Güvercini kim vurdu?
Herkes şunu merak ediyordu: Güvercini gökten koparıp demir kanatlıları göğe salan bu dehşetin sahipleri kimlerdi? Gökyüzünü yaşama kapatıp ölüme açanlar kimler?
İdris Baluken*
Güneşin kızgın ışıklarıyla ısıttığı peygamberler diyarında, barış güvercini vurulduğunda, tam tamına dört yıl öncesiydi. Nefes almayı bile imkânsız kılan bir temmuz sıcağı…
Uçmayı henüz öğrenmiş, kar beyazı bir güvercin Suruç semalarında kanat çırpmaktaydı. Göğüs kafeslerindeki her bir kırmızı yüreği, beyaz güvercinlere çevirmiş, güvercin yürekleriyle nefes almayı, yaşamayı öğrenmiş, 33 genç insanın Suruç’a geldiğini öğrenmişti. Gençlerle birlikte, Kobani’ye gitmekti niyeti. Gençlerin, yüreklerindeki duyguları avuçlayıp Rojavalı çocuklara uzatma anlarını kaçırmak istemiyordu. Çünkü yaşadığı coğrafyanın, o coğrafyadaki her bir canlının kaderinin, geleceğinin, o anın mayalayacağı ruhla şekilleneceğine inanıyordu. Heyecanlıydı, biraz da yorgun. Ne de olsa uçmayı, göğün maviliklerinde korkusuzca kanat çırpmayı yeni öğrenmişti. Küçücük bedeni, taşıdığı ruhun ve heyecanın büyüklüğünü taşımakta zorlanıyordu. Buna rağmen gençlerin konakladığı binanın etrafında umarsızca dolanıp durmaya devam etti.
Bir gözü sürekli olarak yolculuğun başlayacağı anı kolluyordu. Ne olduysa öylesi bir anda oldu. Korkunç sesli bir cehennem alevinin belirmesiyle, etrafa demir ve şarapnel parçalarına gizlenmiş ölüm yağdıran o patlama anını gördü. 33 güvercin yürekli genç, kanlı ve cansız bedenleriyle öylece yere yığılıvermişti. Bu anın, ruhunda açtığı yarayı, benliğinde yarattığı acıyı tanımlamaya imkân yoktu. Yetmezmiş gibi, yerden fırlayan şarapnel parçaları değil ancak saçılan kan damlacıkları, bembeyaz kanatlarına bulaşmıştı. Kanlı bir beden ve yaralı bir ruh, büyük bir telaşla ters istikamette uçmaya başladı. Ardına bile bakmıyordu, bakamıyordu. Buna rağmen ölümün soğuk nefesini, yırtıcı bir kuşun gölgesi gibi sürekli üzerinde hissediyordu. Gece-gündüz demeden, aç ve susuz, aradan geçen zamana aldırış etmeksizin uçtu. Kanatlarındaki bütün takatin tükendiğini fark ettiğinde, gece yarısı olmuştu. Ceylanpınar’daki o evin penceresine konduğunda, her şeye rağmen, kanatlarındaki kandan temizlenmeyi ve ruhundaki kanamaları durdurarak iyileşmeyi umuyordu. Bunun mümkün olmadığı bir durumda, her kuşun yazgısında olduğu gibi acısını ve yarasını kimselere göstermeden, bir kuytucukta sessizce can vereceğini biliyordu.
Aklındaki fikirleri ve darmadağın olmuş hislerini henüz toparlayamamıştı ki, bu defa bir evin içinden silah ve çığlık seslerinin geldiğini duydu. Patlayan silahların iğrenç sesleri, can çekişen insanların acı seslerine karışmıştı. Birkaç gündür, kendisini izleyen ölüm gölgesi, belli ki evin içine kadar sokulmuş, iki genç polisin üzerine uykunun en masum diliminde çöküvermişti. İki polis de insanlığı utandıracak şekilde katledilmişlerdi. Azgın gölgenin nefesini daha da yakınında hissetmesi uzun sürmedi. Karanlığı yırtarak ilerleyen bir kurşun, beyaz ve minicik kursağının tam ortasına, kaşla göz arasında saplanıverdi. Azgın bir ruhla polisleri uykuda katleden kurşun, beyaz güvercini en kaygılı anında yakalayıvermişti.
Cansız ve minik bedeni, ağır bir kütle gibi yere çakıldıktan kısa süre sonra, göğü insan yapımı dev demir kanatlılar kapladı. Her bir kanadına yüzlerce tonluk ölüm sığdıran, soğuk, ruhsuz ve cansız kanatlılar. Yaşama düşman, ölümün kanatlıları!
Herkes şunu merak ediyordu: Güvercini gökten koparıp demir kanatlıları göğe salan bu dehşetin sahipleri kimlerdi? Gökyüzünü yaşama kapatıp ölüme açanlar kimler?
Suruç’taki vahşeti neredeyse hiç dert etmedi, birileri! Üzerine gidilmedi. Öyle olduğu için o vahşet yüzünü bir süre sonra Ankara’da, İstanbul’da gösterdi. Katliamdan kurtulanların başına getirilenlere, mahkeme süreçlerindeki utanılası yüzeyselliklere ve daha pek çok yaşanmışlıklara bakıldığında, hâlâ da aynı kabul edilemez tavrın devam ettirildiği söylenebilir. Ya Ceylanpınar? Katledilenler polis olduğu için acaba üzerine gidilecek miydi, detaylar açığa çıkarılıp halkın, toplumun önüne getirilecek miydi? Dehşetin sahipleri, barışın katilleri olarak teşhir edilip barışın yeniden diriltilmesi yoluna gidilecek miydi? Zayıf da olsa, bu konudaki iyimser beklentileri sıralamak mümkün…
Ne var ki, olaydan sonra esrarengiz ve çelişkili açıklamalar birbirini izledi. Birilerinin gözaltına alındığını duyurdu haber bültenleri. Sonra güvercin kanını andıran kırmızı yazılarla, saldırganların tutuklandığı haberleri geçti. Derken mahkeme süreçleri başladı. Kırmızı yazıların örttüğü yalanlar, hiçbir kimsenin umurunda olmayan mahkeme süreçlerinde saçılmaya başlandı. Süreç ilerledikçe, tutuklananların olayla ilgileri olmadığı ortaya çıktı. Beraat kararlarının hiçbiri yalanın kırmızı yazılarına konu olmadı. Tüm bu sürede ise iş işten geçmiş, buraları bir süreliğine terk eden ölüm, en büyük acımasızlığı kuşanarak geri dönmüştü. Ölüm haberleri, spor bültenleri ile hava durumu raporları arasına önemsiz ayrıntılar olarak serpiştirilmekteydi. Gençler ölüyor, evler yıkılıyor, kentler kasılıp kavruluyordu. Aynı şekilde, umudu ölen insanlar, diri diri gezinen cenazelere dönüşüyordu. Yaşayan ölüler, cansız canlılar gibiydi, her biri. Böylesi bir ortamda dahi, acının yırtıp kanattığı yüreklere, duyarsız kalanlar çoğunluktaydı. Bunlar savaşın ve ölümün gerçeklerine sırtını dönmeyi tercih etmişlerdi. Ta ki savaşın demir pençeleri, kendi ceplerini yırtıp cüzdanlarını parçalayıncaya kadar! Yüreklerdeki yırtıkları hissedemeyenler, ceplerine ulaşan yırtıklar sayesinde duyumsadılar savaş gerçeğini. Gerçek, incitici olsa da ne yazık ki, yazılanların çok daha ötesindeydi…
Hal böyleyken bile kırmızı yazılı duyuruların hiçbirinde gerçeğe yer verilmedi. Mesela, Ceylanpınar’daki barış cinayetine dair meclise verilen soru önergelerine cevap dahi verilmedi. Meclis Komisyonu kurulması talebi, ezici oy çokluğuyla reddedildi. Devlet yetkililerinin bu konudaki suskunluğu, neredeyse yeminli bir dilsizliğe evrildi. Ve daha pek çok şey… Boğazına kadar çamura batmış medya da tüm bu vahim tabloyu görmezden geldi. Haber bültenlerine, daha fazla yalan ve ölüm sığdırmanın yarışına girdiler. Her kim ki ölümü en çok kutsar, yalanı en fazla yutturursa, pastanın en büyük dilimi ona verilecekti. Kanlı dilimlerle beslendikçe semirdiler, öyle ki bazıları TV ekranına bile sığamaz hale geldiler. Buna rağmen doymadılar. Karanlığın dışında yaşayamayan baykuşlar gibi keskinleşmişti gözleri. Birilerini gözlerine kestiremesinler, anında, o karanlığın içinde av haline getirirlerdi. Birkaç sözcüğü çekip alsan, derli toplu bir cümle kurmaktan dahi aciz olan bu varlıklar, ne Suruç’u ne Ceylanpınar’ı ne de sonrasındaki o çalkantılı kan deryasını dert etti. Başka topraklarda 40 yıla, belki de 400 yıla sığacak kadar ölüm, yıkım, kan, acı, gözyaşı bu yaratıklar sayesinde, güzelim topraklarda sadece son dört yılda yaşandı. Bir güvercin ölüsünün gerisinde, binlerce, on binlerce ceset yığını, harabe molozları, pek çok kent enkazı yığıldı. Aslında güvercin ölüsü, insanlık tarihi boyunca ya uğursuzluk belirtisi ya günah öğretisi ya da felaket habercisi olarak kabul edilmişti. Umurlarında mıydı? Güvercinlerin acı çığlıklarını, tam da o dönemlere denk gelecek şekilde doyumsuz kâr hırsıyla bileyip zeytin ağaçlarına dadadıkları baltaların çıkardığı seslerle gizlediler. Baltalar zeytinlikleri, kurşunlar güvercinleri katlederken, onları şehvetle kendilerinden geçiren tek şey, daha fazla beslenme, daha çok semirme isteğiydi.
Neyse ki, halk uyanıyor, toplum diriliyor, savaşın getirdiği felaket ve sefaletler daha fazla sorgulanıyor. Baltalara ve silahlara karşı zeytin dallarından ve güvercin kanatlarından yana olanların sayısı her geçen gün artıyor. İlk zamanlar mide bulantıları ile tahammül edilen, ölüm suratlı yaratıklar, artık sadece bizim tüm insanlığın öğürtü ve kusma objeleri haline geliyorlar/geldiler.
Dünyanın herhangi bir yerinde dahi birbirine sıkılmak üzere işlenmiş kurşunlar eritiliyor ve o eriyik barış anlaşmalarını imzalayacak kalemlere dönüştürülüyorsa, bu, az şey mi? “Tarihi, elinde kılıç tutanların yazacaklarını” sananlara karşı, sırf bu örneği bile “gerçek tarihi er ya da geç elinde kalem tutanlar yazar” tezimize dayanak olarak gösterebilmek ne kadar da değerli. Göklerde demir kanatlı cansız kuşlar görmek yerine, kentlerimizin en işlek yerlerine ağzında narin zeytin dalları ile dev güvercin anıtları dikeceğimize inandık, inanmaya devam ediyoruz. O günler geldiğinde elbette, savaşın ve ölümün karanlığından beslenenler, yaşamın ve barışın beliren aydınlığında taşıdıkları yüz karalıkları sayesinde kınanacak, lanetlenecek, tarih karşısında mahkûm edileceklerdir. Son sözü, dev çınarımızdan, Yaşar Kemal’den alıntılayarak bitirelim: “Dağlar, insanlar ve hatta ölüm bile yorulduysa, en güzel şiir barıştır.”
*HDP 24. Dönem Bingöl, 25. Dönem Diyarbakır Milletvekili, Sincan Cezaevi