Son yıllarda ağırlıklı olarak ekonomi bahsinde çok sık başvurulan bir kavram: “Güven”. Ekonomik krize bir yöntem sorunu olarak yaklaşanların, "güven kaybını" çok önemli bir parametre olarak kullandığına sık tanık oluyoruz. Yabancı sermayenin kaçışına da ekonominin düze çıkamamasına da kötü yönetime de gerekçe veya kanıt sayılıyor “güven kaybı”. Daha çok piyasa aktörleri için referans oluşturan “güven endeksi”, hem iktidar hem de onu eleştirenler tarafından gündeme getiriliyor. Bir taraf düşerken, diğer taraf çıkarken yaşanan harekete odaklanıyor. İşlerin sarpa sardığının kesin kanıtı sayıldığında da, her şeyin düzeldiği iddiasına dayanak yapıldığında da ölçülen şey “güvenirlik” olmuyor aslında.
Sayıları üreten kaynakların sıkı siyasi denetime alınması, liyakatin yerine sadakatin getirilmesi, bu bilgileri dolaştıran medyanın tam kontrolü, sayılarla kurulan, rakamlara dayandırılan hikayeleri gerçek yapmaya yetmiyor. Her alanda ama daha çok ekonomide, sayılar siyasi alana taşınırken inandırıcı kanıtlar oluşturmaktan çok yaratabildikleri psikolojik etki bakımından değerli. Çok ateşli konuşmalarda son derece sıkıcı rakamları peş peşe sıralayan siyasetçiler, bu rakamları kimsenin aklında tutmayacağını çok iyi bilirler. Ancak kalabalıkların üzerine boşaltılan sayı sağanağı, mümkün olan bütün medya alanlarında dolaşıma sokulan rakam yığınları daha çok hislerle ilişkilidir. Mutfak terminolojisiyle söylersek, “rakam yatağında başarı” çok iyi bir şey yiyormuş hissi yaratabilir. Ama bir yere kadar.
Metropoll haziran anketinde vatandaşa TÜİK’in açıkladığı enflasyon rakamlarıyla ilgili bir soru sorulmuş. Soru; “TÜİK, enflasyonu 11.4 olarak açıklamıştı, sizce ne kadardır?” Cevap verenlerin yüzde 30.2’si (en büyük grup) enflasyonun asıl seviyesinin yüzde 30’un üzerinde olduğunu düşünüyor. Yüzde 20-30 arasında olduğunu düşünenler ise (ikinci büyük grup) yüzde 27. Yani vatandaşın yarısından fazlası gerçek seviyenin açıklananın en az iki katı olduğu fikrinde. Ancak ilginç olan iktidar partilerine oy vermiş olan seçmenin de genel eğilimle aynı yönde cevap vermiş olması. AKP seçmeninin yüzde 28.3, MHP seçmenin 33.3’ü “enflasyon 30’ların üzerinde” diyor.
TÜİK’in açıkladığı işsizlik rakamları da gerçekten uzak görünüyor. İddiaya göre Türkiye bütün dünyada işsizlik oranının düştüğü tek ülke olmuş. Devletin resmi rakamıyla ülkede işsiz sayısı 4 milyonun altında. Tablonun çok daha vahim olduğu kolayca gösteriliyor. Örneğin DİSK-AR’a göre 17 milyonu aşkın işsizi var bu ülkenin. Ekonomist Mustafa Sönmez, geniş tanımlı işsizliğin yüzde 25, gerçek işsizliğin ise yüzde 42 civarında olduğunu söylüyor. Kendi evinde, mahallesinde her gün karşı karşıya olduğu gözlemleri yok farz etsek bile, çok basit bir akıl yürütmeyle işsizliğin sahiden gerilediğini düşünmek için siyasi taraftarlık bile yeterli olmaz.
Ekonomideki hangi gösterge ele alınırsa alınsın benzer bir durum ortaya çıkıyor. Berat Albayrak’ın -Erdoğan destekli - sürekli tekrar ettiği bir iddia var: Aslında ekonomik kriz diye bir mesele yok, hatta ekonomik kriz beklentisine yatırım yapanlar sürekli kaybediyor. Sadece doların son on yıllık macerası ve artan dolarizasyon bile bu iddiaları boşa çıkartmaya ve herhangi bir inandırıcılığı kalmadığını göstermeye yeter. Ancak daha önemli bir inandırıcılık göstergesi, iktidarın kendi yaptırdığı anketlerde "en önemli mesele” olarak ekonomik sorunların açık ara önde çıkması. Bütün anketlerde seçmen, hem kişisel hem de ülke düzeyinde yöneticileri yalanlıyor, yok sayılanı en önemli mesele gösteriyor.
Korona salgını karşısında başarısının bütün dünyada parmakla gösterildiğini anlatan iktidar, turizm yasaklarının kalktığı ülkeler listesine Türkiye’nin alınmaması konusunda, yine “bizi kıskanıyorlar” bahanesine sığınmak zorunda kaldı. Bizzat Erdoğan, nedenine açıklık getirmeksizin “başarılı olmamızı istemiyorlar” dedi. Avrupa Birliği ve -özel çıkartma yapılmasına rağmen- Almanya’dan sonuç alınamaması, “tartışmasız başarı” konusundaki iddiayı epey zayıflatıyor. Avrupa ile çok da paralel siyasi refleksleri olduğu söylenemeyecek Rusya’nın da benzer bir karar vermesi, güven meselesinin ciddi ekonomik kayıp anlamına geldiğini gösteriyor. İçeride erken sağlanan “iyi yönetme” kredisi de etkisini hızla kaybediyor.
Baro düzenlemesiyle ilgili yapılan açıklamaları takip ediyoruz. Örnekleri asla verilemeyen “çoklu baro başka ülkelerde de var” uydurmasına ek olarak, “barolardan görüş alınmadığı doğru değil” açıklamaları yapılıyor. Doğruluk testi için basit bir ek soru yeterli aslında; “görüş aldıysanız tam olarak ne dediler?” İstanbul Sözleşmesi'nden Ayasofya’nın açılmasına kadar pek çok konuda, söylenenlerin veya iddiaların doğru olmadığını görmek için özel bir çaba gerekmiyor, her şey apaçık. Tamamen idari bir kararla değiştirilebilecek bir mesele, hem dış baskıyı hafifletmek hem de “şimdiye kadar neden yapılmadığı” sorusuna yasal engel bahanesi uydurmak için mahkemeye taşındı. “İstanbul Sözleşmesini halkımız istemiyor” iddiasını AKP’li kadınlar yalanladı.
İktidar ekonomiden siyasete kadar gerçek dışı iddiaları, çok da kanıtı olmayan “başarı hikayelerini” sayılarla süslemeyi hep becerebildi. Tabanı ve destek çevresi hatta durumun öyle olmadığını çok da iyi bilen çıkar ortakları da bunu kabul etti, belki de çoğaltmaya katkı verdi. Fakat “rakam yatağında başarı hikayesi” artık bu taban için de sindirimi kolay, havalı bir yemek gibi durmuyor. Sadece lezzetsiz olmakla kalmayıp, ağızda kötü bir tat bırakıyor. İnsanların başkaları için söylendiğinde kolay inandıkları, kanıtlarını fazla sorgulamadıkları yalanlar, yaşadıkları sorunlar için tekrar edilmeye başlandığında o kadar rahat kabul görmüyor. Ekonomik kriz yok, enflasyon düşüyor, işsizlik azaldı iddiaları altına hangi rakam kalabalığı serilirse serilsin –yalandan da olsa- güven yaratmıyor.
Korku hikayelerinin etkisini nasıl hızlı kaybettiğini birkaç yıldır izliyoruz. İktidar seçmeninde keskin bir etkisi olduğu düşünülen temaların o kadar da işe yaramadığını gördük. İstanbul’u “Pontus korkusu” elde tutmaya yetmedi, şimdi Ayasofya’dan “içimizdeki Bizanslı” çıkartmak da kolay görünmüyor. Beka hikayesi endişe konsolidasyonuna yetmedi, baro başkanlarını “tehdit” diye gösterip hırpalatmak da yeterli olmayacak. Şimdi “başarı (umut) hikayeleri” konusunda da benzer bir sürece doğru gidiliyor. Sayıları, onu üreten kurumları, onu aktaran medyayı, yorumlayan “uzmanları” en güvenilmez odaklar haline getirdikten sonra, onlardan tedarik edilen rakamlarla hikaye kurmak zor. Kurulsa da inanan bulmak kolay değil.