Din ile ilgili yazınca, ateistler kızıyorlar; bu coğrafyanın dinine biraz akıl gerek diyorum, “dinci” taife kızıyor; düşünme seviyemiz “doğal bilinç” diyorum herkes alınıyor. Yine de en tepkili olanlar felsefeciler, çünkü onlar Tanrısız felsefe yapabiliyorlar; yeni bir ekol. Hatta felsefe fakültelerinde “Burada dine ne gerek var?” sorusu samimiyetle soruluyor. İlâhiyat fakültelerinde ise akıl bir efsane: İslâm’ın Altın Çağı… Tamam da, Bakır Çağı’na geri döndük!
Ne kadar samimi bir çaba gösterilse de günümüz Müslümanlığı bireysel bazda, kadından, özgürlükten korkan; evrensel okumaları “Âlemlerin Rabbi” seviyesine hamd eden peygamberine henüz ulaşamamış bir anlayış. Oysa, Hz. Îsa ile işaret edilen bilinç aşaması henüz evrensel olmasa da bilim, felsefe, sanat gibi evrensel işler hep Hıristiyan topraklardan çıkmakta. Anadolulu bilge İsmail Emre, yirminci yüzyılın ilk yarısında “Batı Müslümanlığın özünü bizden önce kavrayacak ve bir gün bize Müslümanlığı onlar anlatacak” derken pek de haksız sayılmazmış.
Kişisel bir deneyim olan dinin, evrensel geçerliliği olan ve temeli ispata dayanan bilim ile örtüşmesi mümkün müdür? Peygamberlerin vahiy aldığı kaynak ile özgün buluş aşamasına gelen bilim insanlarının beslendiği kaynak farklı mıdır? Konuyu inceleyen yanıtı bilir. Marie Curie gün boyunca durmaksızın çalışır, gün içinde uğraştığı soruların yanıtlarına rüyalarında ulaşır ve onları hemen kalkıp not ederdi. Dimitri Mendeleyev, periyodik tablonun mantıksal sıralamasını bir türlü beceremiyordu. Nasıl başardığını anılarını okuyarak öğreniyoruz: Masasında uyuyakaldığı sırada gördüğü bir rüyada. August Kekulé, buz gibi odasında çalışmaktan yorgun düşmüş, ateşe biraz yaklaştığı gibi uyuyakaldığı esnada gördüğü rüya ile yapısını bir türlü çözemediği benzen halkasını bulmuştur. Ne güzel bir rüyadır onunki! “Atomlar” der “dans ediyorlardı ve kuyruğunu yutan yılan…” Bilim dünyasında böyle çok anı var. Biraz daha güncel olanlar ise hayranlık uyandırıyor. Fizik çalışmalarım sırasında aldığım notları bir ara paylaşmalıyım sizlerle. Şimdiden şunu paylaşabilirim: Rüya, vâhiy, sezgi bir zerre şaşmadan emeğin bolca sarf edildiği noktayı teşrif ediyor.
Rasyonalist filozoflar ile ben ve dünya arasındaki nesnel ayrım sertleşti. Doğanın nesnel olarak açıklanabilir olmasıyla, gözlemci faktörü ihmal edildi. Varlığın, bütünselliğinin ihmâl edilerek, yalnızca akılla özdeş tutulması; giderek, yalıtılmış alanlar için geçerli olan bilimin dogma halini almasının önüne geçemedi. Oysa, Einstein farklı şeyler söyleyeli neredeyse bir asır oldu. Klasik fiziğin bölünemez dediği özün, enerjinin bir belirleniş biçimi olduğunu; kütlenin belirleniminin ise, hızdan ve zamandan bağımsız olmadığını artık biliyoruz.
Newton uzayında dondurulmuş koloniler gibiyiz: Temel öğeler sert ve parçalanamaz, zaman madde ile bağlantılı değil, anlayışlar mekanik. Her akıl meselesini ebediyen çözmüş, bulunduğu yer ve tuttuğu taraftan pek emin. Aklın zorunlu bir özelliğinden söz edeceğim, kızmayın, ben demiyorum, doğası öyle: devinmek. Taraf tutarak devinmeyen; devinme, dönüşme kaygısı olmayan yetimize zihin diyoruz.
Fonksiyon ile sembol arasındaki uçurumda takılıp kalmışız. Oysa ne Platon’u reddetmeli ne de Aristotélēs’i. Pamuk, ipliğe; iplik, kumaşa; kumaş bayrağa dönüşür. Maddeden forma fonksiyonel bir geçiş ama bayrak semboliktir! Konu din ya da bilim fark etmez, şiir seviyor mu kişi ona bakmalı, sonra mitleri dinlerken dalga dalga bir heyecan yayılıyor mu vücuduna, hatta kendi mitini usulca sunuyor mu paylaştığı sofrada? Aristotélēs hayret edebilmenin ayrıcalıklı doğasını ne de güzel özetler:
“Bir sorunu fark etmek ve hayret etmek, kendisinin bilgisiz olduğunu kabul etmektir. Bundan dolayı miti seven (philomytos) de bir anlamda bilgeliği sevendir (philosophos). Çünkü mitler hayret verici şeylerden meydana gelir.”
Din âlimlerimiz felsefeden hazzetmez, Aristotélēs’e Platon’a ne gerek vardır! Felsefe hocalarımız da bir türlü barışamazlar Platon’un diyaloglarında karşımıza çıkan Tanrı’yla. Bir anlatırlar ki sanki Aristotélēs asla yer vermedi eserlerinde Tanrı’ya! Bilim artık materyalist, mekanistik ve determinist değil. Din de din bezirgânlarının tekelinde değil; buna bir son verilmeli; anlayışımızı geliştirmeli.
Din konusu nasıl da yalın oysa ki! Sevgili Dostum Metin Bobaroğlu’nun dediği gibi: “Din kendine söz vermek, dindarlık da sözünde durmaktır.” Hodri meydan… Yanlış anlaşılmasın sakın, dışsal bir meydan okuma değil bu! En iç odamızda değil mi bizi çağıran?
Bilim, kâinattan insana açılan bir kapı; din ise, insanın kendisinden kâinata açılan bir kapıdır. İçsel sürecinde insan kendini bilmeyi bilim haline getirdiğinde, aslında girilecek tek bir kapı olduğunu deneyimler: çıkılacak olan.
Massachusetts Institute of Technology’den doktoralı, Harvard Tıp Okulu doktora sonrası araştırmacısı, sinirbilimcisi hekim Dr. Tony Nader’ın saptadığı gibi “Evren bir makrokozmostur ve aynı doğa yasaları bir mikrokozmos olan beyinde de mevcuttur.”
Bin dört yüz yıl önce "Sen kendini küçük bir cisim sanırsın, hâlbuki bütün bir alem sende dürülüp bükülmüştür” diyerek dikkatlerimizi mikro ve makro kozmos örtüşmesine çeken Hz. Ali ile ve Dr. Nader’a aynı anlayışta yer veremez miyiz? Biri diğerine üstün olmak zorunda mı? Birisi hakikate smokin giydirmiş, diğeri ise şalvar. Ne fark eder?