Milli Savunma Bakanı Akar’ın telefonda ABD’li mevkidaşı Esper’e ilettiğine ve Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Aksoy’un yineleyerek açıkladığına göre Ankara ABD ile uzlaşamazsa Fırat’ın Doğusu’nda sınır boyunca 32 kilometre derinliğinde bir Güvenli Bölge’yi tek taraflı askeri müdahaleyle kuracak. Söz konusu bölge yalnızca ve tümüyle TSK’nın denetiminde olacak. “PYD/YPG” buradan tamamen çıkartılacak. Konuyu ele almak üzere bir ABD heyeti de bu hafta bekleniyor.
Alıntıladığım iki gayet net ve katı mesajın arasında MGK bildirisi var. İlgili bölüm çok daha nüanslı, temkinli ve ihtiyatlı. Metinde “bölgenin tüm terör unsurlarından temizleneceği” bir amaç olarak yinelenmekle birlikte, bu amaca ulaşmanın yöntemi olarak “bütün gücümüzle bir ‘barış koridoru’nun inşası için gayret sarf edileceği hususundaki kararlığın teyit edildiği” belirtilmiş.
Güvenli Bölge kurulması için çaba göstermek konusunda kararlı olmakla, o bölgeyi ABD’nin karşı çıkmasına ve alandaki askeri varlığına rağmen tek yanlı yani diplomatik uzlaşısız harekâtla Suriye’den koparmak arasında epey ton farkı var. Belki Sözcü Aksoy’un açıklaması, benim gibi, sözcük dizimi ve seçimiyle gereğinden fazla ilgili diplomasi hastalarına asıl niyetin ve yapılacak olanın aynı kaldığını vurgulamaya yönelik. Ve herhalde, beklenen ABD heyetine “hoşgeldiniz dosyası” niteliğinde.
Tüm bu tantanalı hazırlık, Suruç ve Akçakale’ye karşılarındaki Kobane ve GreSpi/Tel Abyad’a girmek üzere yapılan askeri yığınak, yine son MGK bildirisini temel alırsak “Suriye sınırımız boyunca oluşan otorite boşluğunun ülkemize yönelik tehditleri artırması sebebiyle.” Özcesi, yapılacak iş belli, ona bir genelgeçer gerekçe uydurulmak istenmiş. Buradaki tehdit algısının güvenlik değil siyasal boyutlu olduğu ortada.
Komşuya geçip geri dönelim, ki MGK bildirisi de öyle yapıyor, Hakurk’ta Pençe Harekatı de sürüyor. Bu kapsamlı harekâta dair ABD’den hiç ses yok, hatta Erbil ve Bağdat da sessiz. TSK’nın kalıcı olacağı, harekâtın da zaten kalıcı askeri varlık hatta “sınır düzeltme” amaçlı yapıldığı anlaşılıyor. Bu sırada Osman Köse suikastına tam da o Türkiye-İran-Irak üçgen bölgesinin hakimi Bradosti aşiretinden Sıtkı Kerimhan’ın karıştığını öğreniyoruz.
Anımsayalım: Bradostilerin Zozik şirketler topluluğu, CENTCOM’un Irak’tan belki en büyük tedarikçisi. Aile de IKB’nin değil, Irak’ın en zenginlerinden. Sıtkı Bradosti ABD (ve anımsadığım kadarıyla TC) vatandaşı. Vaşington’da ve İstanbul’da mutena semtlerde konutları olan, muteber bir işadamı. Bradostiler, Barzanilerin “kanlısı” ve önce Saddam’a, sonra Talabani’nin KYB’sine, en son olarak ABD’ye yakın duran, deyim yerindeyse “stratejik önemi bulunan” bir aşiret.
Amaç PKK’yı bitirmek, olmadı Kandil’de yalıtılmış, ideolojik ve askeri bakımlardan marjinalleştirilmiş, ihmal edilebilir bir güce indirgemek herhalde. Böyle olunca, Irak’la sınır bölgesi, Afrin ve Güneydoğu’da, alanda elde edilen “kazanımlarla”, kısaca “Rojava” denilen bölgede PKK’nin özerk yerel yönetim kurması, Abdullah Öcalan resimleri asılı bir gayrıresmi gümrük kapısı bulunması çelişiyor. Bu çelişki Ankara’nın mevcut bakış açısından sürdürebilir değil.
ABD’nin ise bana sorarsanız bir bütüncül “Kürt siyaseti” yok. Olmalı mı yahut olabilir mi, orası da kuşkulu. Her neyse, ABD’nin günü kurtarmaya yönelik ayakoyunlarının, oyunu zamana yayma hamlelerinin de sonuna gelmişe benzeriz. Suriye Özel Temsilcisi Büyükelçi Jeffrey’nin de kendi yarattığı küçük diplomatik evreni doğal sınırlarına ulaştı; dananın kuyruğu kopuyor.
ABD ile Türkiye uzlaşı zemini bulabilir mi? S-400 konusunda, alımdan kuruluma, kurulumdan aktivasyona pembeleşen kırmızı çizgileri gördük. Desek ki, TSK F-35’e geri kabul karşılığı, Suriye’ye girmez, o da tutmuyor. Mutlak öncelik bu tasarlanan harekât. Pekiyi, Başkan Trump, 2020 seçimlerinden önce Afganistan için açıkladığı gibi, Suriye’den de topyekun çekilme kararı alır mı? Olamaz diyemeyiz.
Fırat’ın Doğusu’na yönelik pek çok noktadan eşanlı bir hamle başlarsa, anamuhalefetin mutad veçhile buna destek olması beklenir. Bir-iki çatlak ses çıkarsa, onlar da “milli duruş” çağrısıyla azarlanır, hizaya sokulur. Muhtemelen bir cenazede yaşanacak eğreti bir el sıkışması “özlenen görüntü” manşetleriyle duyurulur. Malum mahfillerin “özlenen görüntüleri” de sınır boyunca tespih taneleri gibi sıralanmış Kürt nüfus yoğunluklu yerleşim birimleri yerle bir edilirken yaşanır.
Toplumdan gür, kitlesel bir “savaşa hayır” sesi gelmesi beklenmez. Örnekse Kadıköy’de Suruç Anması’na dahi ilgi göstermeyen CHP böyle bir girişim örgütlemez. Bizim kendi Kürt nüfus yoğunluklu illerimizden sınırın öte yanındaki akrabalarıyla dayanışma gösterileri beklenir. Ancak bunlara da kolluk gücünün sert müdahale eder ve büyük kentlerden, toplumun farklı katmanlarından dayanışma gösteren pek çıkmaz.
CHP’nin yeni anayasa ve Kürt Raporu güncelleme denemeleri böylece boğuntuya getirilir. Belki Gül-Babacan’ın partisi dahi bu yolla henüz “beşiğinde boğdurulmuş” olur. Adı konmamış olağanüstü hal uzar gider, “doğan görünümlü şahin” rejimimiz dökülür gider. İktidar seçmenine şirinlik olsun diye, Suriyelileri önce sınır yakın kamplara, oradan “girilen” yerlere süpürür. İşte bildiğiniz tenkil ve iskân siyaseti, bilmem uzatmama gerek var mı?
Bakınız dün değerli Kemal Can da yazdı: “ABD ile S-400 krizinde sağlanabilen nispi denge veya kazanılan zamanla, Suriye’de ve belki Kıbrıs’ta yapabilecek yeni hamleler eşliğinde, Türkiye İttifakı’nı milliyetçi muhtevayla yenilemek/genişletmek güçlü seçeneklerden biri.” Son YAŞ toplantısında tuhaf pozlar verilmesi ve kararların bize daha önce 15 Temmuz kahramanları diye tanıtılanlardan pek çoğunu emekli ettiği görülmesi belki aynı çalımlardan. İstanbul ve Ankara’da “kale” görünümlü, görkemli MİT karargâh binaları hizmete alınması da cabası.
Bu resme Demirtaş’ın şu geçerli sorusunu da eklemeli: “Bu darbeci askerlerin Meclis'i bombalama ve yüzlerce sivil yurttaşı katletme emirlerini 15 Temmuz’da verdiğine inanıyorsunuz da Sur’da, Cizre’de tek bir sivilin öldürülme emrini vermiş olabileceğine neden inanmıyorsunuz?” Sonuç olarak, Suriye sınırına duvar ördük, bu sınırı seçmece silahlı gruplara açık tuttuk, sonra güvenlik tehdidini bertaraf gerekçesiyle Suriye’nin içine girdik. Bu yaklaşımı değiştirecek, oyunu bozacak bir “zor” da ufukta yok.