Pazar günü cumhurbaşkanı seçimlerinin ikinci turu var. Kemal Kılıçdaroğlu’nun değişim arzusunun rüzgarını ardına aldığı kampanya yerini, statükoya geri dönüş vaadine bırakmış görünüyor. Öncelikle bunun mümkün olmadığını belirtmek gerek. Türkiye, 21 yıl öncesine dönmeyecek. Unsurları bakımından ülke; dengeleri bakımından dünya değişti. Türkiye’nin yeni düzende “eski” olması elbette mümkün olmayacak. Seçimlerin sonucundan bağımsız olarak bir geçiş sürecinde bulunuyoruz. Egemenliğin kullanılışı bakımından öyle, toplumsal sınıflar arasındaki dengeler bakımından öyle, nüfusun dönüşümü bakımından öyle, kültürel bakımdan öyle... Fakat elbette cumhurbaşkanı seçim sonuçlarının geçiş sürecinin yönüne etki edeceği açık. Mevcut rejimin daha güçlü biçimde devamı anlamına gelecek mevcut cumhurbaşkanının seçilmesi; 14 Mayıs seçimlerinin ardından oluşan parlamento çoğunluğu ile birlikte düşünüldüğünde: i. Egemenliğin kullanılışı bağlamında cumhurbaşkanı hiçbir denge – denetleme mekanizması olmadan yürütme aygıtını diktatöryal yetkilerle kullanacak ii. Anayasa Mahkemesi’ne yapılacak yeni atamalarla yargı düzeni tamamen kontrol altına alınacak iii. Milli Eğitimde değerler eğitimi bağlamında başlatılan süreç siyasal İslamcılığın parlamentoda kazandığı yeni varlıkla birlikte nüfusun kültürel dönüşümünde daha büyük bir rol oynayacak, özellikle kadınlar ve dinsel azınlıklar bakımından yeni bir baskı süreci başlayacak iv. Kamu kurumlarının bir denge unsuru olma niteliğinin tasfiyesi tamamlanacak v. Türkiye, uluslararası dengelerde demokrasi dışı rejimler kampına katılacak vi. Bu geçiş sürecindeki sınıfsal, etnik, kültürel ve cinsiyet rejimine ilişkin itirazlar tahkim edilmiş bir zor aygıtının müdahale edeceği biçimde “terör – beka” kavramları ekseninde güvenlikleştirilecek.
Eğer, Kemal Kılıçdaroğlu cumhurbaşkanı seçilirse, mevcut meclis bileşimiyle yapabileceklerini dün Murat Sevinç yazdı. Bu yapabilecekleri kısaca şu demek. i. Öncelikle bütün üst kademe bürokratlar yeni cumhurbaşkanı tarafından atanacak. Yani parti – devlet – şef bütünleşmesinin kırılmasının imkanı doğacak. ii. Yargının, anayasa ve uluslararası sözleşmelere aykırı kararlar vermesinin önüne geçilecek. Böylece fiili siyasi rehinelik durumları ortadan kaldırılacak. iii. Kamu kurumlarındaki şefe bağlı şahsileşmiş idarelerin yerine, kurumlara şahsiyet kazandırabilecek bir ortam sağlanacak. iv. Türkiye’de dengelenmiş bir anayasal düzen için kurumsal girişimlerde bulunulacak. v. Nüfusun baskı ve zor aygıtlarıyla dönüştürülmesine karşı en temel anayasal güvence olan laiklik ilkesini savunabilecek özneler sahadan dışlanamayacak vi. Memleketin esaslı sorunları geçiş sürecinde statükocu bir perspektife sıkıştırılmaya çalışılsa bile dengeler içinde temel hak ve özgürlüklerin kullanımının mümkün olmasıyla süreci belirleyecek olan demokratik mücadeleler hayat bulabilecek. Her koşulda demokratik mücadelelerin ne kadar fiziksel güç kazanacağı, ülkeyi “yeni bir başlangıca” demokratik kuruculuk sürecine taşıyıp taşıyamayacağını da bu öz güç belirleyecek.
Şimdi bu ikili durum, iki saf arasında yapılacak tercih bağlamında başlıktaki hainlik ve yurtseverlik kavramlarını neden seçtiğime kısaca değinmek istiyorum. Bugüne kadar fikirlerim, savunduğum ilkeler, katıldığım demokratik protestolar nedeniyle defalarca hainlik suçlamasıyla karşılaşmış biri olarak kimseyi hainlik ile suçlayacak değilim. Fakat hainlik suçlaması yapanların yurtseverliğini bu ikilik bağlamına oturtmak gerektiğini düşünüyorum. Erdoğan ile devlet arasındaki özdeşleşme; devletin ideolojik, kurumsal ve zor aygıtlarının seçimlerde onun yararına çalışmasıyla sınırlı değil. Devletin bütün ödül – ceza mekanizmalarının bunun için çalıştırıldığı da artık kendileri tarafından da gizlenmiyor. Bu koşullarda, hepimizi bir arada tutan “bağ” anlamındaki haklar, yani hukuk askıya alınarak sadakat beklentisi sadece ve sadece Erdoğan’a yöneltiliyor. Bu beklentiye karşılık vermeyenler ödül – ceza döngüsünde çeşitli cezalara; karşılık verenler de çeşitli düzeylerde ödüllere boğuluyor. Devletin ideolojik aygıtlarıyla beslenen bu mekanizmada ödülü alanlar (ki bu ödüller genelde para ve statü ödülleridir) vatansever, cezayı alanlar da hain ilan ediliyor. Ödül ve ceza mekanizmasının aramızdaki bağın -hakların, hukukun- tamamen dışına çıkarılması; hukuken cezalandırılması gerekenin -örneğin yolsuzluk yapanın, işkence yapanın, cinayet işleyenin- cezasız bırakılmasını ve hatta ödüllendirilmesini; aramızdaki bağa sadık kalanın, bunu savunmak için mücadele edenin cezalandırılmasını getiriyor. Ceza bazen hainlik etiketi, bazen sivil ölüleştirme, bazen tutsak alma, bazen faili meçhul bir cinayet oluyor.
Hainlik söylemi etrafında örülen ödül ceza mekanizmasını yerinden edecek bir yurttaş davranışı olarak yurtseverlik, sadece Pazar günü önümüze konacak iki seçenek arasındaki saflaşmada vereceğimiz oy bakımından değil; Türkiye’nin geçiş sürecinde verilecek mücadeleler bakımından da önem taşıyor. Öyle ya da böyle Pazar gününün ardından, demokrasi mücadelesi, yeni koşullar içinde oluşacak. Oy tercihimiz, vereceğimiz mücadelenin koşulları bakımından büyük bir önem taşıyor.