Zizek’in anlattığı şöyle bir mesel vardır: Almanya’nın iki parça olduğu dönemin Doğu Almanya'sında bir işçi çalışmak üzere, Sibirya’ya gidecektir. İşçi ve arkadaşları, Sovyetler ile ilgili anlatılan bolluk hikayelerini merak etmektedirler ama bir yandan da, yazılanların sansür komitesi tarafından okunacağını bildiklerinden, aralarında bir şifre belirlerler: Mektup mavi mürekkep ile yazılmışsa doğru, kırmızı mürekkep ile yazılmış ise yalan olacaktır. Birkaç ay sonra işçinin mavi mürekkep ile yazılmış ilk mektubu gelir ve şöyle yazmaktadır: “Burada her şey harika, mağazalar tıka-basa dolu, sinemalar, güzel filmler, lüks evler… Yani, burada bulamayacağınız tek şey herhalde kırmızı mürekkep.”
***
Jean Echenoz’un harika kitabı her durumda koşmaya çalışan Emile Zatopek’in hayat hikayesi ile ilgili. İki dünya savaşı arasında doğmuş, yoksul bir Doğu Avrupalı Zatopek. Madenlerde, sağlıksız atölyelerde başlayan bir hayat, kıt kanaat yaşarken tesadüfler sonucunda atletizme adım atışı ve o esnada başlayan İkinci Dünya Savaşı ve Çekoslavakya’da Nazi işgali yılları.
Çekoslavakya’yı işgal eden Naziler harika insanlardır. Yerel halka, bunu ispatlamak için çocuklara sürekli oyuncak dağıtmaktadırlar, bütün duvarlar sağlıklı Alman ve müreffeh Almanya görselleriyle doludur. Ama sokağa gereksiz yere çıkmak uygunsuzdur, spor yapmak ise düpedüz yasak. Spor yapmak yalnızca Almanların hakkıdır. Eh, sonuçta savaş var, diğerlerinin sporunun birdenbire talime dönüşmesi imkân dahilinde, Almanları da anlamak lazım.
***
Tam da, Türkiye’nin seçim sath-ı mailinde eski seçim yasası, yeni seçim yasası, RTE’yi bir kez daha mağdur edebiyatı yapma fırsatı vermeyelim tartışmaları sürerken, kitabın en fazla burasına takıldım.
İstediği herkesle görüşen, istediği her şeyi yapabilen, istediği kadar bütçeye sahip olabilen ama gene de duruma göre mağrur, duruma göre mağdur olabilen bir insanı mağdur etmemek mümkün müdür acaba? Daha da önemlisi, bunu engellemeyi düşünmek kimin haddinedir?
Naziler de elbette, böyle bir mağrur bir mağdur yaklaşık 25 yıl dünya siyasetinin altını üstüne getirmişlerdi. Onlar da, Yahudiler, eşcinseller, komünistler, 1. Dünya Savaşı ve Versay Anlaşması tarafından mağdur edilmişlerdi.
Çok yazıldı, çizildi, söylendi ama bir kez daha hatırlatmakta fayda var. Bu mağduriyet oyununu Nazilere oynama fırsatını veren, Almanya/Avrupa’nın sosyal demokratları ve merkezi siyasileriydi. Öncelikle onlarla yerli-millilik yarışına girmişler, sonra da bunların daha fazla mağduriyet edebiyatına gark olmalarına müsaade etmeyelim diye, yasalar karşısında şımarıklık yapmalarına müsaade etmişlerdi.
Sonucu biliyoruz.
Peki sonucu gerçekten biliyor muyuz?
***
Savaş sonrası Zatopek gene yoksul bir ülkenin yoksul bir bireyi olarak, varlık ile yokluk arasında mücadele ederek, 1948’den itibaren ismini duyurmaya başlar ve 1952’de Londra Olimpiyatları ile başlayan şampiyonluklar ve rekorlar serisini yıllarca sürdürür. Bu arada, orduya alınır, her zafer bir terfi, her rekor bir rütbe... 1960’larda o Doğu Avrupa sosyalizminin sembollerinden birisidir ve o yıllarda yavaş yavaş duyulmaya başlayan mülteci sporcu hikayelerinden dolayı, uluslararası yarışmalara katılması her geçen gün zorlaşır.
Uluslararası yarışmalara katılabildiği durumlarda ise onun ağzından gittiği ülkelere küfür ve hakaretler edilir. Örneğin Fransa’da katıldığı Humanite turnuvasının ardından Fransa hakkında verdiği beyanat tümüyle çarpıtılır, Fransa’nın harika bir yer olduğunu söylemesine rağmen, gazete Zatopek’in “Fransa’da fuhuş ve savurganlıktan başka bir şey görmediğini” söylediğini yazar. Benzer bir durum Brezilya’da da başına gelir…
Zatopek, önce Stalin’in ölümü ile başlayan çözülme ile ama asıl A.Dubçek’in başa gelmesiyle birlikte rahatlar, her yere gidebilir hale gelir ama bu kez Brejnev dönemi Sovyetleri, Çekoslavakya’yı işgal edip, Dubçek’i görevden alır. Zatopek, Sovyet işgalini protesto eden kitlenin içindedir, işgal sonrası kurulan iktidar Zatopek’i önce madenlere sonra, çöpçülüğe, sonra da bahçıvanlığa sürgün eder. Zatopek gocunmadan çalışır. Sonra iktidar pek çok şeyden dolayı bu yaptığının anlamsızlığını anladığında, tüm bunları sıvamaya karar verir ve ona, madenlere sürgün edildiği, çöpçü yapıldığı, bahçıvan yapıldığı, ordudan rütbelerinin sökülerek atıldığı gibi “dedikoduların” tamamının bozguncuların, emperyalist dünyanın bir yalanı olduğu yönünde bir beyanatı imzalatırlar ve yeniden ordudaki görevine iade ederler…
***
Post-28 Şubat sürecinde, AKP ve yanlarındaki liberal-muhafazakâr çekirdek (MÜSİAD, Yeni Şafak, Genç Siviller) demokrasi ve insan haklarını savunuyormuş gibi (görünmek için) militarizm karşıtlığı ve totoliterizm eleştirisi yapmaya bayılıyorlardı.
Taraf’tarlar, Genç Siviller Feat Rasim Ozan’dan yadigar, bir İdris Küçükömer kitabı ve birkaç Ahmet Hamdi Tanpınar romanını da içeren bir okuma listesi, okunduğunda eski rejimin tekmil unsurlarını (elbette sosyalistler) demokratlaştıracak bir dua ya da muska kabilinden ha bire teşvik ediliyordu. Artık, İdris Küçükömer’i, Ahmet Hamdi’yi hatırlayan yok. Brejnev’in işgal ettiği Çekoslavakya’nın, Kafka ve Kafkaesk edebiyatın anavatanı olan Çekoslavakya’nın sansür ve manipülasyon merkezlerine bile rahmet okutacak düzlemde yürütülen sansür ve manipülasyona bakarak, Yeni Türkiye’de 1984’ten başka kitap okumak yasaklanmış gibi görünüyor.
Neymiş efendim, 6'lı Masa kasabın (bu arada Kafka’nın babası da kasapmış) kulağına “böyle böyle de” demek suretiyle kasabı manipüle etmiş, aslında “çocuk karne hediyesi olarak et dememiş tabl-et demiş” spiker ve haber merkezi buralarda dezenformasyon yapmış, yoksa ailenin maddi durumu harikaymış, haftada 3 kez et yemeği pişermiş… 6’lı Masa olayı biraz daha kurcalasa, ailenin kolesterol, tansiyon, karaciğer yağlanması, tansiyon raporları ortaya saçılacak.
Ha gayret!
***
Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar’ında bir kasap vardır. Felsefenin kanını içen, kasap Hegel, tam adıyla, Gustav Willibald Franz Hegel. "Kasaplık Hayvanların Kesiminde Devletin Uyarsız Tutumu Hakkında Bir Deneme" isimli çalışması, Stadthamburg Kasaplar ve Sakatatçılar Derneği'nin çıkardığı “Et ve Hayvancılık” isimli dergide, ki derginin mesul müdürü de Josef Georg Fichte’dir, yayınlanır ve böylelikle kasaplıktan, felsefe profesörlüğüne uzanan yolculuğu başlar…
Kafka’nın “Babama Mektup”unda yazdıklarına bakarsak, bir kasap olan babasının, onun Franz Kafka olmasında ve Kafkaesk edebiyatın oluşmasında, negatif bir unsur, bir nefret objesi olarak büyük katkıları olduğu şüphe götürmez.
Çiller’i büyük ekonomist, Ağar’ı büyük kahraman, Soylu’yu içişleri bakanı, Hakan Ural’ı ekolojist yapan neo-Abdülhamitçiler, giderek bir simya merkezine dönüşen A-Haber marifetiyle bir kasabı da İletişim Başkanlığı’na daire başkanı yapar.
Yani neden olmasın? Ha gayret!