2014’te internette dolaşan bir metin, Ortadoğu işlerine akıl erdirmeye çalışanlar arasında heyecan yaratmış, bunun sonucu olarak çokça paylaşılmış, yazarı “Aubrey Beiley” merak edilip peşine düşülmüş, metin, içeriği değişmeksizin kılıktan kılığa girerek dört bir tarafı dolaşırken, esrarengiz yazarın gerçek kimliği nihayet ortaya çıkmıştı: Richard Alan Jones. Kim mi? Bu isimde o kadar çok kişi var ki, oturup ıncık cıncık araştırmaya girişmedim, metni yazan hangisidir diye. Çünkü gerçekten önemi yok. Hakkında bilmemiz gereken tek ayrıntı, ABD’den olduğu. Aksi halde metindeki “biz” öznesiyle kimin kastedildiğini anlayamazdık. Yazara atıf ve tebrik borcumuzu yerine getirip metni okuyalım:
“Çamur gibi berrak
Ortadoğu’da olanları anlamaya çalışırken kafanız karışıyor mu?
Size izah edeyim:
Irak’taki hükümeti DAİŞ’e karşı savaşında destekliyoruz.
DAİŞ’i sevmiyoruz, ama DAİŞ Suudi Araplar tarafından destekleniyor; ve biz onları seviyoruz.
Suriye Devlet Başkanı Esad’ı sevmiyoruz.
Ona karşı sürdürülen savaşı destekliyoruz, ama o da Esad’a karşı savaşmasına rağmen DAİŞ’i desteklemiyoruz.
İran’ı sevmiyoruz, ama İran, DAİŞ’e karşı savaşan Irak hükümetini destekliyor.
Yani dostlarımızdan birkaçı düşmanlarımızı destekliyor ve bazı düşmanlarımız bizim dostlarımız; -ve bazı düşmanlarımız, yenildiğini görmek istediğimiz başka düşmanlarımızla savaşıyorlar- fakat biz, başka düşmanlarımızla savaşan düşmanlarımızın kazanmasını istemiyoruz.
Yenmeyi istediğimiz insanlar alt edildiğinde, onların yerine daha az sevdiğimiz başka birileri geçirilebilir.
Bütün bunlar, teröristleri kovmak istediğimiz ama aslında biz onları kovmak için oraya girene kadar teröristlerin bulunmadığı bir ülkeyi istila edişimizle başladı.
Anladınız mı şimdi?”
Türkiye’yi yönetenlerin sınır ötesi ve deniz aşırı birtakım yerlerde ne yapmaya çalıştığından bahsedeceğimiz yere böyle bir metinden geçerek gelmek, şüphesiz zevkli. Heyhat! Öyle bir yer var mı, gelinecek?..
Düşündükleri türlü ambalajlara sarılmış art niyetlerin ifadelerinden ibaret olmayan, dedikleri siyasî hesaplara göre boyanmayan, günün ikbal yüklü rüzgârına göre eğilip bükülmeyen yazar-çizerler de, nâçizâne bendeniz de, uzun süredir bu olguya işaret ediyoruz: Dış politika yok.
Bunun belli başlı, başlı olmasından ziyade belli -o kadar belli ki, insanı gerçekliğinden şüpheye düşürecek kadar zor inanılır- sebepleri var. Ve bunlar kısa sayılamayacak süredir ortada. Herkes görüyor. Herkes bilmiyor. Çünkü herkes bilmek istemiyor. Çünkü bilince hayaller kırılıyor, benlikler bozuluyor.
Dış politika yok oldu, çünkü içeriyle dışarısı tamamen içiçe geçti. Dışarıda atılacak her adım içeriye göre düşünülüp taşınılıyor. Tabiî eğer bizi yöneten dâhîler böyle bir işleme gerek duyarlarsa... Yoksa bodoslama atılıyor. Ya da başkalarının bir bakışta anlamayacağı pek derin hamleler planlanmış da öyle atılıyormuş gibi atılıyor. Sanrılarımız, küçük heveslerimiz, büyük ihtiraslarımız, ama hepsinden çok komplekslerimiz, kararlara yön veriyor. Bakanlıktaki İslâmcıyla genel müdürlükteki faşisti, ağzına bir parmak kudret balı çalınınca onlarla aynı hizaya giriveren sözde muhalif milliyetçi zevattan, cümlesini cümlemizden ayrı komamak için “biz” diye konuşuyorum. Yedi düvele karşı böylesi uygundur! Üç veyahut sekiz düvel olsaydı da uygundu. Hattızâtında bizi yönetenler, dünyadaki bütün komploları tertipleyen Yahudi masonları örgütünden, bütün komploları icra eden Amerikan emperyalizmlerinden, kalleş Araplar, gerici mollalar arasından ya da çökmekte olan Batı medeniyeti bünyesinden gelmedi. Hepimiz aynı... Yok! Gemi demeyecektim...
Neydi mevzu? Dış politika yok. Evet, yok, çünkü dışarısı yok. Bunu söylemiştim sanırım.
Hiç de yok değil elbette. Rüyalarda var, sanrılarda var. Türk’ün cihan hakimiyeti mefkûresi ile İslâm ümmetinin birliği bir gün birlikte fethe çıkmışlar...
…karşıdan turuncu saçlı, zır cahil, sorumsuz, şımarık emlakçı çıkagelmesin mi! Sonra da Şah İsmail’in kumandanını vurdurmasın mı!
Olaylar öyle acayip gelişiyor ki, ünlem mecburiyetinden soru işaretlerini koyamıyoruz bile! (Buraya zaten olmazdı. Ayrıca koca dış politika külliyatını tek kelimeye -Kürtler- indirgeme kolaylığının başarıldığı yerde soru işaretinin ne işi var?) Şah İsmail ne alâka, diyecek olanlar, lütfen, camdaki sineğin cinsiyeti konusunda bile derhal ölümcül kavgaya tutuşabilecek olan toplumumuzu 7/24 ikiye bölebilir gözüken Osmanlı güzellemesi-Osmanlı küçümsemesi çelişkisinin birden eriyiverdiği mesut anları hatırlasınlar. Neden kimi padişahlar sahneye geldiğinde mâhut çelişki yok oluverir? Toprak kaybedilen devrin padişahının havuz başı âlemleri hakkında, net’çe itibarıyla padişahtır, devletin itibarıdır, filan denmeksizin uluorta sallanırken, bir Yavuz olsun, Kanunî olsun, hele Fatih, işte böylelerinin, maşallah, ışıklar içinde yatması temenni edilir? Yoksa burada bugün bizi yöneten -dilediğince ezen, aşağılayan, ömürlerimizi gasp eden, çocuklarımızın geleceğini, gençlerimizin bugününü karartan, hukuksuzluğu, adaletsizliği koca devletin hayat tarzı haline getiren... (tek kelimeye ne çok şey sığdı!)- muktedirler koalisyonunun oluşumuna ışık tutan birşeyler mi var? Hattâ koca memleketi felakete sürükleyen bu adaletsizlik koalisyonuna karşı doğru dürüst, kararlı muhalefetin oluşamayışının kaynaklarına fener tutan el mi var? (Işık demiyorum, fener diyorum, ışıklar içinde yatmayla karışmasın.) Kimbilir, belki Kanal kızısı sırasında Fatih’in mermere kazılı, bilinmeyen bir vasiyeti keşfedilir, üzerinde, İlber Ortaylı ile Hayrettin Karaman’ın, Saray’daki “Onaltı Türk Devleti” enstalasyonu önünden canlı yayında yüksek sesle birlikte okuyacakları üzre, “mevzu-u bahis vatan isi, teferruattır gerisi” yazılıdır (Fatih zamanında “ise” değil “isi” yazılırmış. Hayrola? Hoca da durur mu, yapıştırmış cevabı: “Onca yalana inandınız da, buna mı inanmadınız, a köftehorlar?”) ve köşelerine tabanca, bayrak, Kur’an-ı Kerim ve Kuvayı Milliye kalpağı resmedilmiş olur, herkes ışıklar içinde o aynı gemiye biner...
Gördüğünüz gibi, dış politikadan sözedemiyoruz, bunun yerine, gelsin Fatih, gitsin ışıklar içinde yatmalar, genel müdürlükteki faşistler falan. “Dış Politikada Türk’ün Cihan Hakimiyeti Mefkûresi ile Ümmetin Birliği Rekabeti’ne dair tez yazmış olmak”. Eleman alımı için şartnameye böyle madde koyan üniversite var mı? Varsa dm’den iletebilir misiniz ltf. Yoktur ama. Dış politika bile yok, üniversite nasıl olsun?
Tabiî her şeye rağmen şöyle bir soru akla gelmiyor değil: Ümmetin birliği -veya öteki, fark etmez- Rusya ile ittifak halinde nasıl sağlanacak? Acaba Putin, Kafkasyalıları getirip İdlib’de imha etme karşılığında Doğu Türkistan’ı Türkiye’ye versin diye Çin’i ikna eder mi? Hindistan’da Müslümanlar Modi’yi devirir ve Myanmar’ı ele geçirirse..? TİKA ve TÜGVA işbirliğiyle rahat yönetilir orası. Çağırırlar bence. Keşmir’e de evvelâ İHH gider. Yani var aslında birtakım yollar, önümüz açık. Doğu Türkistan’ı alırsa Ankara artık aradakileri de talep edebilir. O Türkmenbaşı’nın mukalliti falan, uyar yani. Nasıl olsa Montrö iptal, Altay Dağları’na MHP’li kayyım meselesinden pürüz çıkmaz da, orası da birkaç ülkeye bölünmüş, Kürtler gibi bela olmasın? Bir de, Çin çok para isteyebilir. Ulusal Halk Kongresi (2980 kişi) toplandığında salonda iki yüz elliden fazla dolar milyarderi oluyor. “1 Milyoncu” zincirinden bu kadar para kazanmak da, maharet doğrusu. Valla, Çin’in komünizmine gıpta ediyor insan. Bir de TV kanalı mı ne kuruyorlar galiba, 5G diye; çok hızlıymış. Almanya’yla Fransa Çin’e kurduracak, biz kendimiz kurarız. Doğu Akdeniz’de kuşatmayı nasıl yardıysak. Otomobil az beklesin. Kimse kusura bakmasın. Bakan da baksın. Rusya uçağını düşürünce Putin’le kanka olunmadı mı? Trump zaten normalde sıcak bakıyor.
Dış politika meselesi de abartılıyor. Trump’ın burada tower’ı var meselâ. Mecidiyeköy dışarısı mı? Veyahut El-Bab, Azez, Afrin, falan, bunlar da hep dışarının mevzularıydı, hastaneyi postaneyi dikip Türkçe tabelayı asınca içeri işi oldular. Petrol kuyularıyla bahçeli evler konusu kaldı. İstanbul’da var, Ankara’da var, bir de orada olabilir pekâlâ. Metro da uzatılır oraya. Bahçelievler. Yalnız bu Libya’ya yollanan Suriye Millî Ordusu elemanlarına çok para gidiyor. Kanala Çin’den para koparılırsa artık oradan… Aslında belki seçimden sonra Libya’yı Çin’e versek? İç-dış bir işte.
Hafter’i kimsenin gözü tutmuyor. O Londra’da alışverişte yakalanan öbür adam da sağlam ayakkabı gibi görünmüyor. Kalkıp tam seçim öncesi anlaşırlar da, fona dalganan bayraklar konup oradaki muhabirlere bağlanılamazsa? Star’la Güneş de kapandı. Türkiye çapında üç yüz altmış sekiz kişinin kan ağladığı söyleniyor (çalışanlar hariç). Belki onlar da Libya’ya gönderilebilir. İki bölük falan ediyor.
Dış politika tartışmayı sürdürelim.