Sadece toplumsal bellek değil, meğer bizzat kişisel hafızalarımız da bozulup bozulup yeniden yazılan bir kayıt merkezi gibi çalışıyormuş. Hatıralar söz konusu olduğunda beynimiz, sahte anılar üreten, geçmişi işimize yaradığı gibi kaydeden, yaşadıklarımızı ha bire duruma göre değiştiren gerçek bir sahtekar…
Henry Molaison, ağır epilepsi krizlerinden mustaripti. Doktoru William Scoville, Kanadalı bir cerrahın beyindeki ‘hipokampus’lardan birini alarak hastayı tedavi ettiğini okudu. Molaison çok ağır durumdaydı ve Scoville iki hipokampusu birden alırsa tedavinin iki kat daha etkili olacağını düşündü. 1953’te Amerika’da gerçekleşen ameliyattan uyanan 27 yaşındaki Molaison’un artık hiçbir yeni hafıza üretemediği görüldü. Hemşireler sürekli tuvaletin yerini yeniden tarif ediyor, bir şey konuşulurken konu değiştiğinde Molaison az önce söylenenleri hemen unutuyordu. Hayatının geri kalan 50 yılında Henry sadece ‘o anı’ yaşadı. Gönüllü olarak hafıza araştırmalarının öznesi oldu. Çünkü Henry Molaison ile yüzlerce yıllık gizem biraz çözülmüş, beyindeki küçük bir deniz atına benzetilen hipokampusun hafızamızın kapısı olduğu kesinleşmişti.
Hafızamız kimliğimizin en önemli parçası. Bireysel ve toplumsal hafızamızda sakladıklarımızla kendimizi tanımlıyoruz. Hatırladıklarımız yaşadıklarımızı ne kadar temsil ediyor, hafıza dediğimiz şeye ne kadar güvenebiliriz? Söz konusu toplumlar olduğunda, hatıraların nasıl uydurulabildiği, maniple edildiği, kimliklerin inşa edilebildiği hepimizin malumu. Aslında bireyler için de durumun çok farklı olmadığını söyleyebiliriz. Biri nöropsikiyatrist diğeri gazeteci Norveçli kız kardeşler, Hilde Ostby ve Ylva Ostby’nin yazdığı ‘Adventures in Memory’ adlı kitap işte tam da bunu araştırıyor. Neyi neden ve nasıl hatırladığımıza ve neleri nasıl unuttuğumuza dair soruların cevaplarını arıyor.
Ostby’lerin kitabından öğreniyoruz ki hafıza araştırmalarının gözde deneylerinden biri dalgıçlarla yapılıyor. Suyun metrelerce altında tüm seslerin ve duyguların bambaşka olduğu bir ortamda insanlar ezberledikleri şeylerin pek azını suyun dışında hatırlayabiliyorlar. Çünkü pek çok şeyi aklımıza onu oluşturan koşullarla birlikte kaydediyoruz. Bir kokunun bizi birden bire anneannemizin mutfağına götürüvermesinin sebebi tam da bu.
Hatırladıklarımız, bizim işimize yarayanlar. Geleceğimize hizmet edeceğini düşündüklerimiz, ya da kendi hikayemize uygun bulduklarımız. Ostby kardeşler “bir hatıranın kaderi, ne kadar işimize yaradığına bağlıdır” diyorlar. Kişisel hatıralar bizim için önemlidir, umutlarımıza, değerlerimize bağlıdırlar ve zihnimizde kurguladığımız kişisel otobiyografimize eklenirler. Bu otobiyografiye uygun olmadığını düşündüklerimizi çoğu kez hatırlamayız her nasılsa. Zihnimiz yaşadığımız her şeyi de kaydedemez aslında. Yeni hatıralar geldikçe eskiler, bir tür klasörlere konup derinlere itilir. Onları geri çağırmak hayatın farklı bir döneminde eskisi kadar kolay olmaz.
Otobiyografiler ve hatıra kitapları da bu nedenle yazarın kendisi hakkında anlatmak istediği hikayenin taşıyıcısıdır sadece. Hatıralar güvenilmezdir. Bu bizim samimiyetimiz ya da dürüstlüğümüzün ötesinde, insan olmamızdan kaynaklanan bir şey. Çünkü araştırmacıların çok iyi bildiği gibi zihnimiz yeni hatıralar üretmekte de mahirdir. En eski hatıraları canlandırmayı başardığınızda bile kaydedilmiş gerçeklikler değil, kendi çevresinden beslenerek şekillenmiş bazı fikir ve görüntüler gelir aklınıza. Hafıza bir tecrübenin parçalarından bir çerçeve oluşturur, olan biten hakkında bir hikaye yazar. Bir zamanlar aklımızda çok taze olan bir tecrübe zamanla farklılaşır. Zihnimiz bütün detayları kaydedebilecek kapasitede olmadığı için hislerimizden, eğilimlerimizden yorumlama yeteneğimizden yararlanarak adeta bilincin paralel evreninde yeni bir hatıraya dönüşür. Hatıraları bizim için zihnin derinliklerinden bulup toplayan hipokampusumuz, tüm hayat hikayemizden de yararlanarak boşlukları doldurur ve bize ‘yeni bir an’ sunar, hatırlayıp anlatmamız için…
Kimi insanlar kendileri hakkında çok şey hatırlar. Araştırmacıların ‘episodik hafıza’ dedikleri şey, yani hikayeleri boldur. Kimileri ise hayatlarını normal şekilde sürdürecek kadar dünyanın farkındadır, onların ‘semantik hafızası’ yerindedir, ama kendilerine dair hatırlayıp anlatacakları pek az şey vardır. Yani bazen sükut, bilgelikten değil gerçekten de kişinin anlatacak pek bir şeyi olmamasından kaynaklanır…
En eski hatıralarımızın bile zamanla değiştiren belleğimiz, bazen hiç olmayan hatıralar bile uydurabilir. Bilim insanlarının ‘sahte hatıralar’ adını verdiği şey, özellikle çocukluk yıllarından aklımızda kalanlar şeklinde karşımıza çıkar. Çoğu kez dinlediklerimiz, duyduklarımız, gördüklerimizden etkilenip gerçekten yaşadığımıza inandığımız hatıralar üretiriz. Bazen bir fotoğraf, bazen bir belgesel ya da başkalarının hatıraları bizi yönlendirir. Ostby kardeşlerin kitabında kendisi bizzat sahte hatıralarla ilgilenen bir psikiyatri profesörü, Svein Magnussen başına gelen bir olayı anlatıyor. Öğrencilik yıllarında satın aldıkları külüstür araba yolda bozulur ve onu bir çılgınlık yapıp hep birlikte iterek denize atarlar. Yıllarca işledikleri bu suçu (Danimarka’da denize bir şey, hele araba atmak hem suç hem utanılacak bir şey…) içinde taşıyan Magnussen çok sonraları bir mezunlar buluşmasında gerçeği öğrenir. Öyle bir şey olmamıştır, arabayı içlerinden biri daha sonra bir hurdacıya satıp kurtulmuştur. Kitabın yazarları bunda şaşılacak bir şey olmadığını söylüyorlar, ne de olsa hafızamız hep yeniden yapmaya müsait ve elastik. Hatırladıklarımızın çoğu da aslında gerçek ve kurgunun bir karışımı. Hatta bu nedenle bazen insanları, yaşamadıkları bir şeyi yaşadıklarına, olmayan bir hatıranın hafızalarında yer ettiğine inandırmak bile mümkün. Biraz tartışmalı olsa da böyle pek çok deney yapılmış.
Bunun en somut neticesi ise kriminal araştırmalarda tanıklığın temel unsur olmaktan çıkması. Başta İngiliz ve Norveç polis teşkilatları olmak üzere pek çok Batılı dedektif somut delillerle desteklenmeyen tanıklıklara dayanan suçlamalardan kaçınıyor. Amerika’daki Innocence Project’in DNA testlerinden yararlanarak suçsuzluğunu kanıtladığı 300 mahkumun üçte ikisi yanlış kişiyi gösteren aleyhte tanıklara sahip…
Londra’da üç bin sokağı ezberlemek zorunda olan taksi şoförlerinin hipokampuslarının normalden büyük olduğu tespit edilmiş. Yani beynimiz, bizim hatırlama ve hafızamızı geliştirme çabamıza karşı duyarsız kalmıyor. Beyin de değişebiliyor. Bu hafıza denilen şeyin güvenilmezliği karşısında bir umut gibi. Ama fazla güvenmemek gerek. Çünkü aynı araştırma, taksiciliği bırakanların o sokakları unuttukları gibi hipokampuslarının da tekrar eski halini aldığını söylüyor bize.
Hatırladıklarımızın uydurduklarımızdan çok da uzak olmadığını öğrenmek, insanı biraz şaşırtıyor. Adeta her birey kendi hayatını yazan bir yazar gibi. Hepimiz kendi ölçeğimizde birer Knausgaard ya da Proustmuşuz meğer. İnsan bırakın başkalarını, kendi hafızasına bile öyle fazla güvenmemeliymiş. Tabii gerçeğin, sadece gerçeğin peşindeyseniz böyle. Ama şimdi gerçek sonrası çağda, belleğin oyunları kimin umurunda?
Sadece toplumsal bellek değil, meğer bizzat kişisel hafızalarımız da bozulup bozulup yeniden yazılan bir kayıt merkezi gibi çalışıyormuş. Hatıralar söz konusu olduğunda beynimiz, sahte anılar üreten, geçmişi işimize yaradığı gibi kaydeden, yaşadıklarımızı ha bire duruma göre değiştiren gerçek bir sahtekarmış… Ne kadar acıklı, değil mi?