Hakikat sonrası futbol
Cruyff öldü; Ferguson, Trapattoni, Wenger, Van Gaal emekli oldu. Futbol daha önce birçok kez yaptığı gibi toplumsal kültür ve tarihteki bir yeniliği, “hakikat sonrasını” önceden haber verdi. 2021 yılında futbol yüzyıl başına göre tanınmaz halde. Ama seçeneksiz değiliz: Futbol oynayabilir, iyi futbolu alkışlayabilir, sahada gördüğümüz genç oyuncuya takımına bakmadan yakınlık duyabiliriz.
Suat Başar Çağlan
Ne zaman başladığını söylemek zor. Belki Mourinho yönetimindeki Inter’in Barcelona’ya karşı Camp Nou’da yaptığı “topu rakibe bırakma” savunmasının damga vurduğu 2010 Şampiyonlar Ligi yarı final rövanşıyla, belki Messi ve Cristiano Ronaldo gibi makinelerin üst düzey futbol sahnesine çıkışıyla, belki de Abramoviç’in Chelsea’yi satın almasıyla başladı. Ancak 1955’te Şampiyon Kulüpler Kupası’nın ortaya çıkışıyla doğan, Maslov’un Kiev’i, Herrera’nın Inter’i, Michels’in Ajax’ıyla görünür hale gelen ve genellikle total futbolun ya varyasyonları ya da karşıtları üzerinden tanımlanan “modern futbol” son on beş yılda yeni bir çağa girdi. Bu ne savunma-hücum ne de hızlı-yavaş oyun gibi tek bir ikiliğe bağlıydı. Futbol daha önce birçok kez yaptığı gibi toplumsal kültür ve tarihteki bir yeniliği, “hakikat sonrasını” önceden haber veriyor, en azından yankılıyordu. 2021 yılında futbol yüzyıl başına göre tanınmaz halde.
Yeni dönemin en somut göstergelerinden biri Messi ve Ronaldo’nun yarım asır öncesine ait olması gereken istatistikleri oldu. “Yılda 20 atan golcü” tabiri, Messi ve Ronaldo söz konusu olunca hakarete dönüştü; ikisi de yılda 50, 60, hatta bazen 100 attılar. Oyun sözde daha fiziksel ve organize hale geliyor, takımlar giderek daha iyi savunma yapıyor, gel gör ki rekorlar birbirini izliyordu. Bireysel ve takım gol rekorları, puan rekorları, üst üste şampiyonluk rekorları… Geçtiğimiz on yılda İspanya, İngiltere ve İtalya liglerinde puan rekorları kırıldı; İtalya’da Napoli, İngiltere’de Liverpool 90 puanı geçmelerine rağmen şampiyon olamadılar. 2014-18 arasındaki beş sezonda Real Madrid Şampiyonlar Ligi’ni dört kez kazandı. 1950’lerden bu yana ilk kez böyle bir şey oluyordu. Buna yerel hegemonyalar eşlik etti. İtalya’da Juventus, Almanya’da Bayern, Fransa’da PSG sarsılmaz saltanatlar kurdu. İngiltere’de Leicester City İkinci Dünya Savaşı dönemini andıran bir hikâyeyle Premier Lig’i kazanırken, Manchester City küçük çaplı bir hâkimiyet oluşturdu. Bu arada modern dönemin simge isimleri sahneden çekildiler. Cruyff öldü; Ferguson, Trapattoni, Wenger, Van Gaal emekli oldu.
'POST-ENDÜSTRİYEL FUTBOL'
Bazı istatistikler yetmiş yıl öncesine dönerken, bazı rakamlar ise hayal edilemeyecek kadar yeniydi. Transferler çıldırdı. Futboldaki para ilk günden beri büyüdüğünden bu durum sürpriz değildi. Ancak İngiltere başta olmak üzere birçok ülkede, naklen yayın ve bahis gelirlerinin yanı sıra bazen kara para aklamak bazen de can sıkıntısını gidermek için futbola merak salan küresel milyarderler çıtayı görülmedik noktalara taşıdı. Normalde futbolun periferisinde sayılabilecek Uzakdoğulu, Amerikalı, Rus, Arap figürler geleneği kendi meşreplerince dönüştürmeye koyuldu. “Avrupa Süper Ligi” denen biçimsiz rüya gitgide daha sık gündeme gelir oldu. Pogba, Bale, Dembele, Griezmann gibi iyi fakat en iyi olmaktan çok uzak oyuncular 100 milyon Euro civarında bedellere alınıp satıldı. Premier Lig’e yeni çıkan bir kulüp ortalama bir oyuncu için 25 milyon Pound ödeyebilir hale geldi. Bazı dev kulüpler apaçık görünen eksiklerini doldurmak yerine aynı mevkilere yıldız doldurdu. Ağızlara sakız olmuş “endüstriyel futbol” kavramının yetersiz geldiği bir aşamaya geçildi. “Endüstriyel” tabirinin içindeki üretim ve verim tınısı, piyasada dolaşan miktarları açıklamak için fazla naif kalıyordu. Düpedüz bir çılgınlık söz konusuydu.
Aynı dönemde sosyal medya doğdu. Konuşmayı yeni yeni öğrenen bir çocuğa benzeyen sosyal medya, bazı kelimeleri doğru düzgün söyleyemiyor, nerede ne diyeceğini bilemiyor, olmayacak zamanda olmayacak laflar ediyordu. Dünya bu analojiyi farkında olmadan benimsedi ve sosyal medyaya çocuk muamelesi yaptı. Kimse yeni konuşan bir çocuğa sus demezdi. O yüzden sözlerinin çoğu ciddiye alındı ve kıymetli değilse bile eğlenceli görüldü. Ancak bir nokta gözden kaçtı. Bir çocuk “su” yerine “mu” dediğinde ailesi buna güler, ama onu doğrusunu söylemeye teşvik eder; yani anne-baba “su” yerine “mu” demeye başlamaz. Hâlbuki dünya dilini değiştirdi ve sosyal medya jargonunun peşinden gitti. Sonuçta Twitter üzerinden hocalar kovulup alındı; Instagram fotoğraflarına bakılıp futbolculara hakaret edildi, YouTube’da genç yetenekler keşfedildi. Uluslararası taraftarlık ve pahalı bilet yüzünden gerçek deneyime dâhil olamamanın yükü, bilgisayar ve telefon başındaki sorumsuz rahatlıkla hafifledi.
EKVATORVARİ OFSAYT ÇİZGİLERİ FUTBOLU BÖLERKEN...
Zaman ilerliyor ve Aydınlanma Çağı’ndan kalma, aklın ve ilerlemenin hep iyilik getireceği kanaati zihnimizdeki yerini koruyordu. Sanayi Devrimi ve sonrasında olduğu gibi, bilim, akıl ve tekniğin rolü giderek artacak, adaletsizlikler tarihten silinecekti. Ancak akıl insanlığı kurtarmamış, Dünya Savaşlarına getirmişti. Futbola da benzer bir yıkım getirecekti. Gerçi antrenman, beslenme gibi alanlardaki yeniliklerin eşi görülmedik faydaları oldu; kariyerler uzadı ve daha verimli hale geldi. Öte yandan VAR elimizde kalan son kırıntıları da süpürmek için elinden geleni yaptı. Hâlbuki Financial Fair Play (FFP) ekonomik adaletsizlikleri giderirken -inanmıyorsanız City’nin transfer komitesine sorun- VAR da hakem kararlarındaki adaletsizliği giderecekti. Gol olduğunda sevinmeden önce beklemeyi öğretecek, Ekvatorvari hayali ofsayt çizgileriyle futbol dünyamızı ikiye bölecek, baskı altında ezilen hakemleri inisiyatif yoksunu figüranlara dönüştürecekti.
Ve nihayet Covid-19 ortaya çıktı. Pandemi süreci gerçekten de bir “yeni normale” mi işaret ediyor, bunu kestirmek mümkün değil; ancak bazı sözde sırları açıkça önümüze koyduğu kesin. Örneğin, “Futbol -artık- televizyon ve bahis için oynanan bir oyun”. Bir senedir taraftarın tribünde yer almadığı maçlar, sırf televizyon ekranında ve bahis bülteninde bulunmaları gerektiği için oynanmaya devam ediyor. Futbolseverler için karantina günlerinde neredeyse tek eğlence olduklarından dolayı aleyhte konuşmak kolay değil. Öte yandan internet sitelerinde akan dakikalar, topa sahip olma oranları, asist sayıları ile sahada oynanan ve tribünden izlenen futbol arasında kapanması zor bir boşluk olduğu tartışma götürmez.
MAÇLAR 110 DAKİKA, ÜSTELİK 90 DAKİKA FİYATINA!
Peki, Avrupa’da ve dünyada bunlar olup biterken bizde neler oluyor? Türk futbolu neredeydi, nereye geldi? Hakikat sonrası bizim için ne ifade ediyor? Neyse ki bu konuda kaygılanmaya gerek yok. Biz henüz “hakikat öncesi” evrende yaşadığımız için yeni anlamsızlığa uyum sağlamamız zor olmadı. Zaten saçma bedellerle oyuncu alıyor, paraları oyuncu menajerlerine ve yöneticilere saçıyor, ligi değerinin çok üzerinde ihalelerle şüpheli alıcılara satıyor, her maçın şaibeli olduğuna gönülden inanıyor, bertaraf olmamak için tarafgirliğin her türlüsüne sıkı sıkıya tutunuyorduk. Bize her gün “hakikat sonrasıydı”. Biraz daha duraklama (maçlar artık 110 dakika, üstelik 90 dakika fiyatına!), biraz daha akıldışı transfer (flightradar’dan “gelen uçak” takibi), biraz daha maç değil hakem özeti (üçte ikisi tartışmalı pozisyon tekrarı) biraz daha yüz kere batmışken bir anda affediliveren kulüp hikâyesi (devlet babanın esirgeyici eli) eklendi, o kadar. Arada bir yabancı sayısını, takım mevcudunu değiştirmek iyi geliyor, değişiklik oluyor. Dünyada tek sayıda takımın bulunduğu (21) biricik lig olma ayrıcalığı bizim.
İyi de her şey bu kadar kötü mü? Futboldan vazgeçmek mi gerekiyor? Öncelikle mevcut durumu kabullenmek gerek. Futbol uzun süredir bir oyun değil. Daha doğrusu, hayatın her alanında sorunsuzluk uğruna mutluluğu feda etmeyi şiar edinen “modern” insan, hayatın her alanını olduğu gibi futbolu da ruhsuzlaştırmayı başardı. Futbol ise oyun kalmak için direniyor. Üstelik bu direniş sadece yöneticilere, kulüp sahiplerine, medyaya, teknolojiye karşı değil. Artık taraftarlar bile oyun olan futbolu istemiyor gibi görünüyor.
Sosyal medyanın ve güncel siyasetin pekiştirdiği kutuplaşmanın içinde oyundan çok etrafında dönen kavgalar ilgi çekiyor.
BİR İHTİMAL DAHA VAR
Her şeye rağmen olumlu yönde değişimler de yok değil. Taktiksel açıdan ciddi gelişimler var; oyunun kendisine dair ortalama bilinç seviyesi yükseliyor. Eski oyuncuların yetenekli yenilerinse sadece atlet olduğu gibi basmakalıp mitler yıkılıyor. Dahası, ana akım bir futbol okumasına mahkûm değiliz ve gerek görsel gerek yazılı medyada çok sayıda göz bize oyuna dair farklı perspektifler sunuyor. Bütün bunların sonunda konu dönüp dolaşıp zamane dertlerinin en temeline, insanlığın niyetine geliyor. Seçeneksiz değiliz: Pandeminin izin verdiği ölçüde futbol oynayabilir, iyi futbolu alkışlayabilir, tuttuğumuz takımın müsrif ve mantıksız tercihlerine itiraz edebilir, sahada gördüğümüz genç oyuncuya takımına bakmadan yakınlık duyabiliriz. Ya da oyunu geliştirmek yerine transfere kafayı takar, üst oynadığımız maç 2-1 olunca televizyonu kapatır, karşı takımın oyuncusuna ırkçı, ayrımcı veya keyfi hakaretlerle sövüp “deşarj” oluruz. Her şeyi olduğu gibi futbolu da iyileştirmek için elimizde her türlü araç var. Bu araçları nasıl kullanacağımız ise bize kalmış. Bugüne kadarki karnemiz düşünülünce, durumumuz Barça karşısındaki Inter’den daha parlak değil. Demek ki yine de bir ihtimal var…