Hakaret ve ifade özgürlüğü arasındaki ince çizgi
Hakaret içeren söylemlerde, genellikle kapsayıcı kategorilerden yola çıkılır. Kapsayıcı kategoriler, enstrümantal şiddeti haklı çıkarmak adına kullanılırlar. Kodlar birbirleri ile yer değiştirdiğinde, kimliğe dair konseptleri kontrol etmek ve adaletsiz uygulamalarda bulunmak kolaylaşır. Böylelikle "doğrular" tekrar ve tekrar üretilebilir hale gelir. Perspektiflerin değişmesi, ahlaki sınıflandırmaların da değişmesine yol açar.
Gözde Yılmaz
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM), Muhammed peygambere hakaretin ifade özgürlüğü kapsamına girmediğine, kullanılan tartışmalı ifadelerin objektif tartışma sınırlarını aştığına hükmetti. Günümüzde, siyasette liberal demokratik yaklaşımı benimseyen çoğu ülkede görülüyor ki, hakaret ve ifade özgürlüğü arasında çok ince bir sınır bulunmaktadır. Bu ince sınırın tabiatı hakkında karar veremeyen yargı sistemleri, aslında önemli bir noktayı görmezden gelirler. Hakaret içeren söylemlerde, genellikle kapsayıcı kategorilerden yola çıkılır. Kapsayıcı kategoriler, enstrümantal şiddeti haklı çıkarmak adına kullanılırlar. Kodlar birbirleri ile yer değiştirdiğinde, kimliğe dair konseptleri kontrol etmek ve adaletsiz uygulamalarda bulunmak kolaylaşır. Böylelikle "doğrular" tekrar ve tekrar üretilebilir hale gelir. Perspektiflerin değişmesi, ahlaki sınıflandırmaların da değişmesine yol açar. Birey, başka bir bireyi bu kodlar vasıtası ile kolayca düşman addedebilir. Bu süreçler bizleri, fiziki şiddet uygulamaya da açık hale getirir. Zira artık "normallerimiz" de değişmiş, bir nevi kendimizi olağanüstü hal koşullarına bilinçsiz bir şekilde adapte etmişizdir. Burada vurgulamak istediğim nokta, kapsayıcı kategorilerin analitik düşünce ile genellikle farklı kutuplarda seyrettiğidir. "Biz", "onlar", "düşman", "terörist", "mağdur", "fail", "iyi", "kötü", "normal", "anormal", "Müslüman", "Hıristiyan" gibi kategoriler, başka başka aidiyetleri ya da ait olmamayı tercih eden bireyleri, belirli kimliklerin içerisine sıkıştırır. Biliyoruz ki, birbirlerini diyalektik biçimde etkileyen bilişsel ve duygusal tepkimeler, çoğunlukla kültürel olarak şekillenir ve Jose Ortega’nın da belirttiği üzere sosyalleşme süreci, bireyselleşme sürecini öncelediği için sosyal olarak da yapılandırılır denilebilir. Kapsayıcı kategoriler bizi, Herbert Mead’in deyimiyle "genelleştirilmiş diğeri"ni kullanmaya iter ve bu, bizim analitik bir süreçte yapılandıramadığımız kimliğimizi aslında bir bakıma garanti altına alır.
Carl Schmitt’in açıklamasıyla "düşman", varoluşsal açığımızı kapatmak ve bir çeşit aidiyet hissetmek, düşman olmayanlarla bizi bir arada tutabilmek açısından elzemdir. Aslında faşizmin tercih ettiği bu süreç, bizi izole hale gelmiş ve kendine bile yabancı bireyler haline getirir. Zira sosyal bir atmosferde kişi, diğer varlıkları birer ayna olarak kullanır ve kendi varoluşu bu sosyalleşmeden, bir aradalıktan beslenir. Politik alanda eylemek de bu bir aradalığın en önemli unsurlarındandır. Isaiah Berlin’in de belirttiği üzere bu, pozitif özgürlüğün olmazsa olmazıdır. Bu süreç yakalanamadığı vakit, kişiler kendilerini travmalarla, kişilik çatışmalarıyla, güvensizlik ve yalnızlık hissiyatı ile çevirili halde bulur. Kendini toplumdan izole etmiş birey, daha kolay kontrol edilebilir hale gelir. Politik bir aradalığa karşı isteksizlik ve farklı aidiyetlere karşı tolerans yokluğu, stratejik olarak planlanabilir, maniple edilebilir ve bir eylem adına yararlanılabilir bireyler yaratır. Demokrasi kültürüne ait olmayan bu durum aynı zamanda, yasa ve demokrasi arasındaki diyalektik ilişkiye de zarar vererek, hukuksuz işleyen bir toplumsal düzen yaratır.
Kapsamlı kategorilerin haksızlıklar güdümünde kullanılması durumu, birbirlerimizin hikâyelerini dinlemeye karşı bizi isteksiz kılar. Heterojen bulunuşlar, geçmişe dair izlenimler, bugüne dair varoluş sorunsalları ve geleceğe dair umut ve çıkarımlar, ancak birbirimizin hikâyeleri ve karşıt izlenimlerimiz sayesinde vücut bulur. Fakat unutturmak; bireylerin geçmişle, şimdiyle ve gelecekle kurdukları bağları hafızasız bir belirsiz zaman içerisine hapsetmek, "genelleştirilmiş diğeri" yaratanların en çok kullandıkları silahtır. Foucault’nun da belirttiği üzere unutturmak, karşı belleği kontrol altına alan bir eylemdir. Hâlbuki ihtiyacımız olan, Robert Putnam’ın da dile getirdiği üzere, müzakereci bir akıl yürütme süreci ve "biz"in içine bir "ben" katmayı becerebilme gücüdür. Hikâyeler vasıtası ile kolektif bilince katılmak, açık uçlu diyalogları sürdürebilme kabiliyeti gerektirir. Bu Richard Rorty’nin de üzerinde durduğu ve hikâyelerin, "doğruların", "normalin" ötesini, farklı politik ve ahlaki idealleri görmemize yardımcı oluş halinden beslenebilme durumudur. Varoluş hakkındaki farklı elementler, çeşitlendirilmiş söylemlerin içerisinde gizlidir. Sanatsal faaliyetler, kapsayıcı kategorilerin ötesini görme konusunda bize çokça yardımcı olacaktır. Fakat bu faaliyetlerde de o ince çizginin farkına varabilmemiz hayli önemlidir.