Polisiye, sinema ve televizyonda hayli eski, müşterisi kalabalık
bir tür. Alanın aşırı genişlemesi ve giderek çeşitlenen yüksek
talep nedeniyle, bir sürü alt kategorisi de çıkmaya başladı. Bu
türün popüler ürünleri öyle bir kitleselliğe ulaştı ki, çoğu
hikayenin geçtiği ABD’nin hukuk -hatta teknik işleyiş- mevzuatı,
bütün dünyadaki insanlar tarafından kendi ülkelerinden daha
ayrıntılı biliniyor. Tersi örnekler (yolsuzluk hikayeleri) çoğalsa
da, ağırlık hâlâ suçluların peşindeki özel kahramanlarda. Kaba
popüler örneklerin büyük çoğunluğunda, güvenlik görevlilerinin
bürokratik veya yasal engellerle karşılaşması da, çok başvurulan
klişe olmaya devam ediyor. Seyircinin dizinin yıldızıyla kurduğu
duygusal özdeşlik, suçluları yakalamak veya ortadan kaldırmak
konusunda kahramanın ayağına dolanan engellerden hoşnut olmamasına
neden oluyor. Bu engellerin bir kısmı politik etkilerle kirlenmiş
amirler, organize olmuş karanlık güçler olarak gösterilse de
“hukuk” engeli azımsanmayacak bir yoğunlukta. “Suçlulara”
saklanacak delikler yaratan “haklar” ve onları temsil eden
“güvenilmez” avukatlar sık başvurulan negatif örnekler olarak
çiziliyor.
Dizi ve filmlerdeki -polis- güvenlik güçleri için istenen (göz
yumulan) “yetki aşımının”, zaman zaman şiddet kullanımının, haklar
ve yasalarla sınırlanmamış “cezalandırma” fütursuzluğunun gerçek
hayattaki karşılığı, bu kurgu hikayelerdeki gibi değil. Kurgu
hikayelerde polisin suçluyu hemencecik derdest etmesini engellediği
için gıcık kapılan yasal sınırlar, aslında günün birinde herkesin
başına gelebilecek korkunç şeyleri önlemek için. Yıllar süren
mücadelelerle geri kazanılmış haklar. “Güvenliğinin sağlaması” için
güç ve şiddet tekelini devlete devreden vatandaşın, bu güç
karşısındaki yalnızlığını ve savunmasızlığını çözme çabası, insan
hakları mücadelesinin özünü oluşturuyor. Güvende hissetmek için
verilen yetkilerin, zaman içinde en büyük güvenlik tehdidine
dönüşmesi ihtimali, güvenlik güçleri ile vatandaşlar ilişkisindeki
yasal sınırları çiziyor. Bu, süreklilik kazanmış ve kolay
bitmeyecek bir kavga aslında. Türkiye’de bir kesimin çok uzun
süredir bildiği ama son beş yılda daha geniş bir kesimin yaşayarak
öğrenmeye başladığı bir süreç işliyor: İktidar sahipleri neyin
–veya kimlerin- güvenlik sorunu olduğuna karar veriyor, bu
çerçeveyi dayatarak (köpürterek) güvenlik aygıtını nitelik ve
nicelik olarak büyütüyor, daha baskın hale getiriyor. Güvenlik
aygıtı etrafındaki tartışma da, güvenliği sağlama yeterliliğinden
çok güvenlik gerekliliği üzerine inşa ediliyor.
Dünyada (özellikle Batı'da) 11 Eylül sonrası oluşan -biraz da
pompalanan- “güvenlik kaygısı” eşliğinde, büyük kalabalıklar
güvenlik güçleri karşısında birçok haklarından epey geriye
çekilmeye ikna edilmişti. Örneğin, bütün kamusal alanların
kameralarla gözetlenmesi konusundaki güçlü itirazlar artık
neredeyse hiç duyulmaz oldu. Hatta özel hayatın korunması isteğinin
yerini, yeterli ve etkili gözetleme yapılması talepleri aldı.
Türkiye, demokratik deneyimindeki zayıflık dolayısıyla, her zaman
“güvenlik devleti” olmaya daha yakın olarak tanımlanabilir. Bütün
tersi iddialara rağmen, milletinin hizmetinde bir devlet yerine,
devletine sadık vatandaş (bunu sıkı denetlemesi gereken kolluk) bu
memleketin daha güncel meselesi oldu. Bu yüzden, ister devletin en
tepesindekiler ister sokaktaki adam, hoşuna gitmeyen bir durumla
karşılaştığında basıyor “vatan haini bunlar” etiketini. Bunun
devamı özgürlük-güvenlik dengesinin bozulması ve herkesin daha çok
gözetim altına alınması, çoğunluğun da buna razı olması. “Allah’ın
lütfu darbe girişimleri” de yüksek bahane ifrazatına neden oluyor.
Memleketin en az yarısının hain, terörist, suçlu görüldüğü,
gösterildiği bir zeminde, sürekli ve büyüyen güvenlik ihtiyacını
öne sürmek için fazla uğraşmak gerekmiyor.
Yapılan araştırmalarda insanların kaygı duydukları konular
arasında “güvenlik” meselesi hızla irtifa kaybediyor görünse de,
iktidar sahipleri açısından durumun ehemmiyeti azalmıyor. Beş yıl
önce yasalaşan iç güvenlik paketiyle polisin yetkileri aşırı
genişletilmişti. Mevzuat düzenlemeleri yanında, dev bir sektöre
dönüşen “özel güvenlik” personeli de, giderek gündelik hayatın
önemli bir parçası haline geldi. İnsanları coplayan, kelepçe takan,
polisçilik oynamaya kalkan hatta otobüslerde şortlu kadın
tekmeleyen özel güvenlikçiler görmeye başladık. Erdoğan yıl başında
Şehir ve Güvenlik Sempozyumu’nda şunları söylemişti: “Artık
şehirlerimizin güvenliğini sadece kolluk gücü ile
sağlayamayacağımız bir duruma gelmiş durumdayız. Her ülke ve toplum
kendi ihtiyaçlarına uygun çözümleri kendi üretmelidir.” Anlaşılan
bu ülkenin bulduğu çözümlerden biri de, nostaljik bekçilik
müessesesi. Bekçiler son derece muğlak yetkilerle daha korunaklı
yasal çerçeveye alınırken, karşısındaki vatandaş bir adım daha
geriye çekilmeye zorlanıyor. Kılcallara doğru yayılan “devlet gözü”
büyüyor. Üç aylık kurslarla müdahale imkanı da alan bekçiler, canlı
kameralar halinde ortalığa salınacak.
Cumhurbaşkanı Erdoğan Anadolu Medya Ödülleri Töreni’nde,
“Ülkemizin ve milletimizin birlik, beraberlik, kardeşlik ve
dayanışma içinde olması gereken dönemde içindeki nefreti kusanlar
mı var? Hemen bunları belirleyip sokağa çıkmaz hale getirmeliyiz”
diyor. Bu sözler, resmi, gayriresmî güvenlik aygıtının yasal ve
fiili olarak genişletilmesiyle beraber düşünülünce endişe artıyor.
Mevcut kolluk ve hatta yargı karşısında zaten iyice çaresiz ve
savunmasız bir alana kıstırılmış olan vatandaşlar, hizmet kılığında
yeni güvenlik çemberleriyle kuşatılıyor. En önemli özgürlük
kısıtlamaları “sizin güvenliğiniz için” yalanıyla kabul
ettiriliyor. Mahkemenin avukatları sanık için tehdit gördüğü,
Cumartesi Anneleri’nin turistleri rahatsız ettiği gibi iddiaların
kolayca dile getirilebildiği günlerden geçiyoruz. Şimdi güvenlik
aygıtını bekçilerle genişleten iktidarın, kendisi için bir savunma
gücü yaratmaya çalışıp çalışmadığı tartışılıyor. Elbette meseleye
bu açıdan da bakılabilir. Ancak 260 bin polis, 180 bin jandarma, 50
bin korucu, 500 bin askerin güvenlik açığının, 30 bin bekçi ile
nasıl kapatılacağı çok tartışmalı. Bu, kamu güvenliği için de
iktidarın kendi güvenliği için de böyle. Sayısı iyice artırılmış
olan mevcut kolluk gücüne, 1,5 milyon sınırına yaklaşan özel
güvenlikçileri ve giderek büyüyen elektronik takip sistemlerini
ekleyince, “güvenlik cenderesinin” -özgürlük sorunu olmanın
yanında- kendisinin bir güvenlik sorunu haline dönüştüğü
görülüyor.