Bekir Bozdağ, üç yıl önce başbakan yardımcısı sıfatıyla
Hizbullah’a “Hizbuşşeytan” dediğinde tam da zafer havasına
girmişken planları zora giren tarafın hissiyatını yansıtıyordu.
Hizbullah, 2013’te Suriye krizine müdahil olduğunda büyük bir risk
almıştı. O risk, Lübnan’da İsrail’e karşı tuttuğu silahların
meşruiyetini kaybetmesini, Suriye’deki ateşin Lübnan’a da
sıçramasını ve mezhepçi bir savaşın tetiklenmesini içeriyordu.
Ekim 2015’te Lübnanlı Prof. Dr. S. Katafago’ya “Suriye’deki
savaşa katılması Hizbullah’ın Lübnan içindeki konumunu ne yönde
etkiledi” diye sorduğumda kendinden hiç de beklemediğim şu yanıtı
verdi:
“Ben Hizbullah’ı desteklemiyorum. Benim dünyam onlara uzak.
Ancak şu kadarını söyleyeyim: Eşim dindar bir Hıristiyan’dır. Hasan
Nasrallah konuşmaya başladığında ekranın başına geçer ve hepimizi
susturur, ben dahil eğer susmayan olursa kapı dışarı eder.”
Peki, bu ilginin kaynağı?
“Birincisi Hizbullah Hıristiyanları koruyor. Çoğumuzun hoşuna
gitmese de bu gerçek. İkincisi eğer bir mahallede yardım
dağıtacaksa önce Hıristiyanlara, sonra Sünni Müslümanlara, kalırsa
da Şiilere dağıtıyor. Sonra Şii liderlerin Hıristiyan cemaatle
arası iyidir. Önemli günlerde kiliseyi ziyaret ederler. Ayetullah
Musa el Sadr (Emel’in kurucusu) hepsinden daha efsaneydi. O,
kilisede konuştuğunda İncil’den ayetler okur, Vatikan’dan bir
kardinal geldi sanırdınız.”
Bu tespiti, geçen nisanda, BBC’nin emektar Ortadoğu muhabiri
olan Lübnanlı Hıristiyan bir meslektaşıma aktardım ve katılıp
katılmadığını sordum:
“Kesinlikle doğru. Bir şey söyleyeyim mi? Hizbullah, Suriye’de
savaşa katılmasaydı Lübnan bugün Nusra Cephesi’nin (El Kaide)
elindeydi. Biz Hıristiyanlar için felaket olurdu. Artık hiçbirimiz
Lübnan’da olamazdık.”
Tabii Hizbullah’ın Hıristiyan, Şii, Sünni ve Dürzi müttefikleri
olduğu gibi Hıristiyan, Sünni ve Dürzi hasımları var. Haliyle hasım
cephenin Hizbullah portresi, Bozdağ’ın gönlünden geçtiği gibidir.
Şeytani bir portre…
Belli Sünni kesimlerde düşmanlık kazansa da Suriye’ye riskli
müdahaleden Hizbullah’ın güçlenerek çıktığına dair gözlemleri haklı
çıkartan son gelişme cumhurbaşkanlığı seçimi oldu.
IRAK, YEMEN VE SURİYE…
Lübnan’a geçmeden önce büyük fotoğrafa dair bir saptama yapayım:
Ortadoğu’daki gelişmeler epey zamandır iki temel eksen arasındaki
gelgitlere göre şekilleniyor. Eksen geriliminin izdüşümleri birçok
ülkede karşımıza çıkıyor.
Suriye krizi de kısa sürede eksenler arası savaşın arenasına
dönüştü. Bir tarafta İsrail’in hamisi ABD, Türkiye, Suudi
Arabistan, Katar ve bu ittifakın yereldeki uzantıları; diğer
tarafta Suriye, İran, Hizbullah ve (izlediği Ortadoğu siyaseti tam
olarak bir eksene oturmasa da) Rusya.
Pergeli biraz genişten alırsak eksen ayrışması Yemen ve Irak’ta
da belli ölçülerde karşılık buluyor. Irak’ta Haşdü’ş Şa’abi milis
güçleri, Yemen’de de Husilerin direniş örgütü Ensarullah Suudi-Türk
ortaklığına karşı İran’ın bayraklaştırdığı çizgide duruyor.
Elbette Irak’taki işgal bitinceye dek Bağdat ile Şam’ın dost
olamaması, Rusya’nın Suriye’ye destek olurken İsrail’i de
kayırması, ABD’nin Suriye’de karşıt cephede yer aldığı İran’la
Irak’ta dolaylı işbirliğine gitmesi, yine ABD’nin IŞİD’e karşı
Haşdü’ş Şa’abi’yle birlikte hareket etmesi gibi eksenler arası düz
çizgiyi bozan ayrıksı unsurlar var. Bunları unutmadan son
gelişmeler ışığında şu tespiti yapmak mümkün: Irak, Suriye, Lübnan
ve Yemen’deki gelişmeler iki eksen arasındaki dengenin İran ve
müttefikleri lehine değiştiğini gösteriyor.
Türkiye ve Suudi Arabistan’ın yürüttüğü karşı kampanyaya rağmen
Haşdü’ş Şa’abi, IŞİD’e karşı Musul operasyonuna katıldı. Musul’un
temizlenmesinin ardından Haşdü’ş Şa’abi rolünü genişletebilir. Ki
Irak Ulusal Güvenlik Danışmanı Falih Feyad ve Haşdü’ş Şa’abi
komutanı Ebu Mehdi el Muhendis’in Irak’tan sonra Suriye’de de
IŞİD’in arkasından gidebileceklerini açıklaması buna delalet.
Hizbullah dengeyi Esad yönetimi lehine nasıl değiştirdiyse Haşdü’ş
Şa’abi de benzer bir etki yaratabilir. Tabii ABD bunun olmaması
için Irak hükümeti üzerindeki etkisini kullanacaktır. Haşdü’ş
Şa’abi Suriye’ye geçmese bile Irak güçlerinin Musul’da başarıya
ulaşması yeni Irak’ta Türk-Suud eksenini hayli geriletecektir.
Bunun etkileri ileride Bağdat-Washington ilişkilerine de
yansıyabilir.
Suriye’de de Halep düğümü çözülürse 5.5 yıllık savaş,
Suud-Türk-Amerikan ortaklığının hesabına hezimet olarak
yazılır.
Yemen’de ise Suudilerin yürüttüğü savaş ölüm ve yıkımdan başka
bir şey getirmedi. Kriz nereye varırsa varsın orada da Lübnan
Hizbullah’ına benzer bir damar güçlenerek ülke siyasetinde kilit
bir unsura dönüşecektir.
Tekrar Lübnan’a dönersek; Hizbullah, 2000’de ülkenin güneyindeki
İsrail işgalini bitirerek elde ettiği yeri (2004, 2005, 2006 ve
2008’de içerden ve dışardan gelen müdahale ya da badirelere rağmen)
korumakla kalmayıp siyaseten belirleyici bir konuma yükseldi.
Lübnan’da 2014’ten beri süren cumhurbaşkanlığı krizi, 1 Kasım
itibariyle Hizbullah’ın adayı Mişel Aun’un seçilmesiyle sona
erdi.
1989’da cumhurbaşkanının görevlendirmesiyle sivil hükümete
alternatif olarak geçici askeri yönetim kuran Aun, Taif
Anlaşması’nı reddedip Suriye’nin Lübnan’daki askeri varlığına savaş
açınca sarayından alınıp Paris’e sürgüne gönderilmişti. Eski
Başbakan Refik Hariri’ye düzenlenen suikast ve Suriye’nin
Lübnan’dan çekilmesinin ardından sürgünden dönen Aun, 2006’da
Hizbullah’la ittifak anlaşması imzalamış ve 2008’de Şam’da Beşşar
el Esad ile görüşerek Suriye ile düşmanlığı resmen bitirmişti.
Aun’un partisi Ulusal Özgürlük Hareketi, Hizbullah’ın
liderliğindeki 8 Mart İttifakı’nın Hıristiyan ayağını tamamlayarak
Lübnan siyasetinde kilit bir pozisyona kavuşmuştu.
Lübnan’ın siyasi yapısındaki kırılganlıklar yüzünden sonucu
basitçe İran’ın zaferi ve Suudilerin hezimeti gibi bir bağlama
oturtmaktan kaçınsak da Hizbullah’ın elinin daha da güçlendiği yeni
bir döneme girildi.
Suudiler Mişel Aun’un önünü kesmek ve 8 Mart İttifakı’nda çatlak
oluşturmak için Hizbullah’a yakın olan Süleyman Franciye’yi öne
sürmüştü. Hizbullah, Aun’u harcamayıp Suudi oyununu bozmuştu. Yine
de bu kriz bir al-ver süreciyle aşıldı. Hizbullah-Suriye ekseninin
azılı düşmanı olan Gelecek Hareketi’nin lideri Saad Hariri,
Franciye’ye verdiği desteği çekerek 2011’de Hizbullah yüzünden
yitirdiği başbakanlık koltuğuna dönme şansını yakaladı. Lübnan
sınırlarından beslenen Suriyeli muhalif grupların
silahlandırılmasına yardım eden Hariri’nin ülkede yaşayabilecek
durumda değilken yürütmenin başına geçmesi Hizbullah açısından
büyük bir taviz sayılır. Fakat işin bir de şu tarafı var: Taif
Anlaşması’nın şekillendirdiği güç dağılımında başbakanlık zaten
Sünnilerde. Bilal Şaban’ın liderliğindeki Tevhit Hareketi ve yazar
Fethi Yeken’in kurduğu İslami Eylem Cephesi gibi Hizbullah’ın Sünni
ortakları da, Gelecek Hareketi’ne alternatif olacak güçte değiller.
Yani başbakanlık koltuğunda kimin oturacağı şu aşamada Hizbullah’ın
çok büyük kartlar çevireceği bir alan değil.
Buna karşın meclisteki koltuk dağılımı dikkate alındığında
Hizbullah'ın hükümette veto gücünü koruması muhtemel. Haliyle
Suud’un mutemedi Hariri her seferinde Hizbullah bariyeriyle
yüzleşecek.
Bütün bu karmaşık iç dengelere rağmen Aun, 2005’ten bu yana
izlediği siyasi çizgiyle Suudilerin boğazına saplanan bir kılçık
sayılır. İran da bunu böyle okuyor olmalı ki Aun’un seçilmesini
direnişin zaferi ilan etti.
Sözün özü Ortadoğu’ya yeniden dizayn verme projeleri ve
müdahaleler ‘şeytan ekseni’ diye hedefe konulan cepheyi genişletti.
Mezhepler üstü davrandıklarını zannederek mezhepçi refleksler
geliştirenlerin hareket alanı ise daraldı.