Yılın son yazısı… Geçen zaman ömürdendir derler. Geçmiş muhasebesi ve sonra erdemli insan olarak yola devam etme iradesi… Kişisel tarihimizin kalan sayfalarını faziletle donatma dileğiyle…
Ya toplumsal muhasebe derseniz korkmayın, bir yılın ‘Z’ raporunu bir yazıda çıkarmak benim boyumu aşar. Amma velakin deli gönül ‘hiç değilse son bir haftanın sende kalan tortusunu yazmadan bitirme bu yılı’ diyor. Her şeyi değil, sadece bende iz bırakanlardan öne çıkanlardan bir seçki yapayım bu yazıda. Bir haftanın gündemi dahi yıllara yayılabilecek kadar yoğun ve hızlıca akar çünkü bu ülkede. Hızlı akar ama hiç değişmez. Yüksek tempolu bir dans adeta. Adımları hiç değişmeden, biteviye aynı hareket, aynı ritim. E, bu durumda bir haftaya bakınca bir yılı gözden geçirmiş olmak mümkün.
TERÖR VE TERÖRLE MÜCADELE POLİTİKASIZLIĞI
Hakurk’ta şehit düşen 12 askerimizin anısına, kısacık çileli yaşamlarına, vatan görevi adına maruz kaldıkları zorlu koşullara rağmen verdikleri mücadeleyi saygıyla anıyorum her birini. Terörü lanetliyorum hepimiz gibi. Terörle mücadele yöntemlerindeki vahim ve temel hataları da lanetliyorum. Politikasızlık olarak isimlendirdiğim bu mücadele yöntemiyle 40 yıldır ağır bedeller ödedik. Aynı temel hatalarla çocuklarımızın canını bedel olarak sahaya sürmeye devam ediyoruz. Yoksul Türklerin çocuklarıyla yoksul Kürtlerin çocuklarını birbirlerini öldürmek zorunda bırakan, karşılıklı ve bitip tükenmek bilmeyen aynı hatalar. Hesap sorup “ne oldu, nasıl oldu, neden oldu?” diye soracak olsak cevap yok. Bildiri var. Yürütme ve yasama organları değil de konuşan sanki kanarya sevenler derneği. Bildirimi o imzaladı, bu imzalamadı. Ben de kendi bildirimi yazdım. Efendin ben kınadım. E, ben de lanetledim. İyi marifet ettiniz, sizler kınama makamısınız, devam edin. Terörün ekmeğiyle beslenen bir siyaset var karşımızda ve 40 yıldır artıyor ama eksilmiyor bu tutum. Diğer taraftan Kürt halkının çıkarları gibi gösterip terörle beslenenler de aynı tutumu sürdürüyor. Emperyalist politikalara ve ülkelere uşaklık ederek dağı kendilerine saray edinenler de saltanatlarını koruyor.
Terörü bitirecek olan siyaset yolunun açılması, bu yolun açık tutulması, seçmene ve seçtiklerine saygıyla güvence verilmesi. Ancak ısrarla tam tersi yapılıyor. Siyaset dağın kucağına doğru sıkıştırılıyor, dağdan bağımsız olabilme çabaları bilerek engelleniyor yürütme makamınca. Kayyım atamak, Meclis çalışmalarında yok saymak, dokunulmazlıklarını sadece Kürt siyasetine mensup olduğu için kaldırmak, yargı sopasıyla yıldırmaya çalışmak, davaları yıllarca sürdürmek ve delil değil gizli tanık yani yalancı şahit sözleriyle yetinerek suçlamaları sürekli arttırmak. Bütün bunlar ancak dağın saltanatına koltuk çıkmak isteyenlerin yapacağı işler. Bütün bunlar da yetmemiş olacak ki yeni bir tehdit yöntemi geliştirildi. Çok yerli ve milli yani o ölçüde yaratıcı(!) bir ölüm tehdidi biçimi icat etmişler. DEM Parti binasına sarı torbalar bırakmak sözüm ona terörü protesto içinmiş. ‘Bu kafayla gidersen askere zor alırsın teskere’ misali 40 yıldır aynı yöntemlerle siyasetin alanı daraltıldığı için sürüyor terör.
ROBOSKİ
Yıllardır değişmeyen gündemlerimizden birisi Roboski. Her yılın sonunda konuşuyoruz. Değişen bir şey olmuyor. 12 yıl önce 28 Aralık günü kendi uçaklarımız, kendi bombalarımızla, kendi çocuklarımızı vurdu. Aileler, ceset parçaları topladı, çocuklarına bir mezar olsun yapabilmek için. Ama sorumlu yok, suçlu yok, hesap veren yok. Hesap verme makamı Roboski katliamından kürtaj yasağı çıkarmakla kendini kurtardı (!) “Her kürtaj bir Uludere” safsatasıyla ‘Kürtlerden sonra sıra kadınlarda’ der gibiydi. Devlet hastanelerinde gizli yasakla sağlıklı ve güvenli kürtaja engel olundu. ‘Özele paran yetmiyorsa merdiven altında öl, eğer yaşamak istiyorsan doğur’ denmiş oldu kadınlara. Nereden bağladı bu iki konuyu birbirine diye sormayın, gündem değiştirirken bir taşla kuş katliamı yapmanın ilmine AKP siyaseti deniyor. Mesele Roboski’nin faillerini cezasızlıkla ödüllendirmekti. Ve AKP’nin ‘müesses nizam’ ile uyumlu ilerleyişinin köşe taşlarından birisiydi. Ve Sahne: Bir kişi, şahsı itibariyle müesses nizamın ta kendisi oluverdi. Artık gelsin talimatlar, eğilsin başlar rejimi boy vermeye başladı. Görüldüğü gibi bir haftaya bakınca sadece bir yılı değil uzun yılları anlamak mümkün bu ülkede.
İNCİ TANELERİ
Diziler, popüler kültürü yansıtır kimi zaman. Kimi zaman yansıtmakla kalmaz, o popüler kültüre ait toplumsal algıyı pekiştirip yeniden üretir. Hatta bazıları vardır ki yeni bir popüler kültür inşa etme misyonu üstlenir. Güzide halkımız -çoğumuz- için hayatı anlamlandırma çabasının tek kaynağı sayılır bu prime-time televizyon dizileri. Ki salt bir sefer yayınla yetinilmez. Günde neredeyse üç, haftada üç-beş kere tekrar edilerek sıkı bir eğitimin gerektirdiği üzere alıştırma yapma, etüt etme fırsatı sunulur. Pek çok dizi var bu bağlamda konuşulan, yazılan. Ben henüz yayına girmemiş olan bir tanesini seçtim başlıkta gördüğünüz gibi. İnci Taneleri üzerine o, yayınlanan kısacık tanıtım filminden yola çıkarak birkaç kelam edeyim isterim. Öyle çok mesaj var ki kısacık tanıtımda es geçmek olmaz. Verdiği olumsuz mesajlardan birisi ataerkil şiddeti ve cinayetleri aşk ile açıklayıp masumlaştırmak. Bir diğeri ataerkil şiddetin, eğitimli, meslek sahibi kişileri de kapsadığını göstermek ki burası gerçeğe uygun ve olumlu mesaj. Ama bir tanıtım filmine bir tane gerçek yeter denmiş olacak ki olumsuz mesajlar sökün ediyor ardından. Yılmaz Erdoğan’ın canlandırdığı karakter bir katil. Katil olmasına rağmen şiirsel, romantik anlatımla ve katilin dilinden akan şiirle izleyici, faille empati kurmaya davet ediliyor. Toplumda eksikmiş gibi… Ve “hiçbir emare yokken kıyamet de koparmış” dizesi üzerine ne söylesek az kalır. Bir anda oluvermiş gibi sunulan bir ataerkil cinayet söylemi sunuyor izleyiciye. Ataerkil şiddetin gerçeğini yani şiddetin cinsiyet eşitsizliğinden kaynaklandığını, şiddetin politik olduğu gerçeğini bir anda perdeliyor bu dize. Ataerkil zihniyetin cinsiyet eşitsizliğini sürdürmek için başvurduğu en önemli aparatın kadına şiddet olduğunu, şiddetin seçilmiş bir politik eylem olarak sergilendiği gerçeğini gizliyor. Anlık öfkeye bağlanmış oluyor, hiçbir belirtisi olmadan kıyametin kopuşu ifadesiyle. İktidarın uzun yıllardır yapmaya çalıştığı şey de tam olarak bu. Kadına şiddetle mücadele politikalarında öfke kontrolü eğitimleri verirler ama şiddet azalmaz, artar. Çünkü şiddetin nedeni öfke değil eşitsizliktir. İktidar politikasıyla uygun adım bir dizi izlenecek gibi ve bu haliyle başına yasaklanma filan gibi sorunlar açılmaz sanki. Kadın hareketinin yıllardır katille empati kuran yargı mensupları yüzünden yaşadığı adaletsiz ortama bir de İnci Taneleri destek atmış fark etmez. Kadınlar ataerkil şiddetle mücadeleyi ve toplumsal cinsiyet eşitliğinin sağlanması ile bu mücadelenin başarıya ulaşacağı yönündeki politikalarını ve eylemlerini sürdürecek. Umalım ki izleyici katil ile empati kurmak yerine o katilin yaşamına son verdiği kadının yarım kalan hayatına, hayallerine odaklansın. Aksi takdirde kısa tanıtımına bakarsak bu dizinin cins kırım boyutuna varmış kadın cinayetlerini ve cinayetlerden çok daha yüksek orandaki yaygın ataerkil şiddeti, meşru ya da masum gösterme potansiyeli taşıdığını söylemek mümkün.
KCDP KAPATMA DAVASINDA YARGI SÜRECİ TAMAMLANDI
Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu, bilindiği üzere kadına yönelik erkek (ataerki) şiddetiyle mücadeleyi çok boyutlu sürdüren kadın derneklerinden birisi. Şiddet gören kadınlar ve kadın cinayetiyle yaşamına son verilen kadınlar için adalet arayışını dava takipleriyle adliyelerde sürdüren bir dernek. Aynı zamanda şiddetle mücadelenin olmazsa olmazı veri toplama ve kamuoyuna periyodik olarak duyurma işlevini de üstlenmiş halde. Eşitlik ve kadın karşıtı cinsiyetçi grupların yani ataerkillerin şikayet ederek hedef göstermesiyle hakkında bir kapatma davası açılmıştı. Hiç somut delil olmadan, yersiz sikayetlere dayalı bir davaname ile açılmış, çok sayıda duruşma ile sürdürülmüş olmasına rağmen sonuçta kapatmaya yer olmadığına kararı verilmişti. Son haftanın güzel haberlerinden birisi olarak ilk derece mahkemesinin kararı onaylandı. Kadın hareketine gözaydınlığı, KCDP’li arkadaşlarımıza yolaçıklığı dileyerek önümüze bakalım çünkü ataerkil şiddeti masum ve meşru görüp göstermek isteyenler çoğalıyor maalesef yapılacak çok işimiz var.
ÇUKUROVA ÜNİVERSİTESİ KADIN KULÜBÜNE SALDIRI
“Eşit, özgür, demokratik üniversite mücadelesinden vazgeçmeyeceğiz.” Bu çarpıcı cümle Çukurova Üniversitesi Kadın Kulübü öğrencilerinden duyuldu. Toplumsal cinsiyet eşitliği ilkesini yok sayan ve hatta kriminalize eden kadın karşıtı yapıların saldırısı altındalar. Öncelikle iktidarın talimatıyla YÖK akademide kadın çalışmalarına son vermiş, yeni birimler açılmasını önlemişti. Sonra İçişleri, Bakan Soylu döneminde özellikle Kampüs Cadıları adını alan genç feministleri kriminalize ederek hedef göstermişti. Ama genelde tüm bağımsız kadın örgütlerini iktidarın her kanadı suçlu olarak gösterme politikası izliyor uzun zamandır. Soylu’dan sonra Yerlikaya’nın çetelere sihirli değnekle dokunur gibi yaptığı operasyonlardan memnun olanlara duyuralım feminist cephede değişen bir şey yok. Soylu ve Yerlikaya icraatları aynı. 26 Aralık Salı günü Çukurova Üniversitesi Kadın Çalışmaları Kulübü'nün Genel Kurulu'na “kulüp üyeleri içerisinde Kampüs Cadıları üyeleri ve Özgürlükçü Gençlik üyeleri olduğu bahane edilerek Ülkü Ocakları tarafından saldırı gerçekleştirildiği" bildirildi, basın açıklaması yapan öğrenciler tarafından. Ve yine öğrencilerin belirttiğine göre Ülkü Ocaklı gençler kampüste güvenlik görevlileri tarafından engellenmiyor ama Kampüs Cadıları ve Özgürlükçü Gençlik mensupları sıkı takip altında tutuluyor. Benzer olaylar başka üniversilerde de yaşanmakta. Yılın son haftasında da gençlik örgütleri arasında ideolojik ayrımcılık yapan tarafgir idari politika haberi Çukurova’dan geldi. Lütfen kimse gençlik gruplarından bir kısmını yasaklamak diğer bir kısmını desteklemek yönündeki tavrın salt üniversite yöneticileriyle sınırlı olduğunu düşünmesin. Gençler arasında ayrımcılık yapan, eşitlik yanlılarını suçlu, eşitlik karşıtlarını güçlü göstermek isteyen idare talimatlıdır. İçişlerinden, iktidardan gelen talimatlarla kampüsler kadınlar ve cinsiyet eşitliği aleyhine karmaşaya sürükleniyor ki bu çok tehlikeli bir gidiş. Feminizmi ve kadın hakları savunuculuğunu, toplumsal cinsiyet eşitliği çalışmalarını suçlu göstermekle sınırlı kalmaz. Kampüslerle, gençlerle oynamayın, biz bu filmi daha önce görmüştük.
KADİR HAS ÜNİVERSİTESİNDE DİN SOSLU SALDIRI
Sosyal medyada geniş yankı bulan olay Üniversitenin ibadethane olarak düzenlediği mekanın kullanımıyla ilişkiliydi. Görülen o ki akademi din ve inanç özgürlüğünü, ibadet özgürlüğüyle kullanılabilir hale getirmiş. Mekanı kullanmak isteyenler de kendi özgürlüklerine gösterilen saygıyı, ortak alana taşmayarak herkese göstermek zorunda. Mesele idareden saygı görenlerin ibadethane kullanımı konusunda başkalarına aynı saygıyı göstermeyişinden ibaretti, başlangıçta. Ayakkabıların koridora taşması, ne kadar sakil bir görüntü, kim olsa itiraz eder. Hatta itiraz edilmeli. Mekandaki ayakkabı raflarını kullanmak yerine koridoru işgal etmek ve itirazları boğmaya çalışmak zorbalık resmen. Mesele tabii kapı önünde ayakkabı çıkarma görgüsüzlüğünden çok daha ileri boyutlara taşındı. Akademisyen Gizem Sayın’ın kişilik haklarına saldırıya dönüştü. Ayakkabıları kapı önünde çıkarmak yerine ayakkabılık kullanılsın diyen akademisyene ayakkabıyla mescide girme baskısının yapıldığını görüyoruz. Gizem Sayın çok haklı bir yerden cevap veriyor: Sultanahmet Meydanında seccadenizi serip namaz kılıyorsunuz. “Seccadeniz var” diyor ama nafile anlayan yok. Kültür savaşına dönüştürüp İslamafobiye bağlama girişiminin arkasında sosyal medya paylaşımlarına göre TÜGVA temsilcileri başrol oynuyor. Bu olayda da kampüste dinin, ibadetin araç kılındığını görüyoruz. Çoğunlukta olan dinin mensupları bunu yaptığında adı, hak arayışı ve savunusu değil zorbalık olur.
Cinsiyetçi, dinci, ırkçı zorbalıklarla kampüslerde oynanan oyunlar var. Yılın son haftasında iki ayrı şehirde karşımıza çıktı. Bu gidişi iktidar körüklediği için hal ve gidiş berbat. Gidişatın bir nebze düzelmesi ihtimaline sarılmaktan başka yol da yok. Gelecek yılda, hayatımızın geri kalanında da insan onuru, eşitlik, özgürlük, adalet gibi kavramları rehber edinerek herkesin insan haklarına ve haklarını kullanımına saygıyı esas alma yönünde tavır takınanların çoğalmasını umalım.