Güzel Akdeniz’in ‘pedal’ hâli 1: Toroslar’ın eteklerinden sahil boyunca Akdeniz...
Pedallamanın etkisiyle büyükşehirde sıvanmış sırlarım da yavaş yavaş çatlayıp dökülmeye başladı. Bilim insanlarının deyişiyle: Temiz havadaki bol oksijenle daha da coşan ciğerim, sportif çabalarım sonucu beynimin iyiden iyiye endorfin pompalaya başlamasıyla birlikte, zihnimde tam bir bahar havası estiriyor…
Kartal Kendirci
1. GÜN / ANTALYA-GAZİPAŞA / 160 KM. YOL - 700 M. İRTİFA
“Avustralya kıta geçişi” öncesi bu son antrenman turum. Kızıl kıtanın önce zorlu çöllerinde, sonra da karlı dağlarında sürüşe başlamadan önce hem kendimi, yani bedenimi ama özellikle zihnimi hem de ekipmanlarımı denemek için artık bu son fırsat.
Şans yüzüme güldü ve Antalya-Anamur-Silifke-Mersin-Adana hattında dört günlük bir açıklık yakalayabildim. THY’den dört gün aralıklı gidiş-dönüş biletimi alıverdim. Biraz iddialı oldu sanki ama“beş yüz altmış kilometrelik” yolu dört günde alabilirmişim gibime geliyor. Aksi hâlde Avustralya’da işim çok zor olacak, o yüzden kendimi biraz zorlamak istiyorum.
Uçak biletimi neredeyse otobüsten daha ucuza alınca pek keyifleniyorum. En çok da muavinlerle bagaj çekişmesi yaşamayacağım için. THY, kilosu uygunsa bisikletleri kayak, sörf veya snowbord gibi spor aletleri kapsamına sokarak hiç sorun etmeden taşıyordu. Yalnız son zamanlarda bisikletlerin paketlenmesi zorunluluğunu getirdiği için işler biraz sıkıntılı. Ama ben de şöyle bir yol bularak bu sorunu aştım: “Soft-case” yani sert olmayan bir bisiklet çantası aldım. Tekerlekleri söktüğümde bisiklet rahatça bu çantaya sığıyor ve kolayca uçağın bagajına verebiliyorum. Çantanın boş haliyle kapladığı alan ise katlandığında bir sırt çantası kadar. Uçaktan inince çantayı katlayıp kargoyla, gideceğim şehirdeki havaalanına en yakın şubelerine postalıyorum. Böylelikle vardığımda hazır halde beni bekliyor oluyor. Bakalım hangimiz daha çabuk gideceğiz?!
Yalnız burada dikkat edilmesi gereken bir iki husus var. Birincisi, uçuş esnasında lastikleri indirmek gerekiyor yoksa uçak gökyüzündeyken basınç azalması yüzünden patlayabiliyorlar. Diğeri ise çantayı özel bagaj konumunda vermek. Bunun için çantayı check-in kontuarının yakınında duran özel taşıma aracına bırakmanız gerekiyor.
Tam vaktinde Antalya’ya varıyorum. Çıkış salonuna vardığımda tam tahmin ettiğim gibi çantayı beni beklerken buluyorum. Vakit kaybetmemek için hemen çantayı dışarı taşıyıp Karayeli yeniden tek parça haline getirmeye başlıyorum.
Neden yalnız sürüyorum? Yalnız sürmek yerine grup halinde tura çıkarken aslında iki basit takas yapıyorsun: Birincisi, özgürlük yerine güvenliği, diğeri de kendine yolculuk etmek yerine arkadaşlarınla eğlenmeyi tercih ediyorsun. Eğer kendinizi tanıdığınızı düşünüyorsanız, o kadar emin olmayın; birkaç günlük bir bisiklet turu yapın, ne demek istediğimi anlarsınız. Çok özgürleştirici bir şey bisiklet. Tek düşündüğün pedalları döndürmek. O da zaten bir noktadan sonra, tıpkı Mevlevilerin dönmesi gibi seni alıp başka diyarlara götürüveriyor. Gittiğin sürece kendinden başka kimse ile ne rekabet etmek ne de iş birliği yapmak zorundasın.
Bunları düşünürken yol kenarında çilek stantları belirmeye başlıyor. Fotoğrafını çekmek için birinin önünde duruyorum ki yolun karşısından güleç yüzlü bir genç seyirtip yanıma geliveriyor. Daha kulaklıklarımı çıkartamadan kocaman bir çileği elime tutuşturuyor, “Abi ye” diyerek. Gülümsemem daha da büyürken neşeyle ısırıveriyorum kan kırmızısı meyveyi. Ummadığım kadar lezzetli. Hayret edip kalanını da atıveriyorum ağzıma. Adını soruyorum; “Müslüm” deyiveriyor. “Nerelisin Müslüm?” oluyor. “Urfalıyım abi” deyince, hemşehrimi bulmanın sevinciyle daha da neşelenip elini sıkıyorum güler yüzlü hemşehrimin.
Helalleşip tekrar yola düşüyorum. Kilometreler birbirini kovalıyor, şeritler akıyor. Yolun bu kısmı tekdüze. Sağlı sollu seraların arasında ufka doğru dümdüz uzanıyor. Çok heyecanlandırıcı değil ama tatlı bir huzur veriyor. Sağ tarafımda denizi görünce aniden uyanır gibi olup neşeleniyorum. Sanki güneş üzerine misafir gelmiş. Önce kesik kesik görüyorum denizi minik kum tepelerinin arasından. Derken hepten bütün ihtişamıyla ortaya çıkıveriyor. Güneye doğru, uçsuz bucaksız göz alabildiğine uzanıyor. Derken Antalya Körfezi’nin muhteşem kumsalları...
Deniz var, dağ var, çöl var, nehir var, orman var, göl var, envai çeşit kaya var, dört mevsim var, yağmur, çamur, kar, güneş var… Bu ülkede var oğlu var…
Sevincim kısa sürüyor. Biraz daha sürünce çocukluğumun muhteşem kumsalı İncekum çıkıyor karşıma. Yetmişli yılların sonları ve seksenli yılların başları boyunca ne çok tatil yapmıştık burada. Çadırımızı kurup, gece Samanyolu'na karışır, gündüz de ayaklarımız yanmadan kumsalı aşıp da denize varabilmek için bin takla atardık. Bırakın o muhteşem kumsalın kenarını, içinde bile oteller var artık. Kumsal zengini kendi cennet ülkemizde, arzu ettiğimiz gibi bir tatil yapacak bir tanecik koy bulamıyoruz...
Pedallamanın etkisiyle büyükşehirde sıvanmış sırlarım da yavaş yavaş çatlayıp dökülmeye başladı. Bilim insanlarının deyişiyle: Temiz havadaki bol oksijenle daha da coşan ciğerim, sportif çabalarım sonucu beynimin iyiden iyiye endorfin pompalaya başlamasıyla birlikte, zihnimde tam bir bahar havası estiriyor… Yolun sol tarafındaki envai çeşit temalı otellere bakmamaya çalışıp denizle yarenlik ederek sürüyorum. Ama bu sefer de sol omzuma ağrı giriyor! Gide gide bir köşeyi dönünce Alanya olduğu gibi karşıma çıkıveriyor. Tanrım bu ne kadar bina! Nedense sağlıklı bir bedene yapışmış parazit hücrelerini andırıyorlar bana uzaktan. Bakışlarımı kaçırıp, dikkatimi Alanya’nın alameti farikası heybetli tepeye ve üzerinde silueti görünen kaleye veriyorum.
Tahminimden erken geldim. Çok acıktım ve bir şeyler yemezsem artık pek gidebileceğimi zannetmiyorum. Şöyle güzel bir yemek çok iyi giderdi ama şehrin içine girmektense çevreyolunda bir şeyler atıştırıp, birkaç saat daha sürebilirsem akşama Gazipaşa’yı tutabilirim. Alanya’da beni çeken pek bir şey yok. İstanbul’un bir ilçesinin kopyala-yapıştır metodu ile buraya iliştirilmiş hali gibi zaten. Şehre girmeden devam edip, çıkışına doğru bir pideci görünce duruyorum. Garsonla yine her zamanki ritüelimizi yaşıyoruz. Ben sipariş veriyorum o da inanmaz gözlerle bu kadar yemeği nereme sokuşturacağımı merak ederek kafa sallıyor. Birazdan bütün yemekleri silip süpürürken gözleri daha da büyüyecek, ama yapacak bir şey yok!
Tekrar yola çıkıyorum. Tahmin ettiğim gibi ilk kilometreler biraz sıkıntı oluyor. Ama neyse ki Alanya’dan çıktıktan sonrası -burası Mahmutpaşa oluyor- çok güzel. Birkaç fotoğraf çekmek için durmaktan kendimi alamıyorum. Denize nazır yerleştirdiğim Karayel’in fotoğraflarını çekerken bir çift yaklaşıyor. Fotoğraflarını çekebilir miyim diye sorunca “Hay hay“ diyorum. İki poz fotoğraflarını çekiyorum ki adam Karayel’in önünde benimle de fotoğraf çektirmek istediğini söyleyince önce şaşırıyor, sonra da hafiften gururlanıyorum. Eşi fotoğraflarımızı çekerken çaktırmamaya çalışıyorum ama pek bir keyiflendim. Karşılıklı teşekkür ettikten sonra tekrar yola koyuluyorum.
Yol artık çok güzel, yeşillikler içindeki tek tük binaların arasından sahil boyunca hafiften kıvrıla kıvrıla ilerliyor. Coğrafya çok daha iyi ama benim de pilim tükendi. Bacaklarım giderek ağırlaşıyor ve... Sürüşün sonuna denk gelen rampa!!! Gücün en azaldığı zamana denk geldiği için en zorlu rampalar bunlar. İki yüz elli metre rakımlı ama bir de bana sorun! Neyse ki her zor şey gibi o da kararlılık karşısında teslim bayrağını çekiyor ve ter içinde kalan vücudumu titreten bir inişin ardından mutlu mesut Gazipaşa’ya varıyorum. Tahmin ettiğimden daha büyük Gazipaşa. Sebebini pek de düşünmeden, içgüdüsel bir hareketle anayoldan sağa, sahile kırıyorum. Ve bir kere daha şaşırıyorum. Karşıma kilometrelerce uzanan ve kaymak gibi bir bisiklet yolu çıkıyor. Saatler süren karayolu sürüşünden sonra, sanki tatile gelmiş gibiyim. Deniz kıyısına ulaştığımda güneş palmiyelerin arasından ufukta batmak üzere göz kırpıyor. Durup mutlu mutlu batışını izliyorum. Kalacak bir yer bulmam lazım ve bu mevsimde çok fazla seçenek yok. Eski usulle, esnafa soruyorum. Hem seçmediğim diğer otellerin bütün kaçırdığım özelliklerinden dolayı vicdan azabı çekmem gerekmiyor, hem de o yörenin insanıyla temasa geçmiş oluyorum. Sağa sola bakınınca bir bakkal görüp sürüyorum. Selam verip sorunca hemen tarif ediyor yakındaki tek açık oteli.
Bir iki dakika sürmüyor oteli bulmam. Yine ilk iş Karayel’i odama alıp alamayacağımı soruyorum ve ekliyorum; “Onsuz olmaz!”. O yorgunlukla başka bir yer aramak çok zor olacak ama yapacak bir şey yok. Bu konuda tavrımız çok net: Ya birlikte kalırız ya da başka bir yere bakarız… Neyse ki izin çıkıyor! Ve günün bir diğer muhteşem anı başlıyor: Sıcak su! Sanki yeniden doğmuş gibiyim, çıkıp yürümeye başlıyorum. Hemen istihbarat faaliyetlerine girişip civardaki en güzel lokantayı soruyorum. İnternet vs iyi ama, yine de yerel istihbarat gibisi yok! Nokta atışı öyle bir yere gönderiyorlar ki... Yazının sonuna doğru tekrar bahsedeceğim, Gazipaşa sınırları itibarı ile gastronomi gerçekten şahlanıyor, ta ki Adana’ya kadar. Vaktim olmadığı için devam edemedim ama zaten sıradakileri de biliyorsunuz: Hatay, Gaziantep, Urfa, Diyarbakır, Mardin… Birkaç kilo almadan gelmek mümkün değil. Seviyorum bu ülkeyi… Hem de çok…
Garson Eray... Çaylar, tatlılar gırla gidiyor. Otelin yolunu tutuyorum. Ertesi gün artık rampalar başlıyor ve çok zorlu olacak çok. Yatağa doğru alçalışa başlıyorum.
Bakalım yarın nasıl geçecek, o rampalar nasıl aşılacak...
DEVAM EDECEK