“Umur, yazılarına yeniden kavuşmak güzeldi. Sana ilk yazıdan hemen sonra ‘Hoş geldin’ diyecektim ama hafif geçen bir grip (Korkma Covid değil) engel oldu. Ama “Badem-Adem’ yazından sonra daha da geciktirmeye gönlüm razı olmadı. Sana özgü üslubunla sahiden ‘hoş’ geldin. Seni özlemişim.”
Bu mesaj 30 Aralık’ta gelmiş.
Bir sevdiğinin bir ara sana söylediklerini, bir gün sana yazdıklarını, bir gülümsemesini, yanağından bir öpüşünü nasıl son söz, son yazı, son gülümseme, son öpüş sayabilirsin ki?
O yüzden de genellikle aklına bile kaydetmeyebilirsin.
Oysa sonradan ortaya çıkar ki, kalbine, en derinine kaydetmeliymişsin.
Aydın Engin’in “Hafif geçen grip… Korkma… Özlemişim” mesajı da öyle bir “son”muş. 3 ay boyunca değildi ama şimdi öyle. Silinmeyecek, unutmayacağım.
Her yaşındaki zarif, sıcak, kıpır kıpır, hınzır heyecanlarını da.
O mesajı eşi Oya Baydar’ın bana söylediklerini, hayatımda aldığım en güzel mesajlarından birini bana ulaştırmak için de yazmıştı Aydın.
Omuz omuza hayatların şahane insanları.
Kalbe yazınca bir sözü, son bile olsa, unutmazsın.
Babamın bana son sözü neydi, “Yarın hastaneden çıkıp seni İtalya maçına götüreceğim” miydi? Anneminki, artık konuşamadığı hastanede son bir kez adımı söylemek miydi, bilmiyorum.
Ama Aydın gibi, yine bu hafta kaybettiğimiz Taner Atilla’nın bana son sözünü de biliyorum. İşte sosyal medyanın milyonlarca kaydı arasındaki son sözlerden biri oldu o da.
Şeyda Arpalı’nınkini de öyle biliyorum. Yine bir yazım için, sımsıcak, dostça. Rasim Güvendi’ninki Paris’te bir yemekte yanımdayken söyledikleriydi.
Rasim gibi Şeyda ile de Galatasaray Lisesi’nden aynı dönem mezunduk. Onun tedavisini yine aynı dönemden Emin üstlenmişti. Prof. Emin Darendeliler, uzmanlığıyla dostluğuyla sarıldığı Şeyda’dan daha önce veda etti.
Okul fotoğrafları, ah.
Dünkü yazıda “hocayı sevdiğim için kimya okuyacaktım az kalsın” dediğim günlerden sınıfta çekilmiş bir fotoğraf karesini bulmuştum.
Omuzumdaki el Melih Kaya’nın. Hemen önümde Ümit Seğmen ve Serdar Akman var. Artık yoklar.
Son lise sınıfımızdan Prof. Tevfik Gürmen, Nihat Özdemir, Alaattin İkiz, Hasan Tuncer, Derya Akşit de artık yoklar.
Serdar’ın ölüm ilanını ben yazmıştım:
“Böyle birden, hiç söylemeden, hızla gittin ya…
Davudî, şen, şakacı sesini bizimle bırak…
Ortaköy’ün martı seslerini yanında götür.
Her daim enerji veren nefesini bizimle bırak…
Nefes nefese Galatasaray yıllarımızı yanında götür.
Sen yoksan, hakikaten çok eksiğiz ya…
Her birimizin kalbinden bir parça da yanında götür.
Çocukluğumuzun, gençliğimizin…
Her yaşımızın hep coşkuyla sarıldığın hatırasını yanında götür.
Sonsuz sevgimizle, sonsuz huzurla uyu…
Nasılsa birbirimizi bulacağız.”
Sonra başkaları eksildi buradan, orada çoğalmak üzere.
Cumhuriyet Yazı İşleri’nden çok güzel bir fotoğrafımız var. Uzun masada, bizler siyah beyaz.
Öyle kayıtları en çok Necdet Doğan tutardı. Okay Gönensin’in, Işık Yurtçu’nun, Mehmet Ataberk’in ve daha nicesinin kaybolduğu o kareden o da eksilip gitti.
Aslında işte orada, aklında, kalbinde, bir yazıda, bir fotoğrafta, bir anıda yaşatabiliyorsun, hüzünle, kendin de eksilene kadar.
Yıllarca birlikte çalıştığımız Taner Atilla da veda edince, onca yılımın gazetesi Milliyet’in yazı işlerinde dolaşıverdi hafızam.
Aynı masalarda çalıştıklarımdan Çetin Emeç, Doğan Heper, Ahmet Oktay, Müfit Alacalı, Orhan Duru, Eren Güvener, Hikmet Bila, Hasan Pulur, Bedri Koraman, Sami Kohen, Teoman Erel, Duygu Asena, Turhan Selçuk, Doğan Koloğlu, Akal Atilla, iki yıl önce son gördüğümde son olduğunu bilmediğim sözlerini ve gülüşünü hatırladığım Yurdakul Fincancıoğlu, Tansel Tüzel, Adnan Genç, Fettah Yazar, Güngör Gönültaş, Ahmet Güner, Cihan Akerson, Yalçın Çınar, Celalettin Çetin, Erdal Çetin, Turan Yavuz, Savaş Ay, Yener Süsoy, Halit Çapın, İbrahim Sezer, Ömer Avan, atlanan haberlerin vakanüvisi Nevzat Bey…
Ve mutlaka şu anda bu yazıyı yazarken unuttuklarım.
“En son” diye bir şeyi asla tahmin etmeden, son defa birbirine bir şeyler söylemiş, bir şeyler duymuş olmalısın.
Neydi o? Ne kadar içten, ne kadar sıradan, ne kadar sevecen, ne kadar kırıcı belki?
Bu isimlerle kalsın, kaybolmasın, içindekiler hemen çoğalmasın istediğim bu yazıyı, Sevgili Aydın’ı kaybeden Oya Baydar’ın çok çok daha önce büyük özlemi İstanbul için yazdıklarıyla bitireyim.
Alın orada İstanbul’u, isterseniz sevdiğiniz başka bir şehri, bir insanı, unutulmaya yüz tutmuş veya hiç unutamadığınız bir hatırayı, bir kutudan yahut dijital albümden çıkabilecek bir fotoğrafı da koyun isterseniz:
“İstanbul'a bağlıyımdır ben. Şehirlerin insanların ruhunu, duygularını biçimlendirdiğine, kişiliğini etkilediğine inanırım. İstanbul doğup büyüdüğüm, çocukluğumu, ilk gençliğimi, aşklarımı yaşadığım; grevdeki fabrikalarını, devrim bayraklarıyla, donanmış meydanlarını, işçi çalışması yaptığımız gecekondu semtlerini, Boğaziçi'nin balıkçılarını, Beyoğlu'nun meyhanelerini, ille de insanlarını bunca sevdiğim, hiç unutamadığım şehir.
Ayrı kalsam da yüreğimin kopamadığı, hep özlediğim; şimdi, yediği darbeler altında can çekişmesini, tahripkâr ve barbar bir yıkıma teslim olmasını, ruhunu yitirmesini çaresizlik içinde seyrettiğim şehrim benim.
Anka kuşu gibi küllerinden doğar, biliyorum; ama yeniden doğuşunu, ruhuna yeniden kavuşmasını göremeyecek kadar yaşlıyım artık…"
Hatıralara bağlıyızdır aslında. Şehirlere, insanlara, sevdiklerimize…
Doğup büyüdüğümüz yerlere… Kaçıp sığındıklarımıza… Kucak açanlara… Gülümsetenlere… Acılara da tabii ama ille aklımızda, kalbimizde ölümsüzleşenlere…
Bir de hiç tanımamış olsak da, kalbimizi kanatan, yazılarımızda sarıldığımız, kahrolası ölümlerin, cinayetlerin, katliamların kurbanı çocuklar, gençler, kadınlar, insanlar!
Biz ölürüz, bir başkasının hatırlamasında yeniden küllerinden doğar anılar!
Artık külleri de karıştıracak kimse kalmayıncaya kadar.
Başımız sağ olsun Oya Hanım!
Üç ağabeyi (birine kaza dense de) intihar eden, savaşta sağ kolunu kaybeden bir diğer ağabeyi için Maurice Ravel’in “Sol El İçin Piyano Konçertosu”nu yazdığı filozof Ludwig Wittgenstein 62’inci doğum günü sırasında ölürken son sözleri şöyle olmuştu:
“Güzel bir hayatım olduğunu söyleyin herkese!”