Kürenin yedi gününde bu hafta, Türkiye’nin İstanbul Sözleşmesi'nden çekilmesi ve bu kararın etkileri gündemin üst sıralarındaydı. 15-20 Mart tarihleri arası Türkiye siyasi tarihi ve insan hakları açısından zor bir haftaydı. İlk olarak Halkların Demokratik Partisi (HDP) Milletvekili Ömer Faruk Gergerlioğlu’nun vekilliği düşürüldü, ardından Türkiye’nin en büyük üçüncü partisi HDP’ye kapatma davası açılması için savcılık iddianamesi Anayasa Mahkemesi’ne gönderildi. 20 Mart gece yarısı çıkan Cumhurbaşkanlığı kararıyla da Türkiye İstanbul Sözleşmesi’nden çekildi. Bu gelişmelerin AB’de ve ABD’de bulacağı karşılık akılları kurcalasa da gelen tepki “endişeliyiz, yakından izliyoruz” ile sınırlı kaldı.
Süveyş Kanalı’ndan geçerken yan dönen ve kanalı kapatan bir yük gemisi, küresel taşımacılıkta yarattığı sıkıntı nedeniyle yakından izlendi. Gemi, düne kadar saplandığı yerden çıkarılamadı. Bu da kanalın uluslararası ulaşıma açılamaması demekti. Tavyan’a ait Ever Given isimli geminin kurtarılması için seferber olundu. Petrol taşımacılığı açısından kritik bir güzergâh olan Süveyş Kanalı, aynı zamanda küresel taşımacılığın ana arterlerinden biri. Günlük zararın 10 milyar dolara çıkması da kanalın önemini gösteriyor. 200 bin ton yük taşıyan geminin kurtarılması ancak 3 gün sonra mümkün oldu.
Gündemdeki bu gelişmeler üst sırada yer alırken, uzun süredir pek öne çıkmayan ancak küresel basında az da olsa yer bulan bir konu daha var: Haiti Referandumu. “Haiti’nin politik istikrarsızlık, darbeler ve cunta altında geçen yıllarına yeni bir adım mı ekleniyor?” sorusu akıllarda yer ediyor. Bu hafta bize uzak ve bizden küçük bir ülke olduğu için pek de merak konusu olmayan Haiti’ye uzanacağız.
HAİTİ’NİN KRİTİK AYI: HAZİRAN REFANDUMU
Haziran ayında yapılacak referandum Haiti siyasi hayatında önemli bir dönüm noktası. Ülkede anayasa tartışmaları yer yer konuşulsa da anayasa çalışmalarına dönük ilk ciddi sinyal Kasım 2020’de Başkan Jovenel Moise tarafından gündeme getirildi. Moise kolları sıvayıp ilkin anayasayı yapması planlanan komisyon üyelerini atadı. Tasarıda başkana iki dönem sınırını getiren madde güncelleniyor ancak sınırlama süresi muğlak bırakılıyor. Benzer biçimde başbakanlık makamı yerine başkan yardımcılığı getirilmek isteniyor, başkan yardımcısını başkan atıyor. Dahası iki kanatlı parlamento yerine tek bir parlamento olması planlanıyor.
Batı yarımkürenin bu en yoksul ülkesi, böylece 1987’den beri ilk defa referanduma gidecek. Ancak referanduma ve başkana karşı sokaklarda itiraz sesleri yükseliyor. Haiti’nin darbelerle, diktatörlüklerle dolu tarihi incelendiğinde halkın itirazının anlamı büyük.
KOLONİLEŞME, DEVRİM VE DİKTATÖRLÜK ARENASI: HAİTİ
1492 yılı Amerikan halkları için yüzyıllara yayılacak işgal, köleleştirme ve zulmün miladı. Avrupa tarihinde büyük keşif olarak isimlendirilen ve fatihlerin gözüyle tarih anlatısına yaslanan süreç, toprakları işgal edilen halklar için başka bir anlama geliyor. 1492’de Amerika’nın yanı sıra küçük İspanya olarak bilinen Haiti de işgale uğrar. İspanya egemenliğine geçen bölge, kıtanın geneli gibi aç gözlü ve bir o kadar vahşi medeniyetle o zaman tanışır. Yaklaşık 200 yıl sonra Haiti, İspanya’dan Fransa’ya geçer, elbette bölgenin yerli halkı bu konuda söz sahibi olmamıştır, zira yalnızca sırtına inen kırbacı tutan el değişmiştir. Amerikan kıtasına Afrika’dan insanların kaçırılarak, avlanarak gemilerle taşınması Haiti topraklarında da karşılık bulur. Ülke bir plantasyon merkezi olarak Avrupa’yı kalkındırmaya mecbur bırakılır. 1804’te Haiti özgürlüğünü kazansa da başa geçen Jean Jacgue Dessalines kendini 'imparator' ilan eder. Haiti siyahların liderlik yaptığı ilk devrimi gerçekleştiren ülke olarak tarihe geçer ancak bu kısa sürecektir. 1806’da siyahlar yönetimden dışlanır, ikiye ayrılan ülke yeniden birleştirilir. İsimler değişse de siyahların yönetimden dışlanması değişmeden sürer. 1915’te ABD ülkeyi işgal eder. Gerekçesi 'yatırımlarının zarar görmesi'dir. Haiti de bir diktatör yerini yenisine bırakırken ABD işgali fiili olarak 1934’te, mali kontrolüyse ancak 1947’de biter. Oysa ülkede ne siyasi çalkantı ne de sömürü son bulur. Papa Doc lakaplı Duvalier darbeyle başa gelir ve 'ömür boyu başkanlık'la 1974’e kadar iktidarda kalır. Onun yerine oğlu, ardından ordudan generaller geçer…
1990’a kadar Haiti’de iktidara gelenlerin silah ve ordu gücüyle gitmesi dışında siyasi arenada halk yoktur. Halk hâlâ resmen değilse de fiili olarak köledir. 1990’da ilk serbest seçimle Prosper Avril başkan olarak seçilir. Ancak yeniden cunta yönetimi gelir. Avril sürgün edilir. ABD donanması 1994’te Haiti kıyılarında yeniden görünür olunca, cunta geri adım atar, Avril döner. Ancak başkan, ordu ve ABD donanması üçgeni ülkenin siyasi haritasının baş aktörleri olarak kalır. 2000’lerde seçimler yapılıyor olsa da koltuğa oturanın gitmek gibi bir derdi yoktur, gelen mümkünse ömür boyu koltukta kalmak ister. Nitekim 2017’de başkan seçilen Moise için de benzer iddialar var. Planlanan referandum da bu adımları defalarca gören halk tarafından böyle yorumlanıyor. Siyasal yaşamda bunlar olurken, ülke ekonomik ve toplumsal olarak da sarsılır.
YOKSULLUK, DOĞAL AFETLER VE GÖÇ
2019 rakamlarına göre Haiti 11.5 milyonun üzerinde bir nüfusa sahip, bunun yüzde 95’ten fazlası da siyahlardan oluşuyor. Nüfusu Haiti’ye dönük tek başına bir pencere açmıyor olsa da yaşanan düşüş dikkat çekici. Bunun nedeniyse ülkede yüzde 2-yüzde 75 arasında değişen oranda hamile kadının dönem dönem sağlık hizmetine, hastaneye, doktora ulaşamaması. Doğumda ölen kadın sayısı dünyadaki ortalamanın çok çok üzerinde. Benzer biçimde Birleşmiş Milletler verilerine göre Haiti’de ölüm oranları da yükseliyor. Bir başka anlatımla Haiti nüfusu eriyor. Ülkenin ekonomisine bakıldığında 11,5 milyon nüfuslu ülkenin yüzde 80’i yoksulluk sınırının altında yaşıyor. Yani neredeyse 9 milyon insan tarıma dayalı ekonomide günlük 2 doların altında gelire sahip. Bir de buna doğal afetler ekleniyor.
Bir ada ülkesi olan Haiti’nin adı, sık sık sellerle, kasırgalar ve depremle de gündeme geliyor. Ülkede 2010’da meydana gelen 320 bin civarında can kaybı yaşanan depremin yaraları henüz tam anlamıyla sarılabilmiş değil. BM ve uluslararası inisiyatifler nezdinde Haiti’ye yardım gitse de bu yardımlar, yolsuzluk, suç odakları ve çarpık yönetim nedeniyle hiçbir zaman amacına ulaşmıyor. Kronikleşen sorunlara karşı hem BM hem ABD adeta çek defterlerini çıkarıp, sus payı vermekle yetiniyor.
Tam da bu nedenle ülkeden umudunu kesen halkın bir kısmı, neredeyse yolda dağılacağını bildikleri botlarla yönlerini Florida sahillerine dönüyor. ABD’de iktidara gelen Trump yönetimi göç politikasını sertleştirdi. Böylece göç etmek daha da zorlaştı. Daha da önce de kamplarda tutulan, eziyet gören Haitili göçmenlerin kaderi, Trump dönemiyle daha vahim bir hal aldı. Biden’ın buna çözüm bulup bulmayacağı muamma.
İşte bu koşullar altında siyasi kaderi tayin edilen halkın yapabildiği tek şey protesto etmek, ses yükseltmek. Başkent Port-au-Prince’te halk, Başkan Moise ve politikalarına isyan ediyor, ancak aldığı karşılık: Daha çok cop, biber gazı, hapis cezası ve bedenlere saplanan kurşunlar. Yani halkın ne dediğini umursayan yok…
Köleliğin en vahşisini yaşayan Haiti halkları, bugün de bunun başka bir versiyonuyla yardıma muhtaç, yoksul, denizde can vermeye hazır noktaya getirildi. Biden yönetiminin demokrasi ve insan hakları vaatlerinin ne kadar gerçek olacağını ABD’ye çok yakın bu yoksul ülkeden anlamak kolay olacak, zira bugüne dek hiçbir ABD başkanı, Haiti’ye donanma gücü, çek defteri, askeri baskı, kirli ilişkilerden başka bir şey getirmedi, dışarıya karşı vaatleri farklı olsa da… Belki de bu defa, sokakları dolduran bu halka kulak vererek uzaktan da olsa, seslerinin duyulduğunu onlara hissettirerek “başka bir dünya mümkün dememiz” gerekiyordur. Biliyoruz ki tek başına kurtuluş yok, başkasına cehennem yaşatıp cennette sefa sürmek de pek mümkün değil, tabii 'insan' tanımına eşitlik, adalet ve vicdan dahilse. Çünkü Haiti de halk kaybederse, insanlığın kaybedeceği açık…