Hafızayı canlı tutmak için hafıza müzeleri
İzmir Büyükşehir Belediyesi Kent Arşivi ve Müzeler Şube Müdürlüğü Uzmanı Gözde Yılmaz, Bosna'da kurulan hafıza müzesinden ilham aldı, şimdi savaştan kaçınıp Türkiye'ye sığınan çocukları anlatmak için bir hafıza müzesi hazırlıyor.
İZMİR - İzmir Ekonomi Üniversitesi’nde Siyaset Bilimleri ve Uluslararası İlişkiler alanında Siyaset Teorisi temelinde aldığı doktora eğitimi süresince azınlıklar, soykırım, demokratikleşme gibi konularda çok sayıda makalesi bulunan Gözde Yılmaz, Toronto Üniversitesi’nde Soykırım ve İnsan Hakları üzerine eğitim gördü. Avrupa Birliği tarafından desteklenen çeşitli projelerde yer alan Yılmaz, Beraberce Derneği'nin projesi kapsamında Bosna Hersek'te yer alan Savaşta Çocukluk Müzesi (WarChildhoodMuseum) ile iletişime geçti.
Bosna- Hersek’te kurulan bu müzenin amacı; zor geçmişlerle yüzleşme ve travmatik deneyimlerin üstesinden gelmek için toplumsal gelişmeyi sağlamak. İzmir’de de hak temelli duruşu kuvvetlendirmek açısından hafıza merkezlerinin kurulması elzem bir konumda. Sivil toplum alanında mültecilerle çalışmalarıyla da bilinen Yılmaz, bu müzeden aldığı ilhamla şimdi İzmir'de savaş mağduru çocuklar için kuracağı hafıza mekanı üzerine çalışmalar yapıyor.
Hafıza müzeleri ve hafıza mekanları arasındaki fark nedir? Hafıza mekanları neden önemli? İzmir yangınının toplumsal hafızaya etkisi nasıl oldu? İzmir Büyükşehir Belediyesi Kent Arşivi ve Müzeler Şube Müdürlüğü Uzmanı Gözde Yılmaz sorularımızı cevapladı.
UNUTULMAYA YÜZ TUTMUŞ İNSANLARIN HİKAYELERİ GÖRÜNÜR KILINABİLİR
Bize projenizden bahseder misiniz? Bu projeyi hazırlarken hangi motivasyonla yola çıktınız?
Mülteci çocuklar için hafıza müzesi kurmak amacıyla yola çıktım. Toplum dışına atılmış, kelimeleri susturulmuş insanların ve özellikle çocukların anlatılarının görünür olması gerektiğini düşünüyorum. İzmir’de yaşayan ve savaş dolayısıyla bu topraklara sığınmış çocuklarla iletişime geçip hikayelerini yükledikleri eşyalarını kamusal alanda görünür kılmak istiyorum. Tabii ki bu görünürlük sadece nesne temsili ve anlatısı olmamalı. Proje kapsamında sözlü tarih çalışmaları, video gösterileri, “Savaşta çocuk olmak” başlıklı atölyeler düzenlenerek mülteci olmanın zorluklarıyla alakalı film gösterileri ve söyleşiler de gerçekleştirilecek.
Benim yola çıkma motivasyonum Bosna’daki Savaşta Çocukluk Müzesi’ydi. Onlar savaşta mağdur olan insanların eşyalarını ve hikayelerini toplayarak bir müze oluşturmuşlar. Savaşta Çocukluk Müzesi’nin kurucusu Jasminko Halilović, savaş yıllarında çok küçük olduğundan oldukça fazla anlatı biriktirmiş. Savaşı birebir yaşamış insanlara ulaşarak üzerinde hikaye oluşturdukları eşyaları toplamış. Şimdi savaş çocukluğunun arşivlenmesi ve tanıklığın kayıt altına alınması için faaliyetler yürütüyor. Müze, 2025yılına kadar savaş sırasında büyüme deneyimine adanmış dünyanın en büyük arşivi olmayı hedefliyor.
Bu şekilde hafıza mekanları oluşturmanın çok önemli olduğunu düşünüyorum. Bu tür mekanlarla geçmişte kalmış, unutulmaya yüz tutmuş insanların hikayeleri görünür kılınabilir. Toplumdaki sosyal içermeyi sağlar. Farklı kültürlerin bir arada yaşayabilir olması; yüzleşmek ve demokrasiyi sağlamak açısından da çok önemli. Unutulanı geri çağırarak kendilerine özel hissettikleri eşyalar ve hikayeleriyle neyi anlatmaya çalıştıklarını ancak bu şekilde anlayabiliriz.
MÜZELER TOPLUMU DÖNÜŞTÜRMEK İÇİN KURULMUŞ YERLER OLMALI
Toplumların kolektif belleğinin ortaya çıkarılması ve korunmasında mekan bir araç olarak öne çıkıyor. Bu anlamda hafıza müzeleri ve hafıza mekanları arasındaki farkı nasıl değerlendiriyorsunuz?
Hafıza müzeleri, müzelerin bir forum niteliği taşıması fikrinden yola çıkmış mekanlar. Biz o anlatının neresindeyiz? Nasıl bir toplumda yaşıyoruz? Müzeler, bu anlamda herhangi bir otoritenin söylemine maruz kalmadan o yaşantıyla yüz yüze gelmeyi sağlamalı. Müze denildiği zaman halka uzak, halkın tümünü temsil etmeye yatkın olmayan, toplum dışına atılmış insanların anlatılarından ziyade daha formal bir içerik görüyoruz. Oysaki Müzeler toplumu dönüştürmek ve biraradalığı sağlamak için kurulmuş yerler olmalı. Eğitsel işlevinin yanı sıra ahlaki ve politik sorumlulukları unutulmamalı.
Hafıza mekanları ise hegemonyanın öne sürdüğü anlatılarla belleğin susturulması sonucunda ortaya çıktı. Mekanlar, duygudaşlığa dayanır ve eğitsel bir yanı yoktur. Bu nedenle yeni müzecilik anlayışı içinde yer alıyor.
MEKANLAR, ORADA YAŞAYAN İNSANLARIN ANLATILARIYLA OLUŞTURULMALI
Hafıza müzelerinin tanımını yaparken toplumların travmatik geçmişleriyle eleştirel biçimde nasıl ilgilendiklerinden bahsediyorsunuz. Sur’u düşündüğümüzde bu soruyu nasıl yanıtlarsınız?
Toplumsal kolektif belleğimizi oluştururken homojenleşmiş anlatılardan ziyade bireysel anlatılara yer vererek o mekanın, o kent belleğinin tarihini anlatmaya çalışmak belki bir ilk adım olabilir. Sur’da yok olmuş mekanların oluşturulması, otoritenin bize anlattıklarından değil de orada yaşamış insanların anlatılarından yola çıkarak yapılmalı. Yani Sur’da neler yaşanıldığını anlatacak bir mekandan bahsediyorum. Yıkım öncesinde bir arada yaşadıkları mekanlar o mekanlara ait hikayelerle hafıza mekanına dönüştürülebilir. Bunun dışında yerinden edilmiş ya da edilmek zorunda bırakılmış insanların yaşadıkları yere dair anlattıkları üzerine sözlü tarih çalışmaları yapılabilir.
MÜLTECİLER O MEKANLARDA ARTIK BİR ÖZNE
Mülteciler, politik alanda temsil edilmiyorlar. Hafıza mekanları bu temsiliyete nasıl kapı açıyor?
Mültecilerin söylemleri aslında hafıza mekanlarıyla birlikte görünür hale geliyor. Bu şekilde yaşadıklarını birinci elden anlatıyorlar. Nesnelere bağlı hikayeler ve sözlü tarih çalışmaları yapılacak olan formlarda bir araya geliyorlar. Aslında bu şekilde kamusal gönüllülük de sağlanmış oluyor. Böylece politik anlamda sağlayamadıkları temsiliyeti, bu mekanlar aracılığıyla, yaşadıklarını anlatarak sağlıyorlar. Yani hafıza mekanları toplumsal yenilenme için bir katalizör görevi görüyor.
Mülteciler kendilerini tecrit edilmiş hissediyor; kendilerini tanımlayamıyor. Ve biz de onları hep başkalarının söylemleri üzerinden tanıyoruz. Bu söylemler de medya vasıtasıyla oluşturuluyor. Hafıza mekanları bu tecrit duygusunu da sönümlendiren bir yer aynı zamanda. Çünkü bu mekanlarda o artık bir özne. Hafıza mekanlarında neye sahip çıkmamız gerektiğini, hangi adımları atmamız gerektiğini deneyimliyor, farkındalık kazanıyoruz. Aksi durumda kişi, acıma duygusundan öte gidemiyor. Bu şekilde acıyarak kör, sağır olmaya devam ediyor. Bu anlatılara sadece acıyarak uzaklaşan insanlar acınacak durumda bence.
KÖR, SAĞIR, DİLSİZ BİR TOPLUMLA KARŞI KARŞIYAYIZ
Peki, İzmir’in büyük yangın sonrası kaybettiği mekanlar nasıl hafıza mekanlarına dönüştürülebilir?
Yangında yitip gitmiş ailelerin izini arşivler vasıtasıyla sürebiliyoruz. Bu kişilerin anlatıları bir araya getirilerek hafıza mekanları oluşturulabilir. Örneğin Basmane Bölgesi’nde yangında yok olmuş önemli yerler saptanarak orada yaşamış insanların anlatılarına ulaşılmaya çalışılır. Varsa bu kişilere ait nesneler bulunabilir. Burada bir mekan seçip çeşitli sembolik nesneler koymaktan bahsetmiyorum. Gerçekten o kişilerin yaşanmışlığına dair mektuplar, kıyafetler, onların izini taşıyan nesnelerden bahsediyorum. Tabii İzmir yangınını düşündüğümüzde bunu oluşturmak gerçekten çok zor ama imkansız değil. Örneğin Basmane’de yangında yok olmuş bir otel, dükkan seçebiliriz. Bu şekilde seçtiğimiz sokağa dair bulabileceğimiz her şey bir tür hafıza mekanına dönüştürülebilir.
Sizce İzmir yangınının toplumsal hafızaya etkisi nasıl oldu?
Bu toplumsal bir olay ve herkes bundan kötü etkilendi. En önemlisi ötekileştirmelere yol açtı. Çünkü tartışmalar “yangını kim çıkardı, kim kimi yaktı” söyleminden çok öteye gidemedi. Bireysel anlatılar bir kenara bırakılarak tamamen politik söylemler üzerine ilerleme kaydedildiği için bir unutuşa, bir ötekileştirmeye, yabancılaşmaya yol açtı. İzmir’de yaşayan ve bir şekilde ailelerini bırakmak zorunda kalmış, mekanlarını terk etmiş insanlar bu topraklarda yabancı haline geldiler.
Şu an yaşadığımız kenti tanımıyoruz. Geçmişe dair izlerini bilmiyoruz. Geçmişte burada kimler yaşadı, neler yaşadı? Bu insanlar bu şehri neden terk etti? Hiçbir fikrimiz yok. İnsanlar geçmişe dair merak duygusunu da yitirdi ne yazık ki. Tamamen bir unutuşun içinde sürüklenip gidiyoruz. Araştırma motivasyonunu kaybeden kör, sağır, dilsiz bir toplumla karşı karşıyayız. Travmayı yaşayanların anlatısı değil bir üst söylemle susturulmaya çalışılan anlatılar ortaya çıktı. Travmalar ise görünür hale gelemediler. Ben buna Amnesia diyorum. Tarihsel belleğe, kent belleğine dair hiçbir soru üretmiyoruz. Bu yüzden de bir arada yaşamayı bilmiyoruz.
HAFIZA MEKANLARI BİRARADALIĞI KUVVETLENDİRİR
Son olarak; Hafıza mekanları bir arada yaşamaya nasıl katkı sağlıyor?
Neyi tehlike olarak algıladığımız, güvenilir bölge olarak kurguladığımız alanı sorgulamamızı sağlıyor aslında. Kim tehlikeli? Düşman kim? Terörist kim? Yabancı kim? Bunları sorgulamamızı ve kendi mahremiyet alanımızı yeniden oluşturmamızı sağlayan mekanlar çok önemli. Bunları sorguladığımız zaman bir arada yaşamamız kolay hale gelir. Bunu yapmamız kalıplaşmış yargılardan uzak insanların yaşadıklarıyla bizi yüzleştirir.
Tamamen o insanların hikayeleriyle bir araya gelebileceğiniz ortamlar sağlandığı vakit biraradalığı da sağlamış oluyorsunuz zaten. Anlatılar arasında herhangi bir politik söylem girmeden kurabildiğimiz diyaloglar olduğu zaman biraradalık kolaylaşır. Hafıza mekanları da bütün bu ötekileştirici söylemleri uzaklaştırmaya çalıştığı için mekanı ziyaret eden kişi, kendisini o anlatıdan soyutlayamaz. Artık eyleme geçmesi gerektiğini, söz söylemesi gerektiğini fark eder. Dolayısıyla artık bir şeyler yapması gerekir. Yaşanan her şeyde kendisinin de sorumlu olduğunu hisseder. Hafıza mekanları bu anlamda biraradalığı kuvvetlendirir.