Ağır olmakta keramet olduğu ve bir kadının ancak böylesi bir varoluşla saygınlık kazanabileceği telkiniyle büyütüldüm birçok kız çocuğu ve genç kız gibi. Yine birçokları gibi, büyürken hep hafiflik ediyor olduğum eleştirisiyle karşılaştım. Birkaç kız bir araya gelip biraz fazla gülünce “kişnemeyin” diye bağırırdı anneannem. Kitap okumaya ayırdığım vakti el işi, ev işine ayırmamı tavsiye ederdi. Eve biraz geç gelsem, “keliğin sokakta kaldı” diye söylenirdi annem. Zaman ayırıp TDK sözlüğe bakarsanız keliğin hem eskimiş ayakkabı, hem de çok gezen kadın anlamında kullanılıyor olduğunu görürsünüz. Tesadüf mü? Sokakta sürtenin ayakkabısı eskir, adı da sürtüğe çıkardı.
Komşu toplaşmalarında “hafif kadın” diye dedikodusu yapılan ablalar, teyzeler vardı etrafımızda. En genç ve hayata karşı en iştahlı olanlarına “çağlayken çatlamış” denirdi. Yarım yamalak anlardık çocuk aklımızla. Cinselliği, bedenlerini erken keşfetmiş, hazzın tehlikeli değil, keyifli olduğunu idrak etmiş, arzularını dile getirmekten çekinmeyen kadınlardı bunlar. Genç olanların da, orta yaşlıların da hafifliklerinin etkisiyle süzülürlerken estirdikleri rüzgar herkesin ilgisini çekerdi. Cezbederdi. Özellikle de riyakar erkek gözlerini. Komşu teyzeler biraz da bundan öfkelenirlerdi bu kadınlara, kocalarına öfkeleneceklerine… Yahut onlara öfkelendiklerini belli edemedikleri için.
Birçok kadının gizliden hayal ettiği bu hafiflik hali, sorumluluklardan azade olmak, yine anneannemin deyimiyle, “yükünü atmış eşek” misali şen yaşamaktı. Fakat bu kadınların aile meclislerinde sandalyeleri olmaz, ele avuca, ev içlerine ve hatta kendi bedenlerine sığmazlardı. Teklifsizce söze karışırlar, etekleri uçuşarak dans ederler, gözünüzün içine bakarak konuşur, dokunmaktan, ağlamaktan, gülmekten geri durmazlardı. Gülmek için de, kavgada da dişlerini göstermekten çekinmezlerdi.
Geleneksel roller dağıtılırken orada olmayan bu kadınlar söz dağarcıklarıyla, üzerlerine geçirdikleri “hafif” kıyafetleriyle, beden dilleriyle farklıydılar. Ağırlıklarını atmış gibiydiler. Çünkü ağırlıklar insanı aşağı çekiyordu. Oturaklı olanın eli kolu, dili bağlanıyordu. Atanmış kelimelerle konuşuyor, çizilmiş haritalara sığışıyordu. O yüzden bu hafif kadınlar kendilerini tarif ederlerken onay gören bir role, kimliğe sığdıramıyorlardı. “Normal” evlat, anne, eş, sevgili ve mazbut kadın olamıyorlardı. Hocanım, hakimanım, memure hanım da… Bir makamı işgal etmiyor, bu yüzden de ikbal görmüyorlardı. Erkekler ve onların ağır buldukları bazı kadınlar bu makamlara oturuyorlardı. Hafif kadınlarsa uçuşup duruyorlardı. Çok sevilseler bile ciddiye alınmıyorlardı. Hiçbir zaman erkek aklıyla yarışamayacağı düşünülen akılları bir karış havadaydı. Taş gibi yerlerinde ağır olmadıkları, yerlerini bilmedikleri, hep yeni yerlerin hayalini kurdukları için “evde kalıyorlardı”. Sonra “edepsizce” ve tek başlarına kendi evlerini kurmaya kalkıyorlardı. Diledikleri vakitte, keliklerini sokakta bırakıp girebilmek için…
Hafif kadın özgürdü, bu yüzden korkuyla beraber öfkenin, hatta nefretin hedefi oluyordu. Baştan çıkarıcıydı. Hem başka kadınları, hem de başkalarının erkeklerini ayartacağına inanılıyordu. Özgüveni, başına buyrukluğu ve toksözlülüğü erkeklik kibrini, eril iktidarın düzenini sarsıyordu. Her sınıftan, her kültürden erkek boyun eğmeyen, ağırlıklarını atmış kadından ürküyordu. Onu hırpalamaya, eleştirmeye, küçümsemeye, değiştirmeye, aşağıya çekmeye çalışıyordu. Çünkü onun değişmeyeceğini, dünyanın değişmesi için, sırf bu farklı varoluşuyla bile mücadele edeceğini biliyordu.