Hakkâri'de upuzun bir mevsim
Ferit Edgü, ölümlerin ve suçun olağanlaştığı bir hal ve vaziyet içerisinde alışmamayı, özellikle çocukların ölümlerine alışmamayı son bir gayretle tekrarlar kendisi için; belki de unutmamak için, her şeylerin yitip gittiği, unutulduğu bir tufan içinde...
Sinem Erenler
Upuzun sonsuz bir beyazlık içinde, tepeleri gökyüzüne değen dağlarla çevrelenen kuş uçmaz, kervan geçmez yollarda, belli belirsiz koşuşturan bir nefes. Telaşlı adımları birbirine karışıyor. Beyhude bir çaba gibi görünse de kararlı, belki de bilinçsiz bir inatla devam ediyor yola. Ve nihayet beklenmedik oluyor ve buluyor aradığını: “Doğusunda İran, güneyinde Irak devletleri sınırıyla, kuzeyinde Van ve batısında Siirt vilayeti toprakları bulunan Hakkâri vilayeti, Doğu Anadolu’nun güneydoğusunda, köşede yer alan çok engebeli bir bölgemizdir.”
Ferit Edgü, 1964 yılında Hakkâri’nin Pirkanis köyünde öğretmen olarak yaptığı askerliği nedeniyle otobiyografik öğeler taşıdığı su götürmez romanı, O/Hakkari’de Bir Mevsim aşılamamış, geride bırakılamamış, kimi zaman kavgayla kimi zaman yılgınlıkla ama bir anlam arayışından, var olabilme kaygısından hiç uzaklaşmadan dönülüp soluklanılan romanlardan.
Bu geri dönüşlerinin, bu tekrar okuma isteklerinin en önemli ürünlerinden biri hiç kuşkusuz, 1983 yılında senaryosunu Onat Kutlar’ın, Tezer Özlü’nün de yardımlarıyla kotardığı, Erden Kıral’ın sinema uyarlamasıdır. Elinde koca bavuluyla perdede beliren Genco Erkal, karlarla kaplı dağları aşarak köye bir tepeden ine çıka ulaşır.
Unutulmuş, kayıp bir kara parçasının üzerinde yaşayan, dillerini bilmediği bu köyde bir sürgün ve bir yabancı olarak yaşadıklarının şaşkınlığıyla ve gerçekle düş arasındaki salınımıyla kendince bir yol bulur: “Kendimi bir gün aralarında bulduğum insanların konuştuğum dili hemen hemen hiç anlamadıklarını gördüğümde, onlara dilimi öğretmek yerine onların dilini öğrenmeyi, onların dilinden konuşmayı denedim.”
Yakın geçmişte, yayınlanışının 40'încı yılında bir diğer başarı uyarlama ise Sarı Sandalye tiyatro ekibinden geldi. Sarı Sandalye ekibi yarattığı atmosferle, insanın içine işleyen oyunculuklarıyla izleyici ile oyuncu arasındaki sınırı kaldırarak, seyircinin dünyasını da romanın dünyasına, Hak. ilinin Pirkanis köyünün sınırları içine çekiyor. Ferit Edgü’nün romanın başında hatırlattığı gibi düşlerin gerçeği sollayan, onu yeniden kuran yapısıyla ya da düşün kendine yeni bir gerçek yaratma yetisiyle karşılaşmamış, bir düşte seyre dalmamış birinin bu hikâyede kendine yer bulmasının biraz güç olması gibi, oyunun dünyasına çekilemeyen, ona dahil olmayan izleyicinin de aynı durumda kalacak.
Hakkari'de upuzun bir mevsim aşikar. Ferit Edgü’nün okuyucu ile kurduğu bağı, bu sınırları kaldırma ve romana anlatılana ortak olma, parçası olma halini bu anlamda oyun da başarıyla gerçekleştirmiş.
Geçmişini, dostlarını, yüzünü ansımamak, geçmişin bilgisinin faydasızlığında kendini ilk kez Hakkâri’de bir berber dükkanının aynasında görmek, görünce de bir şeyin değişmediği bir hal içinde bulmak; kendini bir denizci, bir kazazede olarak düşlemek, yaşananların karşısında geçmişin silindiği bir anda kendini Nuh’a benzetmek; gökyüzüne en yakın olan bu yüksek kara parçalarından birinde, çaresizlik, umutsuzluk, dermansızlık haline eşlik eden kendini kurtarma çabası, bir şey demiş olmak, aslında dememiş olmakla denk haller, sonsuz çırpınışlar, sonuçsuz kalacağını bile bile çırpınmalar, çıldırmalar çok tanıdık çok bildik değil mi?
Aynı his dört tarafımızı sarmış durumda, yıkılan kentlere, ölen çocuklara tanıklığımız çok yeni, kabullenemeyeceğimiz kadar yeni değil mi? Vali’nin kulağını çekmek maksadıyla ve devletin kudretli ama çocukların ölmesini engelleyemeyen kudretini göstermek için verdiği o manasız, bir kabı doldurmaz söylevi, yolların kapanması, köye giriş ve çıkışların imkânsızlaştığı, suçun ve ölümün sıradanlaştığı, o ilk çaresizliklere dönülen zamanda, insan yitirmez mi geçmişini.
Edgü, ölümlerin ve suçun olağanlaştığı bir hal ve vaziyet içerisinde alışmamayı, özellikle çocukların ölümlerine alışmamayı son bir gayretle tekrarlar kendisi için; belki de unutmamak için, her şeylerin yitip gittiği, unutulduğu bir tufan içinde: “Köye vardık. Muhtar Ağa evine çağırdı. Çayımı ve otlu peynirimi, Muhtar Ağa, Zeydan ve İbrahim’le beraber yedim.
Muhtar Ağa bir şeyler söyledi. Zeydan’a ne dediğini sordum. Burda hayat bu, dedi. Burda hayat bu çaresiz. Hadi kaldır kıçını oturduğun minderden. Burada bir başka hayat da olmalı. Onu arayalım. Hadi kalk. Onu bulalım.”