Hiç başınıza geldi mi, bilmiyorum ama..
Çocukken yorgun argın, sırtımda kendimden büyük bir çantayla okuldan dönerdim ve her çocuk gibi, dertlerim çantamdan bile daha büyüktü.
Bazen, en suratsız halimle apartmana girdiğimde, apartmanı nefis bir patates kızartması kokusu kaplamış olurdu. Bu kokunun bizim evden geliyor olma ihtimali bile, bütün dertlerimi unuttururdu. Yürürdüm, yürürdüm, patates kızartmalarına epeyce yaklaşırdım, duyardım ama anlatamazdım...
Annem kapıyı açardı. İçeri girdiğim an, kızartma kokusu pat diye biterdi. Birdenbire, heyecan veren patates kızartması dünyasından çıkıp, heyecanımı bitiren patlıcan musakka dünyasına girmek zorunda kalırdım.
Son zamanlarda haber programlarının yaptığı da bu...
Her Türk insanı, memlekette olan bitenlerden (ve bitmeyenlerden) dolayı, biraz siyaset bilimcidir. Bu nedenle haber programlarını da tek kaş havada izler. Öyle her şeye şaşırmaz. Hangi kanaldaki, haber programının niçin yapıldığını, oradaki konukların niçin orada oturduğunu, sağdaki koltuklarla soldaki koltukların farkını, kameraya yakınlık hiyerarşisini az çok bilir. Bilmese de tahmin eder. Tahmin etmese de hisseder. Hissetmese de böyle çok çok derinlerde, minik bir farkındalığı vardır; sorarsanız, söyler.
Ama bu aralar haber programları, eski dönemlerden biraz farklı.
Aniden, Türkiye’de ve Türkiye’den uçakla 11.5 saat uzaktaki yerlerde çevrilen filmler, sahne sahne, açık açık anlatılmaya başlandı çünkü.
Konuklar konuşuyor da konuşuyor. İtiraflar, fotoğraflar, gizli bilgiler, gizli belgeler havada uçuşuyor, heyecan tırmandıkça tırmanıyor ve pat...
“Kısa bir ara!”
O “kısa ara” isimli uzun reklamlarda, bambaşka dünyalar var. Sanki başka bir memlekette yaşayan, başka dertleri olan, mutluluktan başka bir şey görmeyen, duymayan ve her gün patates kızartması yiyen insanlar var.
Haber programı başlıyor, birileri çıkıyor, “Biz, solu içeriden çökertmek için böyle böyle planlar yaptık, sağı da dışardan çökertmek için şöyle şöyle oyunlar yaptık, okul yaptık, suikast yaptık, operasyon yaptık; beğenmediklerimizi içeri, beğendiklerimizi dışarı attık...” diyor.
Başka biri “Evet evet, hep beraber ülkeyi güzelce böldük, çarptık, topladık, çıkardık.” diyor.
Tam o sırada, reklamlara gidiyoruz...
Normalde 3 saatte soğuyabilen bir içeceği, 15 dakikada soğutabilen buzdolabıyla tanışıyoruz. Arkasından, dünyanın derdini hemen çözebilen bir banka kredisini izliyoruz. Onun arkasından hiç yapışmayan tavalar, şehrin tam göbeğinde ama şehirden uzakta evler, mutlu olmak için gereken dondurmalar, serinlikler, ferahlıklar.
Programa geri dönüyoruz…
Komplolar, acılar, yolsuzluklar, adaletsizlikler, karanlıklar, ölümler, mektuplar, darbeler, gülenler ve o gülen yüzünden ağlayanlar başlıyor yeniden.
1 saat geçmeden, pat diye Muazzez Abacı çıkıyor reklamlara.
O da çok dertli. Tatilde nerelere gideceğine ve nerelerde kalacağına karar veremediği için dertli. Bu derdini, hicaz makamında (makamdan emin değilim, nihavend de olabilir) bağırarak bizimle paylaşıyor.
Haber programındaki konuklar (reklamları izlemedikleri ve Muazzez Abacı’nın elbisesinin turkuaz tüylerine maruz kalmadıkları için) bıraktıkları yerden devam edebiliyorlar. Biz edemiyoruz.
Bir süre, en azından kendimize gelene kadar, haber programları reklam arası vermesin. Peki, biz kendimize ne zaman geliriz?
Cevabı, “kısa bir ara”dan sonra...