Yarın 1 Mayıs tüm dünyada Emek ve Dayanışma Günü… Sinemamızdaki en iyi işçi filmi örneği olan, grev ve direnen işçi temalı Ertem Göreç’in Karanlıkta Uyananlar (1964) filmini unutmamak gerekir.
Güzel Mayıs/Le Joli Mai, Chris Marker imzalı bir filmin adı.
Sinema ve sanat üzerine kitap, deneme yazılarıyla tanınan Roy
Armes bu deneysel belgeseli çeken Chris Marker hakkında "Marker
sınıflandırılamaz çünkü o benzersizdir...
Fransız Sinemasının oyun yazarlarıveşairleri, teknisyenleri ve otobiyografi yazarları
vardır, ancak yalnızca bir gerçek deneme yazarı vardır”
diyecektir.
Fransız sömürgeciliğini eleştiren ve gösterimi yasaklanan
Heykeller de Ölür filminden başlayarak,
Çin’de, Küba’da (Fidel Castro’yu devirme amaçlı ABD Domuzlar
Körfezi çıkarması karşıtı bölümü nedeniyle yasaklandı) kamerasıyla
gerçeğin yansıtıcısı oldu. Jean-Luc Godard ve Agnes Varda gibi
sinemacıların da içinde olduğu bir grup sinemacı ile gitmeseler
de-görmeseler de Vietnam’lıların yanında olduklarının
bilinmesi için Loin du
Vietnam/Vietnam’dan
Uzakta (1967) filmine katkıda bulundu.
Mayısın güzel günleri gelmiştir… Birçok Fransız aydınının acısı
olan Cezayir Savaşının yirmi üç yıl sonra bitmesinin sevincinin
yaşandığı günlerdir. Her filmiyle "Sinema, benim
gerçeğim” diyen Chris Marker kamerasıyla Paris
sokaklarında 55 saatlik çekim yapacaktır. Yves Montand’ın söylediği
gibi belki “yıllar sonra ve hiç anısı olmasa da hâlâ aynı
anahtarların aynı kapıları açıp açmadığını görmek için dönülen
kentin” belgeseli böylece ortaya çıkar.
Chris Marker’in alkışlanacak filmleri, kitapları ve Güzel Mayıs
filmi bir yana, bu yazıda özellikle sözünü etmek istediğim filmse
işçi ve emekçilerle, dolayısıyla 1 Mayıs ile ilgili ve
İşçiler Fabrikadan Çıkarken (1995)
adını taşıyor.
Sinemanın yüzüncü yılında Locarno Film Festival’inde gösterilen
ve Harun Farocki’nin kurguladığı “İşçiler Fabrikadan
Çıkarken” merak ettiklerim arasındaydı, gününde ve seansında
yakaladım…
Sinema tarihinin ilk filmi Lumière kardeşlerin
"Lyon'daki fabrikadan çıkan işçiler"den görüntüler,
1895
“İşçiler Fabrikadan Çıkarken” adı yüz yıllık
sinema tarihinin ilk filmi "Lumière Fabrikasından Çıkan
İşçiler" çekimi görüntülerinden geliyordu; Paris’te
değil, Lumière kardeşlerin Lyon’daki fabrikasının çıkış kapısında
ve onların ünlü aleti cinematògraf ile çekilmişti.
Harun Farocki bu ilk filmden başlayarak taradığı yüzlerce film
arasından seçtiği işçilerle ilgili sahneleri bize gösterir. Yani
fabrikalarda çalışan işçi ve emekçilerin yarım saatlik de olsa
görsel-işitsel mücadele tarihinin görüntülerini… Farocki'ye göre,
emeğin üretim sürecinden ve sinemadan dışlanmasını konu alan,
farklı izleyici gruplarına ulaşmayı amaçladığı deneysel bir filmdir
yaptığı…
Farocki, 1895 yılında Lyon’daki Lumière Fabrikası önüne
konan kamerayla yapılan çekimden bu yana çok şey değiştiğini
vurgular:
"Bir zamanlar ilk kameranın durduğu yerde, yani
bugün yüzbinlere ulaşan fabrikalarda şimdi binlerce
gözetleme
kamerası var."
İşte, “İşçiler Fabrikadan Çıkarken” filminde gördüğüm
dikkatimi çeken sahneler:
Berlin, 1934: Siemens fabrikasının kadın erkek
işçileri, beyaz önlüklü çalışanları bir Nazi törenine katılmak
üzere üçlü dörtlü sıralarla uygun adım kapıdan çıkıyor.
Harun Farocki'nin kurguladığı "Fabrikalardan Çıkan
İşçiler" görüntüsünde bu kez Nazi törenine giden Siemens işçileri
var, 1934
Almanya, 1975: Emden’deki Wolkswagen
tesislerinin önünde üzerinde hoparlör bulunan bir araba park
etmiştir. Hoparlörden Ernst Busch’un söylediği ve sözleri Vladimir
Mayakovsky’ye ait bir şarkı çalıyor. Sendikadan bir kişi sabah
vardiyasından çıkan işçileri WW üretiminin ABD’ye taşınma kararını
protesto etmek için düzenlenecek mitinge davet ediyor.
Hoşgörüsüzlük, 1916: D. W. Griffith bu ünlü
filminin modern dönemde geçen bölümünde bir grev sahnesine yer
verir. Önce işçilerin maaşları ödenmez (sözde sendikalar ücret
aşırı talebinde bulunmuştur), ardından fabrika girişi önünde
toplanan, direnen işçilere makinalı tüfekli polisler ateş açar,
grev yeri bir iç savaş alanına dönüşür. Evlerinin önünde
toplanan işçilerin eş ve çocukları bu kanlı olayı dehşetle
izler.
Hoşgörüsüzlük / Intolerance (1916) filminde grevci
işçilere güvenlik güçlerince ateş edilerkenki
görüntüler.
Modern Zamanlar, 1936: Charlie Chaplin ‘Şarlo’
olarak, 1930'lu yıllarda etkisi devam eden Büyük Ekonomik Buhran
günlerindeki bir fabrikanın montaj hattında delicesine bir tempo
ile çalışmaktadır. Makineleşme ve bozulan ekonomik düzen, işsizlik
sorununun mizahı bile gerçekte acıdır. İzlemeye ne dersiniz?
Modern Zamanlar filminde grevci işçilerin arasındaki
Şarlo, karmaşada sakarlığı nedeniyle bir polise taş fırlattığı için
hapse atılacaktır.
Kaçak, 1933: Maksim Gorki’nin "Devrimsel
üçlemesi"nin ilki olan Ana adlı romanından uyarladığı
filmle ünlenen Vsevolod Pudovkin bu kez Hamburglu liman işçilerinin
grevini anlatır. Harun Farocki’nin yorumu şöyle:
“Bir grev gözcüsü, grev kırıcıların gemilerin yüklerini
boşaltmasını izliyor. Gözcü, grev kırıcılardan birinin taşıdığı
yükün ağırlığı altında zorlandığını, uzun süre hareketsiz kaldıktan
sonra yere düştüğünü görüyor. Yerde hareketsiz yatan adama soğuk
bir toplumsal-tarihsel mesafeyle bakıyor ve yüzünde
hoşnutsuzluğunun gölgeleri beliriyor. Bu sırada bayılan işçinin
yerini almak isteyen işsizler limanın kapısına yığılır... Çalışmaya
dayalı bir toplumda iş bulamayan ya da yer edinemeyen bunca insan
varken, toplumsal devrim nasıl mümkün olabilir?”
Harun Farocki tabii ki toplumsal savaşımların fabrikaların
kapıları önünde gerçekleşmediğinin bilincindedir, bu nedenle
filminin süresini uzatıp konusu 18. yy.’da geçen, dönemin maden
işçileri, grevine odaklanan ne Germinal,
ne de göçmen işçiler sömürüsünü konu edinen Ekmek ve
Güller ya da İşçi
Sınıfı Cennete Gider, kömür
işçilerinin grevi Harlan County
U.S.A. gibi filmlere elini uzatmamıştır.
Belki istese Michigan-Flint kentinde General Motors’un binlerce
işçisini işten çıkarmasının iç yüzünü anlatan Michael Moore imzalı
Roger & Me (1989) belgeselinden çarpıcı sahnelere de yer
verebilirdi.
Roger & Me (1989) belgeselinde Michael Moore, General
Motors’un binlerce işçisini işten çıkarması gerçeğini
anlattı.
Politik-toplumsal sinemanın saygın ve usta sinemacısı Ken Loach
filmlerinden de yararlanabilirdi. Ben Ken Loach’u sadece
filmleriyle değil, Melbourne (2009) film festivalinde yaptığı gibi,
sponsorun İsrail olduğunu öğrendiğinde,
“Şiddetüreten devletin
gölgesinde
sanat yapılmaz.” diyerek filmini yarışmadan çekecek
onursal tavrı gösterdiği için de önemsiyorum.
Torino Film Festivali'nde (2012) yaşam boyu onur ödülü almak
için oradayken, yanı başında, güvencesiz ve düşük ücretle
çalıştırılan bir grup işçinin direnişinin yanında olmak için ödülü
reddetmişti.
Ken Loach, bazen “tarihsel bir arka planla, bazen güncel, can
yakıcı ve işçi sınıfıyla ilgili” konuları, sosyal gerçekleri kendi
bakış açısıyla üretmeyi yıllardır sürdürüyor. Bunlardan bir olan
Demiryolcul/Navigators demiryolu
özelleştirmelerinin işçilerin dünyasını karartan, dayanışmalarını
yok eden sonuçları üzerinedir.
Ayak Takımı’nda anlatılanlar, film
gösterime girmeden hayatını kaybeden Bill Jesse adlı bir inşaat
işçisinin yaşadıkları, anı olarak bıraktığı acı gerçeklerdir. Şu
iki diyalog filmin temasını açıklar:
“- ...hangi tarafta olduğunuzu bilin. Sen
aşağıdasın."
İşsizler üzerinden işveren olmayı deneyen hırslı bir işçi sınıfı
İngiliz kadının hikayesini İşte Özgür
Dünya filminde
anlatır.Ben, Daniel Blake’te
ise, New Castle’da yaşayan yaşlı Daniel sağlık durumu
nedeniyle çalışamayıp işsizlik fonuna başvurduğunda kendisi gibi
olanlar için kurulan, Neo liberal -yoksa Neo Nazi mi demeli?-
politikaların yerleştirdiği kapanlara yakalanacaktır. Daniel
binlerce isimsiz işçiyi, emekçiyi, evsizi temsil eder.
Ken Loach (sağda) bir duvar işçisinin yaşanmış hikayesi
Ayak Takımı-Riff Raff filmini çekerken (1991).
Yarın 1 Mayıs İşçi Bayramı kutlanacak… Elio Petri’nin 1970’lerin
başında çektiği İşçi SınıfıCennete
Gider dönemin grev ve sendikalaşma mücadelelerini,
işçilerin karabasanı iş kazalarını anlatır.
İşçi SınıfıCennete Gider filmi tüm çalışma
hayatını etkileyen makinalaşan üretim biçimi, politik sınıf bilinci
üzerinedir. Filmin işçi kahramanı Massa ya da herkesin çağırdığı
adla Lulu, başlangıçta çalıştığı makinenin ritmine ayak uydurarak
artı ücret sisteminden yararlanırken neden, nasıl, ne üretmekte
olduğu gerçeğini hiç sorgulamamıştır. İçinde bulunduğu sisteme
uyumlanmış Massa’nın değişimi parmağını makineye kaptırması, üretim
dışında kalması ile başlayacaktır.
Elio Petri "İşçi Sınıfı Cennete Gider" filminde
fabrika işçisi Lulu Massa'nın sınıf bilinci kazanmasına giden
süreci anlattı (1971).
Yarın 1 Mayıs tüm dünyada emek ve dayanışma günü… Sinemamızdaki
en iyi işçi filmi örneği olan, grev ve direnen işçi temalı Ertem
Göreç’in Karanlıkta Uyananlar (1964)
filmini unutmamak gerekir... Ölümünden önceki günlerde göstermek
(çünkü çekildiği dönemde baskı gördü, yasaklandı), üniversitelerde
tanıtmak, üzerine yazılmasını sağlamak için Don Kişot'vari
çabalayan Ertem Göreç’in bu önemli filminin senaryo yazarı Vedat
Türkali şöyle
diyecektir: “Sendikalaşmayı,
ülkeyi dışarıya bağımlı kılan, yıkıcı nitelikteki montaj sanayiine
karşı ulusal sanayileşmeyi savunan bir filmöyküsü oluşturdum.
Sendikalaşma, sanayileşme sorununa yurtsever bir yaklaşımdı
bu. (…)” (Eski Filmler)
Karanlıkta Uyananlar, Ertem Göreç, 1965.
“Tüm filmler politiktir, ancak her film
aynı tarzda politik değildir.” Eğer bu aforizmanın ilk
yarısı doğruysa… (Mike Wayne’i selamlayarak) Jean Luc Godard’ın
HerŞey Yolunda filmi
bütünüyle politiktir ve Godard açık biçimde işçi
sınıfının/emekçilerin mücadelesinin yanındadır.
Ayrıca Her Şey Yolunda Jean Luc Godard’ın yeni dalganın
ünlü filmlerini geride bıraktığı, sinema ve politika arasındaki
ilişkinin “dolaysızlığı”, kendisinin doğrudan politik harekete
dahil olması düşüncesinde olduğu dönemin en önemli filmidir.
“Peki, diğer filmleri neler?” diye sorulabilir. Örneğin,
Onun Hakkında Bildiğim
İki veya Üç Şey, Doğu Rüzgarı…Tüm
bu filmlerin çıkış noktası, seslerini duyurmak için kendilerine
dayatılan politik değerlere başkaldıran öğrenciler, işçiler ve
çeşitli sol grupların başlattığı grev ve gösteriler, otoritenin
sorgulandığı, "özerklik", "kişisel gelişim", "yaratıcılık" ve
"bireye önem verilmesi" gibi yeni değerlerin ortaya çıkışını
sağlayan hareket 1968 Mayıs Olayları… Duvarlarda şu sloganlar
okunuyordu:
Yasaklamak yasaktır.
Her iktidar bozar. Mutlak iktidar mutlaka bozar.
Kurumların halka hizmet etmesini istiyoruz, halkın kurumlara
değil.
Kapitalizmin bekçileri ya da hizmetçileri olmak
istemiyoruz.
Hayal gücü eksik olanlar neyin eksik olduğunu hayal
edemez.
Gerçekçi olun, imkânsızı isteyin.
Mutluluğunu satın alıyorlar. Onu geri çal.
Anlatılan senin hikâyendir!
Çoğu kez hatırlanmaz ama, o günlerde Fransız Sinematek’in,
kurucusu İzmir doğumlu Henri Langlois’yı görevden
almasıyla tetiklenen Langlois Olayı Mayıs 68
hareketiyle birleşen protestoların en önemlisi, belki
kıvılcımıdır. Ve işçilerin grevleri ve öğrencilerin eylemleri
sürerken Godard ve Truffaut’nun dayanışma amacıyla Cannes Film
Festivali’nin yapılmasını protesto eden çabaları sonuç verdi.
Yönetmenlerin çoğu filmlerini festivalden çekti, Festival Başkanı
"1968
Festivali’nin
kapanışını ilan ediyorum” demek zorunda kaldı.
İki film var ki o günlerde yaşananları anlatır: Bernardo
Bertolucci’nin Paris’te, Sinematek’de buluşan üç gencin sinema
tutkulu hikayesi Düşler, Tutkular &
Suçlar; diğeri Godard’ın Çinli
Kız / La Chinoise’i çekerken
başlıyan ve Mayıs 68 eylemini içeren Michel
Hazanavicius'un yönettiği Godard ve
Ben.
Jean-Luc Godard '68 günlerinde...
HerŞey Yolunda (1972) filminde Godard dönemin
politik, ekonomik düzeninde hiçbir şeyin yolunda olmadığını sert
biçimde ortaya koyar. De Gaulle politikalarına önce karşı sonra
yanında olan Fransız Komünist Partisi, eylemcilere “taleplerini
gerçekliğe uyumlu hale getirmeleri” yönünde çağrı yapan İşçi
sendikası CGT (Confederation Generale du Travail) eleştiriden
kurtulamadığı gibi, filmindeki işçilerin eylemlerini basamak
yaparak sadece Renault fabrikasındaki emeğinin karşılığını
alamayan, ağır çalışma şartlarından şikayetçi işçileri değil,
her yerde emek sömürüsünü yaşayan milyonlarca işçiyi
hatırlatır.
Michel Hazanavicius'un yönettiği Le Redoutable-Godard
ve Ben (2017) filminde 68 olayının içindeki Godard.
Ama Godard kamerasını grev yapılan fabrikaya sokmadan önce
kültür endüstrisinin bir parçası, sanat değeri elinden alınan,
ideolojik bir araca indirgenen sinemayı tartışır. Bir film mi
yapacaksınız? Ancak yıldız oyuncularla yapımcıyı ikna
edebilirsiniz. Örneğin Yves Montand, Jane Fonda gibi. Ama oyuncular
kendilerini popüler vitrine taşıyacak bir aşk hikayesi senaryosu
görmeyi ister. Bir melodram olursa iyi olur ama, politik gerçekler,
protestocu çiftçiler, eylemci işçi ve öğrencilerin üzerine giden
copları ellerinde polislerin hikayede ne işi olabilir ki?.. Oysa
“Sakin bir dış
görünüş altında
değişen ve anlatılacak şeyler
vardır“.
Godard ve Gorin (1972) imzalı Tout va Bien'deki
izleyiciye açık fabrika seti, filmin kuruluşu, oyunculuğuna etkisi
olan Brecht estetiğine uygun özgünlüktedir.
Sınıfsal sorunlardan kadın-erkek ilişkilerine ya da film
çekemeyen yönetmenin neden reklam filmleri çekmek zorunda kaldığı
üzerine… Rosenbergler, Cezayir Savaşı, 1 Mayıs’lar, Mayıs 68,
Sovyetlerin Çekoslovakya işgali için “hepsinde fazlasıyla bulundum
ve daha fazlasını da yapamazdım.” görüşünü ileri süren Jacques
(Yves Montand) sinema alanında yaşadıklarını yeterli bulmuştur ki,
Fransa hakkında bir politik filmi yapmayı bile düşünmüştür.
“- Fakat bu o kadar kolay değildi. Brecht’in 40 yıl önce
işaret ettiği şeyleri ancak şimdi anlamaya
başlıyorum.”
Tabii ki bu filmdeki Jacques yani Yves Mondand’ın öğrendiği
başka şeyler de vardır ve son diye düşündüğü her şey gerçekte
başlangıç olmuştur.