümesi).
Günümüzün, tek beynini, dolayısıyla hayatını şehir çöplüğü gibi
kullanan insanını tanımlaması açısından risksiz ama başarılı bir
seçim. Yıllardır bu tüketim alışkanlıklarının insan beynine,
düşüncesine ve ayrıca insan ilişkilerine ne kadar zarar verdiğinden
bahsediliyor, bu konuda araştırmalar yapılıyor. Yine de çöp
içeriklerin ve genel olarak “sığlığın” gördüğü itibar giderek
artıyor. Vasata duyulan iştah hiç tükenmiyor; derin, büyülü ve
“hikayeli” olan her şeyin “alıcısı” ise giderek azalıyor. Bunun
sebepleri çok çeşitli ama dünyanın ve özel olarak da ülkemizin bir
travmalar, acılar, katliamlar ve yas antolojisi olan geçmişle bir
türlü yüzleşemeden bugünü sürdürmesi de bu kilitlenme, çürüme ve
yozlaşmanın anahtarı gibi duruyor. Daha önce yazmıştım: Bu
yüzleşmeme nedeniyle “story”den “history”ye dönüşemiyor, anlar.
Onları tarihimizin bir parçası kılacak kadar yerleşemiyoruz anlara,
bir ayağımız hep dışarıda.
Bunlar çoğu insanın şikâyet ettiği ancak pek de kaçınmak
istemediği şeyler. Çağın ruhu ensemizden düşmeyen virüs gibi
bulaşıcı. Hemen hemen bütün ruhlar şikâyet ettiklerinin bir kısmı
ile enfekte. “Yalnızlık hissi” de bunlar arasında. Çoğu insan bir
an bile yalnız kalmıyor ve yalnız olmak istemiyor ama görünüşe göre
“kalabalıklar içinde yalnız” hissediyor.
TDK (Türk Dil Kurumu) 2024 yılını en iyi tanımlayan kelime
(kavram) olarak “kalabalık yalnızlık”ı seçmiş. Aslında günümüze çok
karşılık gelen bir kavram. Ama popüler edebiyatın aforizmalar
üzerine kurulu yaygın türüne ait bir kavram olarak yıllardır çok
kullanıldığı için başta bana pek cazip gelmedi. Hem yaygın “derdi”
tanımlıyor hem de o kadar ağdalı ki, tanımladığını görünmez
kılıyor. Tabii keyiflerince seçmemişler. 7 kelime/kavram TDK
internet sitesinde halk oylamasına sunulmuş, seçilen, kalabalık
yalnızlık olmuş. (Diğer seçenekler merhamet, yabancılaşma,
algoritma, yozlaşma, yapay zeka ve dijital yorgunluk.) Yapay zeka
ve dijital yorgunluk her ne kadar hayatımızın giderek içine
sızsalar da bir çırpıda cazip ve ait hissedilmeyecek kavramlar.
Yabancılaşma, yozlaşma, (listede olmayan) çürüme daha yaygın
kullanılan şeyler aslında ama bizde pek sevilen tumturaklılığa
sahip değiller. Bana sorsalar “çalınmışlık” derdim ki 2021 yılına
ait son yazımda demiştim: “Yeni yılda çoğumuzun içine en çok
çöreklenen şey, bir 'çalınma' hissi olmuştur sanırım. Sadece maddi
boyutlarıyla değil, ömürden bir yıl geçip gittiği için de değil…
Hayatımız ve bildiğimiz manasıyla hayat talan edildiği,
hayallerimizin üstünde tepinildiği için. Bizden çalınanları geri
alabilir miyiz bilmiyorum, ama yaşama hevesini inatla çoğaltmak,
görünen tek çare. Umut bir duygu değil bir direnme biçimi."
Gece Kuşları (Nighthawks) - Edward Hopper
1942
Dile getirildiği kadar kolay bir şey değil tabii, umudu ve yaşam
sevincini sürdürmek. Bu denli nefret ekilmiş, kutuplaştırılmış,
gelecek hissi her bakımdan elinden alınan, öfkeli bir toplumda hele
hiç kolay değil. Bu “kalabalık yalnızlık” sözü hissedilen
yalnızlığın politik yönünü de biraz örtüyor. Çağımız insanının
gürültülü yalnızlığından fazla bir şey var çünkü bizde. Toplum olma
niteliğini giderek kaybederken yetişkinlikte bile aileden ayrılıp
tek başına kirada bir evde oturma şansını pek az bulabilen, giderek
yoksullaşan, yoksunlaşan, etrafı her an insanlarla çevriliyken
Johann Hari’nin “Kaybolan Bağlar”da anlattığı şekilde, bağ kurma
yeteneğini giderek yitiren bir toplumun kalabalık yalnızlığı bu.
Elbette ki herkesin kendi sınırlı hayatı için yapabileceği bir
şeyler var ama bir toplumsal gelecek ve umut inşası olmadan,
buradan çıkmak çok zor.
Alain Badiou, Halk TV’de Kürşad Oğuz’un programı “Gelecek
Fikirler”deki uzun söyleşide dünya politikasına, pek muhtemel
bulduğu 3. Dünya Savaşı’na, hayata ve aşka dair pek çok şey
söylüyor. 88 yaşında hala çakı gibi bir zihin. “Anti kapitalist
olmayan mücadele anlamsızdır ve şartlar ne olursa olsun, hayal
kırıklığı durumu kabullenmemize yol açmamalı,” diyor. Bu kapsamlı
söyleşinin en sevdiğim kısımları ise Badiou’nun dünyayı ele geçiren
vasat, anti-entelektüalizm ve aşk üzerine söyledikleri oldu.
Yalnızlıktan bu kadar şikâyet eden bunca insanın olduğu bir dünyada
aşkın hazırlop değil, daima “yapılan”, mücadele gerektiren bir şey
olduğunu söylüyor. Yazılarımda aşkın gerektirdiği konsantrasyon
düzeyinin bildiğimiz hayatı bir arada tutan şey olduğundan, bu
nedenle aşkı ayrıca düşünsel bir ilgi alanı olarak da
önemsediğimden sıkça bahsetmişimdir. Badiou, aşkın olası mutluluğun
en yoğun biçimi olduğunu söylerken, bunun verili bir duygu değil
bir “oluş” biçimi olduğunun altını çiziyor.
Hayat ve sevgi, seçeneklerin bolluğundan çok seçebilme ve
konsantre olma becerisiyle “kurulan” bir şey. Yoksa insanın
milyonda bir ihtimalle sahip olabileceklerinin sınırı yok. Ömrün ve
olanakların ise, var. Her şeyin hızla tüketildiği bir dünyada
aşkı ve sevgiyi “karşılıklı” sürdürme çabası da aynı zamanda
politiktir. Şirketleşen birliktelikler ya da çift kişilik yalan ve
simbiyoz ilişkileri değil tabii burada kastedilen. İnsanı hayata
karşı güçlü kılan türden aşk ve sevgi.
Hayatı ışıltılı bir çöplüğe çeviren kapitalist tüketim
kültürünün yanı sıra, bunca kadın cinayetinin olduğu, kadın, çocuk
ve beden istismarı üzerinden dönen, suistimal edilen “güç”ün bu
denli yaygın olduğu bir dünya ve ülkede elbette çok zor. Ama en sık
yazdığım sözlerden biridir herhalde: Her şeye rağmen ne aşktan ne
hayattan ne de haklarımızdan vazgeçeceğiz.
Gisele Pelicot davası bu yıla damgasını vuran, aynı zamanda bu
kirli patriyarkal düzenin değişebileceğine dair umut doğuran
şeylerden biri oldu ve şu sözle kazındı zihnimize: “Utanç artık
taraf değiştirmeli”.
Gisele Pelicot
Duygusal birliktelikler insan hayatının önemli bir parçası ama
hissedilen bu “kalabalık yalnızlık”ta arkadaşlıkların,
ortaklıkların, gündelik ilişkilenme biçimlerinin gerektirdiği
medeniyet ve şefkatin hızla tükenmesi de büyük rol oynuyor. Tiffany
Watt Smith, “Duygular Sözlüğü”nde ne Romantikler ne de
nörobilimcilerin bahsetmediği bir diğer yalnızlık türünden de
bahseder. “Anlaşılamamanın karanlık ve sıkışık hissi.” Japon
kültürel deneyimine özgü bir yerden tanımlansa da bu son tür,
sanırım bugün çoğu insanın yaşadığı his. Deneyimin, dışavurumun bu
denli arttığı, herkesin türlü yolla sürekli kendini ifade ettiği,
görünür olduğu bir dönemde, ironik biçimde yaygın bir his.
Hem hayat çok zor, hem de çoğunluk, bu çok zor hayatta sevmeden
sevilmek, vermeden almak, anlamadan anlaşılmak, dinlemeden konuşmak
istiyor. Hoyratlık, tek kalemde harcama, yüzleşmeme, şefkatsizlik
almış yürümüş durumda. Tam da sistemin istediği şey işte bu
kalabalık yalnızlık, bu parçalanma. Neşesini ve sevme, bağ kurma
kabiliyetini giderek yitiren insanları daha beterine, berbat bir
hayatı çok pahalı yaşamaya, haksızlıklara ve yitimlere çok daha
kolay razı edersiniz.
Her şeye rağmen yılmadan sevgi, yaşam sevinci ve “hikayeler”
üretmeye devam edeceğimiz, toplum olma niteliğini yeniden kazanma
yolunda adımlar atacağımız, kalabalıklar içinde yalnız
hissetmeyeceğimiz, “eskisinden daha iyi” bir yıl dilerim
herkese.