Hakikat acıtır, susmak öldürür

Şu unutulmamalıdır: Toplumsal insani sorunlarını barış-demokrasi-eşitlik kabulleri içinde ele alıp halledememiş ulusların, gelecek kuşaklarına müreffeh bir hayat vaat edebilmeleri mümkün değildir.

Abone ol

Halûk Sunat*

Şu unutulmamalıdır: Toplumsal insani sorunlarını, barış-demokrasi-eşitlik kabulleri içinde ele alıp halledememiş ulusların —kendi tecrübelerimizle de sabit— gelecek kuşaklarına müreffeh bir hayat vaat edebilmeleri, hangi zaferin peşinde koşarlarsa koşsunlar, geleceğe yenik düşmemeleri mümkün değildir.

CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, kısa bir video kaydıyla, Cumhuriyet tarihi boyunca mağdur edilmiş kişi ve kesimlere yönelik “helalleşme” talebini paylaştı. Farklı kesimler (iktidar mensupları ve CHP’nin “ulusalcı” kanadı) kendilerine göre kaygılarla Kılıçdaroğlu’nun niyet ve teklifini olumsuz bir tepkiyle karşıladı. Kutuplaşmanın aşılması ve toplumsal barışı kıymetli bulan birçok kanaat erbabı yazar ise, bazı şerhler düşmekle birlikte, Kılıçdaroğlu’nun yönelimine sahip çıkıp destekledi. Şöyle söyleyeyim; helalleşme, İslami anlayış çerçevesinde, kulun (mağdurun, hakkı yenmişin, mazlumun) kula (mağdur edene, hak yiyene, zalime) geçen hakkını bağışlaması ise (ki, cennete intikal edişte en son o karneye bakılmaktaymış); demek, Kılıçdaroğlu, esasta, anılan kişi ve kesimlere zulmeden (suçlu fail) “devlet”in (o demektir ki, parti kimliğiyle kurucusu oldukları devletin “kurucu ideolojisi” ve pratiklerinin) mağdur ettiği kişi ve kesimlerin affına sığınma/bağışlanma talebini dile getiriyor olmalıdır. Ancak, işlenen suçlarda devleti fail görüyorsak, toplumsal barış adına helalleşme (helallik isteme) değil, —siyasi ve hukuki olarak— bildik usulleriyle “hakikat teslimi”ni, “yüzleşme ve hesaplaşma”yı telaffuz etmemiz gerekir; ötesi, Kılıçdaroğlu’nun —hukuksal boyutu saklı tutmak suretiyle— bir iyi niyet beyanı, insancı bir tavır alışıdır sadece. Hasılı, ben de, Kılıçdaroğlu’nun niyet beyanının, içinde teneffüs ettiğimiz —çürümüş— toplumsal vasat, CHP’nin kurumsal kimliğinin tanık olageldiğimiz siyasi hattı ve kendi yönelimsel repertuarı dahilinde muhtemel toplumsal barış adına (eksikliğini işaret ettiğim boyuta teveccühü de esinlendireceği umuduyla) kıymetli bulanlardanım. Öte yandan, devletin anılan kişi ve toplumsal kesimlere yönelik işlediği suçlarla yüzleşilmesinin, suç fiillerine yönelik “hakikat”in ortaya çıkarılmasının ve “hesaplaşma”nın uygun bir demokratik vasata ihtiyaç duyacağını; ancak böylesi bir muamele ile hesabın kapatılıp yaraların sarılabileceğini ve nihayetinde, barışın, bir “toplum sözleşmesi” ile toplumsal mutabakata salimen içerilebileceğini unutmamamız; “ben” terkibinde takdim edilmiş iyi niyetli beyanlara taşıyamayacağı kıymetler yüklemenin sorunun kendisine zararı olacağını da akılda tutmamız gerekir.(1)

***

Şimdi; bu güncellemeyi yaptıktan sonra, helalleşme lüzumu hissedilen meseleyi bundan yaklaşık on yıl önce (Radikal Yorum, 2 Ağustos 2010) nasıl ele aldığımı (son paragrafı hariç) sizinle paylaşmak istiyorum.(2)

“Yakın tarihsel süreçte, özellikle de ‘Duvar’ın yıkıldığı 1989 sonrasında, geçmişi, ‘insan hakları ihlalleri’ ya da ‘insanlığa karşı işlenmiş suçlar’la sorunlu olan toplumlar, söz konusu sorunlarını sorunsallaştırmaktan, bir başka deyişle, ‘geçmişleri ile yüzleşip hesaplaşmaktan’ –öyle ya da böyle— kaçınamadılar.

Duvar’ın yıkılması önemli; zira, yıkılan, yalnızca duvar değil, duvarın kendi içine kapattığı değerler dünyası idi –gizliliğin, ‘benim sorunum seni ilgilendirmezciliğin’ yıkılışı. Giderek, yaşanmış insani sorunlar ve yaşanmakta olanların geniş insanlık ailesini ilgilendirdiği kabulünün geçerlilik kazandığı bir dünya kurulur oldu.

Muhtemelen, tarihi bu minvalde besleyen iki ana damar vardı: Birincisi, ‘kapitalist-sosyalist’ iki karşıt dünyanın birbirlerine karşı direnç/savunu alanlarını gözeten, iç çatışmaları kendi içinde ayrıştırıp ele almak yerine, dikkati dışarıdaki düşmana kaydıran (iç şiddeti mazur gösterici, gerekçelendirici) tutumun zemininin kaybolması; ikincisi de, duvarları dinamitlediği gibi, ulusallıklarla ilgili sınırları ve kaygıları aşıp küreselleşen kapitalizmin, ‘hesabı kesilmemiş, yüzleşilmemiş’ sorunları ve sözde mahremiyeti –ulusalcı duyarlıkları— ile kendi içine kapanan toplumları maddi bir engel, bir ayakbağı olarak tanımlayışı. Bir başka deyişle, ulusal devlet algısı ve hassasiyetleri ile temin edilen (ve insan hakları ihlallerinin üstünü örten) ‘siyasi istikrar’ın küresel kapitalist pazar tezgâhında –artık— sırıtır oluşu. Kendini ‘öteki’nin denetimine, ilgisine, yargısına açan, o anlamda, kendi ile hesaplaşma cesaretine işlerlik kazandırmış düzeyde bir siyasi istikrarın işlevsellik kazanışı. Tabii, bu, burjuva-demokrasisinin özsel bir kutsanma vesilesi değil, küresel devinimi içinde sermayenin, siyasi-ideolojik aygıt ve pratikleri bir başka nitellik içinde yapılandırmaya dair maddi ihtiyacı olarak anlaşılmalıydı –kaba eşitlemelerden uzak durarak.

İşte; 90’lı yıllarla başlayıp içinde yaşadığımız günü kuşatan sürece, Henry Rousso, ‘tarihsellik rejimi’ (‘régime d’historicité) adını veriyor. Geçmişte olan biteni egemen ulusal ihtiyaçlar üzerinden kurgulayan, tarihsel hakikatlere yabancılaştırıcı tarih alımlayışı yerine, hakikatlere dayanıp bugünü ve geleceği olumsuz/ketleyici yüklerden kurtaran bir (demokratik-insani) bilincin kurucu öğesi olarak tarih ve tarihsellik rejimi.

Bakın, söz konusu rejime dünya insanlık ailesini hazırlayan, geçmişi ile hesaplaşma sorumluluğunu toplumsal hayatına katmış aile üyeleri arasında (meseleyi enine-boyuna işleyen sayın Mithat Sancar’ın Geçmişle Hesaplaşma/ Unutma Kültüründen Hatırlama Kültürüne isimli çalışmasına bakarak görüyorum ben de) kimler var: Arjantin (‘Hakikat Komisyonları’nın ilk ciddi örneğinin deneyimlendiği ülke), Bolivya, Çad, Şili, Doğu Timor, Ekvador, El Salvador, Almanya, Gana, Guatemala, Haiti, Nepal, Nijerya, Panama, Peru, Filipinler, Sırbistan Karadağ, Sierra Leone, Güney Afrika, Güney Kore, Sri Lanka, Uganda, Uruguay ve Zimbabwe (kaynak: ‘United States Institute of Peace’).

Görüldüğü üzere, ailenin üyelerinden Türkiye, hakikat komisyonları oluşturarak hakikatlerini karşısına alıp yüzleşmeyi beceren üyeler arasında yok. Halbuki, aynı Türkiye, dünyanın en gelişmiş ekonomiler katarının ilk yirmi vagonluk kısmına dahil olabilmiş. Bir vakitki tabirden kalkarak, —bu kez— diyebiliriz ki, ‘iktisadi uyanış, içtimaî olanın önüne geçmiş’. Az önce andığım doğrultuda değişip dönüşen dünya, söz konusu iktisadi uyanış uyarınca, —insani duyarlıklar, demokrasi ve açıklık bağlamında— Türkiye toplumunu tarihsel hakikatleri önünde içtimaya davet ediyor.

Sicilimiz kabarık: Gayrimüslim ahaliye uygulanmış pogromlar, kıyımlar, kırımlar, Sünni-Alevi çatışmaları ile tezgâhlanmış katliamlar ve düzenli askeri darbeler silsilesi ile geçip giden bir hayat. Ve bütün bu kirli tarihin bir ucundan bugünlere akıp gelen, ‘reddedilmiş Kürt gerçekliği’, zulümler, bitmek bilmeyen –dayatılmış— bir savaş, faili meşhurlarla birlikte kaybedilmiş binlerce insan, yakılmış-yıkılmış binlerce köy, yerinden-yurdundan göçertilmiş yüzbinlerce insan, nihayetinde, alt-üst edilmiş hayatlar. Tarih, yaşarken görmezden gelinen hakikatleri içinde ‘nakışlanarak’, göz göre göre, muhtemel (mümkün mü bilinmez) ‘hakikat komisyonu’na havale edilmekte. Dahası, linç teşebbüsleri, iç savaş eşikte.

Yalnızca, iktisadi/maddi gerekircilik bağlamında takdir edilmesi kaçınılmaz bir hal de değil, yüzleşme/hesaplaşma sorunu. Âlem, kaçınılmaz, şunun da ayırdında: Nasıl ki, etrafı ile kavgalı, kendi ile barışık olmayan, tehdit algılarından başını kaldırıp hayatın tadına varamayan birey, hangi kendiliksel (‘self’ kuruluşuna dair) tarihçenin içinden gelmektedir, geçmişte ne olup bitmiştir de böylesine malulleştirici savunmalara mahkûm olmuşturun farkındalığını kurmak ihtiyacındadır, toplumsal kendilikle ilgili marazlar da öylesi bir muameleye muhtaçtır. Oradan mülhem, kendi dışımızdaki dünyanın davetinden öte, kendimizin de kendimize dönüp, sürekli bir ‘düşman öteki’ yaratma marazımızı hangi tarihsel/toplumsal kendi olma süreçlerinde kotardığımıza bir bakmamız, tarihsel hafızamızı sağaltıcı manada tahkim etmemiz icap eder.

Tarihimize öylece dönüp baktığımda (—miz, derken, elbet, yanına başka kurucu öğe yakıştırmayan Türk ulusal tarihinden söz ediyorum), tek adamı, tek partisi ve asker-sivil bürokrasisi ile tahakküm geleneğini kurmuş bir devlet ve onun, tanımladığı ‘düşman ötekine’ yönelik ‘şiddet ehli’ kimliği ile kendini özdeşleştirmiş Türk halkını görüyorum ben. Devleti karşısında özgür/özerk varoluşsallığını kuramamış, siyasi özne olma erginliğine erişememiş Türk halkı. Sağı ve (ulusalcı) solu ile devletinin şiddetini mazur görmeye yatkın, demokrasi ve özgürlükler meselesini ilkesel mertebede kabulden yoksun bir halk.

Andığım çalışmasında, Sancar, şöylece altını çizmiş vaziyetin: “Lakin bugüne kadarki tecrübeler ve bugün bulunduğumuz yer, Türkiye’nin ‘hatırlama kültürü’ üzerine kurulmuş bir ‘geçmiş politikası’nı benimsemesinin, buradan da uzak ve yakın ‘geçmişin işlenmesi’ne ve ‘geçmişle hesaplaşma’ya doğru ilerlemesinin epeyce zor bir hedef olduğunu gösteriyor” –ne yazık ki. Eh, siyasi hareket ve kararlılığını mehter marşı hâleti rûhiyyesinden kurtaramamış –aynı milli marazlarla malul— bir siyasi iktidar ve onun –kendi maddi/siyasi koşullarının da dayattığı— demokrasi ve özgürlüklerle ilgili –ürkek ve ikircimli de olsa— açılımlarını eleştirel bir kararlılıkla sahiplenip ileriye taşımak yerine indirgemeci karşıtlığı siyaset bellemiş bir toplumsal muhalefetle işimiz zor elbet.

Evet; ‘hatırlama yasağını bir yönetim biçimi olarak benimsemişlere’ karşı güçlü bir toplumsal talep yaratabilmeli, geçmişte yaşatılan travmaların yasını tutup uygun yas çalışmasını yapabilmeli, —hatırlayıp gözyaşı dökenlerin ‘sahteciliğini’ teşhis ve teşhir gayretiyle siyasi ikbal derdine düşmek yerine— ‘gözyaşı dökenleri hüngür hüngür ağlamaya ama gözyaşlarının izini de sürmeye’(3) ısrarla davet edebilmeliyiz, derim.”(4)

***

Dünyadaki hesaplaşma süreçleri genellikle bir ‘kırılma noktası’nı izleyerek başlamış. Bir savaş sonlandırılmış, iç çatışmalar karşılıklı durdurulmuş, askeri diktatörlükler nihayetlendirilmiş, vb. Dilerim, bugün, biz de, bizi —özgürlük, eşitlik ilkesi dahilinde— “demokratik ulus” çatısı altında toparlayacak (manen geliştirip bütünleştirecek) “hakikat arayışı, yüzleşme ve hesaplaşma”ya dair ihtiyacımızın farkındalık eşiğindeyizdir.

Şu unutulmamalıdır: Toplumsal insani sorunlarını, barış-demokrasi-eşitlik kabulleri içinde ele alıp halledememiş ulusların —kendi tecrübelerimizle de sabit— gelecek kuşaklarına müreffeh bir hayat vaat edebilmeleri, hangi zaferin peşinde koşarlarsa koşsunlar, geleceğe yenik düşmemeleri mümkün değildir.

*Psikiyatr/psikanalist

1- 1915’ten günümüze uzanan devletin suç fiillerini anışının içerdiği ihmaller bir yana, beyan sahibi Kılıçdaroğlu’nun, söz konusu toplumsal barışı talep eden Kürt sivil siyasi hareketi temsilcileriyle birlikte resim vermekten dahi kaçınmakla, Cumhuriyet’in “demokrasi ile taçlandırılması” vaat ve tekliflerini Kürtlerle birlikte mütalaa ve müzakereyi içine sindirememekle ya da Anayasa’ya aykırı olduğunu kabullenmekle birlikte dokunulmazlıkların kaldırılmasına onay ve Adalet Yürüyüşü ruhunu aynı siyasi/hukuki vicdanda buluşturabilmekle malul olduğunu hatırlamamızda da belki yarar vardır.
2- Yazıyı, elbet, vaktin kendi siyasi/dinamik koşullarını hatırlayarak ve tabii, son on yılın da, toplumsal sorunlarımızı kabullenme, ele alma ve iyileşme gönülsüzlüğümüzle kat edildiğini takdir ederek okumakta yarar var.
3- Zeynep Tanbay’ın çok yerinde ifadesiyle.
4- Yazının başlığında anılan tespit, dönemin Güney Afrika Hakikat Komisyonu sekreteri, Martin Coetze’ye aittir.