Heyecan ama çocukluktan henüz tam manasıyla çıkmamış bir heyecan: Anadolu Lisesi sınavı gecesi adeta. Bir gün sonra okunmuş pirinç tanelerini yutacaksın, dualarla okula gideceksin, geceden ucu sivriltilmiş kalemleri kontrol edeceksin (o zamanlar ÖSYM vermiyor kalemleri), uykuyu çağırıp duracaksın, kafanda formüller isimler tarihler uçuşacak, kuş uykusu uyuyacaksın, sabahı dar edeceksin. Sonra aylardır hazırlandığın o sınav, çıkışında ödül olarak belki bir yemek, belki ufarak bir hediye. Haftalar sonra, evinde risk grubunda kimse olmayan, neredeyse gün aşırı konuştuğunuz o arkadaş grubuyla bir sofranın etrafında “sosyal mesafe” gözeterek oturacaksınız. Eve girer girmez dezenfektan, ayakkabı altı temizleme, uzunca el yıkama ve müthiş şaşkınlık: Evet buluşabildik ve bir masanın etrafına oturacağız.
Derviş Aydın Akkoç beni bağışlasın, onun bir metninden hatırladığım Benjamin emsalini hatırlıyorum ve hatırlatıyorum. Yemek yeme performansının kendisi, aslında en az iki kişiliktir çünkü bir süre sonra çatalmış, tabak düzeniymiş, sofraya ehemmiyet vermekmiş… hepsi herhangileşir ve insan ilkel olana (belki de öz olana) dönüverir. Çağır hafızana; birden fazla insanın olduğu masada hangi kurala nasıl riayet ediyordun da, tek başına mutfak masasında yediğin yemekte neler yapıyorsun. Mevzubahis o değil ama bir anda üşüşüyor – bunca kısacık zamanda meğer unutmuşsun: Bir masanın etrafında oturup konuşabilmek böyle güzel miydi?
Arkada çalan müziğin bu defa çok kıymeti var. Kim nasıl eşlik edecek bu sofraya, hangi şarkıyı akşamın (gecenin) neresinde dinlemeliyiz? Kimi dinlemeyi çok özledik, kimin hakkında en son konuşmuştuk? Çünkü canlı yayın çağının bir sonucu daha var: Tavsiye. Çıldırmış gibi birbirimize kitap, film, şarkı, yazı, yemek, albüm, kamera arkası öneriyoruz. Şunu gördün mü, buna bakmış mıydın, berikinden sen bahsetmiştin ama asıl bu mühimmiş tavsiyeleri havada uçuşuyor. Müzik bahsinde bir farklılık gözlemliyoruz; eskisi gibi, tıpkı yetişme çağlarımızda olduğu gibi, albüm dinlemeyi özlemişiz. Tek tek şarkı değil, bir albümü başından sonuna dinlemek. Şarkıların art arda gelişinin bağlamı, albümün dinleyici karşısına çıktığı vakit olan bitenler, müzikal riskler, politik riskler. Mesela, çok uzun zamandır Şarkılarım Dağlara albümünü, adlı adınca albüm gibi dinlemediğimizi fark etmemiz. 1994 yılında, daha adından başlayan politik riski göğüslemesi, Orhan Kotan şiirlerinin keşfi, estetik riskler, “Mavi’nin Türküsü” ile “Ölüm Dörtlüğü”nün arka arkaya gelmesindeki müzikal risk…
O sofranın etrafında da “yarın yokmuş gibi” müzik dinleme kararı, ama zımnen alınmış bir karar bu. Kimse kimseye bundan bahsetmiyor, yarın yokmuş gibi hakikaten sevdiğimiz şeyleri açalım demiyoruz ama daha en baştan öyle çalınıyor şarkılar. Şu kişi yıllar içinde çok hata etti, berikisi zaten kusurlu biridir, ötekisini en son ne zaman dinlediğimi hatırlamıyorum cümlelerinin masanın dışında kaldığı bir gece. Mutfakta küçük, tevazu sahibi, ufak bir masa. Arkadan çalanlar: Şimdi ortaokuldayız, şimdi üniversiteye geçtik, aha bu ilk maaşı aldığım ayın şarkısı, bir daha lise, dahası ortaokul –radyolar çağı–, aha bu zaten daha geçen çok sevdiğimiz şarkı diye diye geçirilen müthiş bir gece. Büyük şeyler beklenmeyen, büyük lafların edilmediği, sesin şarkı söylemek dışında yükselmediği, tıka basa yenilmeyen bir muhabbet masası. Meğer ne çok özleniyormuş.
Hitama doğru kendiliğinden gelen üzgünlük. Evet evlere dağılacağız, evet sosyal mesafe, evet virüs, evet sokaksız muhalefetin mecburi zorluğu, evet öyle ya da böyle yaşamaya çalışmak, evet sosyal devlet noksanı, evet Kanal İstanbul ihalesi, evet dağıtılan maskelerin ne denli iptidai olduğu, evet çalışmaya devam eden sağlıkçı yakınlarımız, evet gecenin gündüze karışması, evet derin uykusuzluğun gürültüyle geri dönüşü. Ama öyle bir gece yaşadık mı haftalar sonra, ama öyle bir sofra kurduk mu? Evet öyle öyle gece yaşadık ve evet o sofrayı kurduk. Ayların en zalimi miydi nisan? Geçelim.
O sofranın esas şarkısını anmadan geçmek olmaz (esasın esasını başka bir yazıya bırakarak): Hüsnü Arkan ve Erkan Oğur beraber söylüyor. Adı “Fikrim Yok”, tam da bugünlere yaraşıyor adı bile. Fikrimiz yok. Şurası ya: “Yağmur yağar gül üstüne/ Evvel benim gel üstüme/Ahirim varmış fikrim yok”. Geçecek her şey, bir şekilde geçecek. Her gün kendimizi ve sevdiklerimizi yoklayacağız. Birkaç merak, birkaç keşif, birkaç şarkı kalacak sonunda belki de. Çünkü her şeyin sonunda birkaç şarkı kalır. Şarkı dediğin kalan bir şey.
“Nereden tutsam dünyanın, kopmuş gidiyor/ Güzel gün görmeye canım, vadem yetmiyor”. Yanılmıyorsam bugün Erkan Oğur’un yaş günü. Bilvesile onu da kutlamak isterim. O olmasaydı her şey biraz daha zor olurdu. Ve masalar. O masalar.