Güvenli bölge neye yarar?
Güvenli bölgenin meşruiyeti açısından sadece ABD’nin yeşil ışığı da kendi başına yeterli değildir. Üstelik Şam yönetimi böyle bir ahvalde Türkiye’nin Suriye topraklarını işgal etmiş olacağını şimdiden ilan etmektedir.
Faruk Loğoğlu*
Suriye’nin kuzeyinde güvenli bölge kurulması konusunda Türkiye ile ABD arasında uzun zamandır görüşmeler yapılmaktaysa da özellikle bölgenin derinliği, işlevi ve kimin tarafından denetleneceği gibi noktalarda anlaşma sağlanamıyordu. Fakat ne olduysa geçen hafta Ankara’da askeri heyetlerin müzakereleri sonrasında nihayet bir mutabakata varıldığı ilan ediliverdi. Ne var ki durum gerçekte pek de anlatıldığı gibi değil. Zira taraflarca yapılan yazılı açıklamalara bakılırsa “anlaşma oldu” değerlendirmesi eksik ve dolayısıyla hatalıdır. Çünkü karşılıklı açıklamalar incelendiğinde, güvenli bölge konusunda anlaşmak için sadece görüşmelere devam etmek hususunda mutabık kalındığı görülecektir.
Ana rengi belirsizlik olan resmî açıklamaların esaslarına baktığımızda Türk tarafı ABD’nin Türkiye’nin görüşlerine “yaklaştığını” kaydetmektedir. ABD tarafı da bir “harekât merkezi” kurulacağına vurgu yapmaktadır. “Ortak” harekât merkezinde hangi eylemlerin kimin tarafından hangi hedef ve esaslara göre koordine edileceği belli değildir. Güvenli bölgenin sınırlarının tarifi, kimin tarafından kontrol edileceği, ne zaman ve nasıl hayata geçirileceği konularında somut herhangi bir bilgi yoktur. “Geri gönderilecek Suriyeli sığınmacılar” konusuna da sadece teğet bir atıf vardır.
O halde bu ara mutabakat sonrasında tarafları ne beklemektedir? Ve iki müttefik ülke bu kararı bu kadar zaman geçtikten sonra neden şimdi alabilmişlerdir? Sondan başlarsak, mutabakatın zamanlamasını belirleyen gelişme ABD Savunma Bakanı Mark Esper’in, “Fırat’ın doğusuna yapılacak tek taraflı bir operasyona ABD’nin karşı çıkacağı” yolundaki açıklaması olmuştur. Amerikan askeri heyeti bu kırmızı çizgiyi gözeten, fakat Türkiye’nin kaygılarını karşılamaya yönelik bir öneri paketiyle Ankara’ya gelmiştir. Ankara’nın en azından bu sefer gerçekçi davranmasıyla bir ara yol üzerinde mutabakat sağlanmıştır.
Varılan mutabakat iki önemli ve kanımca olumlu sonuç doğurmaktadır. Biri, Türkiye ve ABD silahlı kuvvetlerini karşı karşıya getirecek bir gelişmenin önü – şimdilik- kesilmiştir. Diğer ise, Türkiye’nin Fırat’ın doğusuna yapmak hazırlığı içinde bulunduğu askeri operasyon şimdilik ötelenmiştir. Bunlar küçümsenecek sonuçlar olmayıp, Ankara’ya daha kalıcı ve barışçı çözümler için zaman kazandırmakta, farklı seçenekleri gündeme getirerek diplomasiye alan açmaktadır.
Güvenli bölge konusunda dikkate alınması gereken en az dört önemli gerçek vardır. Birincisi, Şam yönetiminin muhalefetine rağmen ABD’yle hayata geçirilecek herhangi bir güvenli bölge düzenlemesi Suriye’nin toprak bütünlüğünü tehlikeye sokacaktır. Olası bir müdahale sonrasında, Türkiye’nin müdahale gerekçesi yaptığı “Kürt koridoru” Türkiye sınırlarına bitişik topraklarda değil, fakat daha aşağılarda oluşabilir. PYD/YPG, hem Ankara, hem Şam muvacehesinde Washington’un koruması altında dokunulmazlık ve ayrıcalıklı bir konum kazanacaktır. Öte yandan, bölgeye sığınmacıların yerleştirilmesi sonucunda oluşacak demografik yapı değişiklikleri bölge halkının tepkisine yol açacak ve Suriye’ye bir gün barış gelse bile sınırımızın güneyi kronik gerginliklere sahne olacaktır. Dolayısıyla savaş sonrası Suriye’nin yapısının belirlenmesi toplumun bütün unsurlarıyla birlikte Suriyelilerin işi ve kararı olmalı, hakları yıllardır inkâr edilen Suriyeli Kürtlerin hakları da ülke birliği ve bütünlüğü çerçevesinde tanınmalıdır.
İkincisi, Türk-Amerikan anlaşmazlığının özünde güvenli bölgenin amacı hakkındaki köklü uyuşmazlık yatmaktadır. Türkiye’nin amacı, ülke topraklarını terör örgütü PYD/YPG tehdit ve tehlikelerine karşı korumak ve sınırı boyunca PYD/YPG kontrolünde bir koridor oluşması önlemektir. ABD’nin amacı ise IŞİD’le mücadelede en etkin müttefiki olarak gördüğü için PYD/YPG’yi Türkiye’ye karşı korumak ve PYD/YPG’yi savaş sonrası Suriye’de Amerikan çıkarlarına uygun bir yapıya sahip kılmaktır. Bu nedenle, konunun diğer yönleri (derinlik, kontrol, sığınmacılar) ikincil derecede kalmakta, birbirlerini müttefik addeden aktörler aynı masada farklı ritimlerle dans etmeye çalışmaktadırlar.
Üçüncüsü, güvenli bölge oluşması için ya ilgili devletin, yani Şam yönetiminin talep ve rızası, ya da BM Güvenlik Konseyi'nin -bağlayıcı olan- kararı lazımdır. Konumuz bağlamında ne biri ne de diğeri mevcuttur. Dolayısıyla güvenli bölgenin meşruiyeti açısından sadece ABD’nin yeşil ışığı da kendi başına yeterli değildir. Üstelik Şam yönetimi böyle bir ahvalde Türkiye’nin Suriye topraklarını işgal etmiş olacağını şimdiden ilan etmektedir. Bu koşullarda oluşturulacak güvenli bölgenin siyaseten sürdürülebilmesi uluslararası hukuk ve ilişkiler bakımından Ankara için çok zor ve sorunlu olacaktır.
Dördüncüsü, güvenli bölge kurulsa dahi Türkiye’nin güvenlik ihtiyacını karşılamayacak, tehdit ve tehlike olarak gördüğü unsurlarla bilmem kaç kilometre derinlikte ve Suriye topraklarında yine karşı karşıya kalacaktır. Bu bağlamda, içeride ve dışarıda teröre karşı birden fazla cephede mücadele veren silahlı kuvvetlerimizin ABD’nin ciddi ölçülerde silahlandırdığı PYD/YPG unsurlarıyla çatışma olasılığı da hesaplanması gereken hususlar arasındadır.
Neticede, Suriye kaynaklı terör tehdit ve tehlikesinin bertaraf edilmesinin yegâne çıkış yolu Suriye halkının Arap, Kürt, Türkmen ve diğer bütün unsurlarıyla hep birlikte toprak bütünlüğü ve bağımsızlık ve egemenlik ilkeleri çerçevesinde ülkeyi huzur ve istikrara kavuşturacak bir barış üzerinde mutabık kalmalarını sağlamak ve Türkiye olarak bu ulusal uzlaşı sürecine katkı vermektir.
Bu itibarla, Ankara’nın Suriye kaynaklı tehditlerin önlenmesi ve komşu ülkenin toprak bütünlüğü ve bağımsızlığının korunması için öncelikle Şam yönetimiyle ilişki kurması gerekmektedir. Güvenli bölge için “harekât merkezi” formülü ABD’nin Türkiye’yi oyalama vasıtasıdır. Eğrinin doğruya denk geldiği nadir bir durum olarak güvenli bölge ve Fırat’ın doğusuna operasyon konularında oyalanması aslında Türkiye’nin çıkarlarıyla uyumludur. Çünkü kazanılan bu zaman diliminde, Ankara’nın Adana Mutabakatını da hatırlatarak, Şam’la görüşmelere başlaması en akılcı seçenektir. Son olarak, İdlib’te giderek ivme kazanan gelişmeler de Ankara-Şam diyaloğunun başlatılmasını zorunlu kılan başka bir nedendir. Ankara Şam’la konuşur ve anlaşmaya başlarsa, iki komşu ülke de kazançlı çıkacaklardır.
*Emekli diplomat, eski CHP milletvekili