İnsan hakları mücadelesi, ezilenlerin tarihinin parçasıdır. Ezilenlerin yaşadığı şiddet, tarihin tüm dokusuna sirayet etmiştir. Bu yüzden, şiddetin eleştirisinden yola çıkmayan bir insan hakları düşüncesi geliştirmek abesle iştigaldir. Şiddetin eleştirisi, tahrip edici sonuçlarına göre ayırt edilmiş sabit bir davranışlar kümesi oluşturmaktan fazlasını yapmayı gerektirir. Aslında her insan davranışında belli bir şiddet potansiyeli mevcuttur. Yeri geldiğinde, eyleme geçmemek de geçmek kadar, hiç konuşmamak da konuşmak kadar şiddet yüklü olabilir. Her bir olasılıkta şiddet açısından ayırt edici olan, davranışın aleni veya zımni bir ölçüyü aşmış olmasıdır. O halde, şiddet kendini taşkınlık yaparak, sınırları ihlal ederek açığa vuran ayarsız davranışın vasfıdır. Biz davranışların aşmaması gereken ölçüleri, hak adını verdiğimiz sınır taşlarıyla belirleriz. Her şiddet eylemi “haklılaştırmaya” ihtiyaç duyar, zira şiddet bir hakkın çiğnenmesidir. Şiddet kültürünün bir mazeretler alemi icat etmeden işleyememesinin sebebi budur. Ama bu mazeretler alemiyle mücadele eden bazıları, zamanla bir hak düzenin gelişmesine vesile olur.
Şiddetin üretilmesi, kullanılması ve yayılmasıyla ilgili meselelere bulunan çözümler sistematik bir karakter kazandığında ortaya bir hak düzeni çıkar. Bu durumda, şiddetin ve şiddet araçlarının toplumdaki dağılımını düzenleyen güçlerin teşhisi, “sınır taşlarının” dikileceği yeri belirlemenin ön koşulu haline gelir. Devlet, meşru şiddet kullanma tekelini kendinde topladığına göre, söz konusu güçlerin devlette merkezileştiği su götürmez bir gerçektir. Hak ile güvenceye alınan değerler, devlet eylemi için çizilmiş sınırlar aşıldığında çiğnenmiş olur. Bir değerin devlet veya devlet destekli güçlerce çiğnenmesi ile devlet dışı güçler tarafından çiğnenmesi arasındaki ayrımı gözetmek temel önemdedir. İlk durumda bir hakkın ihlal edildiğinden, ikinci durumdaysa bir suç işlendiğinden söz ederiz. Bu bağlamda, “Söz konusu olan devletse gerisi teferruattır.” gibi tumturaklı cümleler kurmak, bilgiçlik taslamaktan başka bir şey değildir. Zaten haklar, bilhassa devletin söz konusu olduğu durumlardaki davranışları bağlayan “teferruatlardır”. Hakeza insan haklarının sadece devleti eleştirmesinden, yani “çifte standart” uyguladığından yakınmanın da bir farkı yoktur. Çünkü insan haklarını sadece devlet ihlal edebilir.
İHLAL REJİMİ: BİR ŞİDDET TARİHİ
İhlalin olduğu yerde mutlaka savunu da olacaktır. Savunu hakkın gerçek değerini açığa çıkarır ve onu tamamlar. Esasen hakkın savunulmaya olan ihtiyacı, insanın suya ve havaya olan ihtiyacından farksızdır. Çünkü biz bir hakkın somut anlamını, ancak onun içeriğini ihlal eden şiddetin özürleriyle mücadele içinde kavrayabiliriz. Şiddetin bahanelerini karşılamayı, ihlalin gerekçeleriyle mücadele etmeyi iş edinen tutuma savunu denir. Hakları savunan bir siyaset ise sadece ihlal edimlerini yöneten mantığı anladığı müddetçe etkili olabilir. Bir mantığın olduğu yerde, her zaman tutarlılık ve sistem de bulunur. Zaten devletin söz konusu olduğu yerde ihlalleri “münferit” veya “tesadüfi” olgular gibi kabullenmek safdillik olur. Her modern devlette, farklı ihlal türlerini ve vakalarını birbiriyle tutarlı kılan ve örtülü işleyen sistematik bir ihlal mekanizması mevcuttur. Biz, insan hakları ihlallerini yönlendiren stratejik ve taktik araçların dayandığı bu bütünsel mantığa “ihlal rejimi” adını veriyoruz.
Türkiye’nin insan hakları sorunu, ihlal rejiminin uygulamalarına karşı verilen mücadelelerle anlaşılabilir. Elbette hak sorunumuz uzun bir eşitsizlik ve baskı tarihinin bakiyesidir. Adaletsizliklere karşı tarih boyunca verilen mücadeleler hak arama kültürümüzün de omurgasını oluşturmuştur. Ancak yakın dönemlere kadar, bu mücadelelerin insan hakları bayrağı altında yürütülmediği de bir gerçek. İnsan hakları bilincimiz, esasen 80 darbesinin uyguladığı kitlesel ve sistematik insan hakkı ihlallerine bir tepki olarak doğmuş ve gelişmiştir. Bir tek tarihsel nedenlerden dolayı değil, günümüzün hak mücadelesinin ihtiyaçları açısından da, ihlal rejiminin dinamiklerini bu dönemden başlayarak ele almak bana uygun bir seçim gibi görünüyor. Buna göre, Türkiye’nin ihlal rejiminin her biri kendi içinde ortak ve tutarlı bir mantığa sahip olan üç farklı evreden geçmiş olduğu söylenebilir. İhlal rejiminin evrimini anlamak, bugün içinde bulunduğumuz dördüncü evrenin işleyişini açıklamak açısından zorunludur. İnsan hakları ihlallerinin birikimli ve bileşik bir yapısı vardır. Ortada duran karmaşık olgular bütününü, katmanlarına ayırıp sadeleştirmedikçe, amaçladığımız görüş açıklığına kavuşmak da mümkün olamayacaktır.
12 EYLÜL VE İŞKENCE
İhlal rejiminin ilk evresi, 80’li yıllarda 12 Eylül askeri darbesinin yarattığı insan hakları sorunları tarafından şekillendirilmişti. 70’li yıllar boyunca toplum ideolojik açıdan kutuplaşmış ve sanki düşük yoğunluklu bir iç savaş sürecine girmiş gibi görünüyordu. Bu çerçevede, devrimci muhalefetin politikleşmiş unsurlarının toplumdan tecridi, cezalandırılması ve mümkün mertebe dönüştürülmesi 12 Eylül’ün ihlal uygulamalarının stratejik hedefi olarak belirlendi. Hak ihlalleri de bütün ülkede ilan edilen sıkıyönetim yüzünden uzayan gözaltı sürelerinden idamlara, fişleme uygulamalarından sürgün cezalarına kadar geniş bir yelpazede uygulamaya kondu.
Tüm bu çeşitliliğe rağmen, döneme damgasını vuran temel ihlal tipini, işkence yasağının kitlesel ve sistematik bir şekilde çiğnenmesi oluşturdu. İşkence, esasen devrimci militanları yıldırma, cezalandırma ve zor yoluyla dönüştürme gibi amaçlarla nispeten tutarlı bir şekilde uygulandı. Dönemin gözaltı merkezleri ve cezaevleri, işkence uygulamalarının odağı olmalarından ötürü, ağır insan hakları ihlallerinin simgeleri olarak öne çıktılar. Diyarbakır, Mamak, Metris cezaevleri ile İstanbul Gayrettepe, Ankara DAL gibi gözaltı ve sorgu merkezlerini bu simgeler arasında sayabiliriz. Bu simgelerin vicdanımız üzerindeki etkisini istismar eden bazı çevreler, eğer Diyarbakır Cezaevi deneyimi yaşanmasaydı, Kürt sorununun da olmayacağını abartılı bir şekilde savunmaya başladı.
"BÖLÜCÜLÜK" VE "İRTİCA"
İkinci evrenin ihlal mekanizması, Kürt hareketinin yükselişi ve İslam’ın siyasal alanda ağırlığını hissettirmeye başlamasıyla işlemeye başladı. Özellikle 1984 yılından beridir gelişmekte olan Kürt dinamiği, 90’lı yıllarda kentlerde kitleselleşmiş ve siyasal temsil talepleriyle ortaya çıkmıştı. Diğer yandan, İslam’ın siyasal alanda güç kazanmasıyla beraber, dindar gruplara karşı da devletin güvenlik refleksi devreye sokulmuştu. Bu refleksin hedefinde, tarih boyunca biri “bölücülük”, diğeri “irtica” etiketiyle yaftalanmış olan iki büyük toplumsal gücün ıslah edilmesi vardı.
İnsan hakları hareketinin, bu evrede İslami kesimden gelen yeni aktörler kazanması, gerçekten kayda değer bir gelişme olmuştu. Ancak devlet aklının güvenlik anlayışıyla uyumlu bir şekilde şiddet yoluyla “çözüm” aranan Kürt sorunu, dönemin ağır insan hakları ihlallerinin baş hedefi haline geldi. Kürt muhalefetinin kitleselleşme eğilimi köy boşaltmalarla engellenmeye, kentlere dolan nüfusun yarattığı siyasi enerji de yoğun ve çok sert bir şiddet yoluyla kontrol altına alınmaya çabalandı. Dönemin insan hakları ihlallerinin iki tipik sembolü, köy boşaltmaların etkisiyle başlayan “zoraki göç” ve ülke sathına yayılan “yaşam hakkı ihlalleri” (faili meçhuller, toplu mezarlar, zorla kaybetmeler) oldu.
DEVLET VE SİVİL TOPLUM
Üçüncü evre, 2002 sonrası AKP politikalarının şekillendirdiği bir dönem oldu. Birçok bakımdan çelişkili gelişmelerin yaşandığı bu dönemde, insan hakları açısından da önemli salınımlar yaşandığı dikkati çekmektedir. 90’lı yılların İslami hareketi çerçevesinde ortaya çıkan mağduriyetlerin büyük kısmı, kendini “muhafazakâr demokrat” olarak tanımlayan yeni hükümet tarafından giderilmişti. Lakin Kürt sorununda çözüm yönünde önce küçük adımlar atılıyor, sonra seçimlerin yarattığı dalgalanmalara bağlı olarak bu adımlar geri alınıyordu. Bu yüzden, bir yandan “çözüm süreci” adı altında barış arayışına gidilirken, diğer yandan “taş atan çocuklar”, “KCK davaları” ve tabii ki “Roboski katliamı” ile insan hakları ihlallerinin altına imza atılabiliyordu.
Diğer yandan, devlet bünyesinde AB ile uyum çerçevesinde, bugün İnsan Hakları kurumu çatısı altında toplanan yeni insan hakları örgütleri tesis ediliyordu. İlk başta, bu gelişmenin sivil insan hakları hareketinin etkinliğini artıracağını düşünenler olmuştu. Ancak kısa sürede, insan hakları idealleri ekseninde gelişen devlet ile sivil toplum işbirliği beklentisi boşa çıktı. İnsan hakları dünyası, devlet güdümlü, amacı devletin ihlal politikalarıyla çelişen sivil insan hakları hareketini itibarsızlaştırmak olan “resmi” bir insan hakları uzamıyla, halen faaliyetlerini sürdüren ve özerk varoluşundan ötürü şiddet karşısındaki eleştirel pozisyonun koruyan bir “sivil” uzam arasında bölündü.
KORKU İKLİMİNDE DİRENİŞİN GENİŞLEMESİ
İçinde bulunduğumuz son evrede öncekilere kıyasla daha şiddetli ihlal uygulamalarının devreye girmiş olduğuna dair güçlü bir hissiyat var. Bu hissiyatın kaynağındaysa, bana göre, iki farklı etmen bulunuyor. İlk olarak, ihlallerin birikimli ve bileşik yapıda olmasından kaynaklanan bir etkiden söz edebiliriz. Yeni ihlaller eskilerin bakiyesine eklendiğinde, insanlar maruz kaldıkları şiddetin etkisinin öncekilerden daha ağır olduğunu düşünebiliyorlar. İkinci olarak, bir uygulamanın şiddetine dair kişisel algımız, onun üstesinden geldiği direncin gücüne bağlı olarak inşa edilir. Bugün gerçekleşen, şiddetin öncekilere göre artmasından çok, siyasi direncinin daha geri bir noktaya çekilmiş olmasıdır. Etki ve tepki arasındaki makasın daha çok açılması, pekâlâ şiddet algımızı bu şekilde yönlendiriyor olabilir. Her durumda, ihlal rejiminin evreleri arasındaki farkın bir derece farkı olmayıp, bir nitelik farkı olduğunu gözetmek gerekiyor. Değişik uygulamalara ve amaçlara göre örgütlenen mekanizmaları, aynı ölçüyle kıyaslamaktan vazgeçmek ve acıları birbiriyle yarıştırmamak gerek. Yapılması gereken, günümüzü belirleyen ihlalleri yönlendiren mantığın ayırt edici yanını kavramaktır.
Meseleye böyle bakınca, toplumun tepki verme kapasitesinin neredeyse sıfır düzeyine gerilemiş olduğu ilk göze batan özellik oluyor. Sürekli bir korku iklimi içinde yaşamamız, herkesi kendini koruma düzeyine geri çekilmeye mecbur bırakıyor. Gücün hiçbir kurala tabi olmadan uygulanması, insanların kendilerine yönelecek şiddetin sınırlarını da görememesiyle sonuçlanıyor. Herkes her şeyin mümkün olduğuna, ne düşünürsek hep daha kötüsünün yapılabileceğine ikna olmuş durumda. Korku ikliminin işaret fişeği Tahir Elçi gibi bir insan hakları savuncusuna kıyılmasıyla atıldı. Ardından işinden atılan yüz binler, cezaevlerine doldurulan insanlar, boşaltılan kentler ve yıkılan mahalleler, en kötüsü de yaşamına son verilmiş yüzlerce can bu korkunun derinleşmesine sebep olsun diye ortaya sürüldü. Şimdi bir kez daha haklara çok ihtiyaç duyuyoruz, ama bir kez daha haklar hiçbir işe yaramamaktadır.
Elbette “haklı” olarak bana şu soru yöneltilecektir: “Hani ihlalin olduğu yerde mutlaka savunu da olurdu?” Yanıt yerine geçer mi bilmem, ama duruma başka bir açıdan bakmayı da deneyebiliriz. Korku, hayatın her alanına hâkim olabilir. Ancak hiçbir koşulda teslim alamayacağı üç insani olgu vardır: dil, hafıza ve akıl. Şiddetin ölçüsü ne olursa olsun, dili asla dehşete düşüremez. Dil, her zaman yaptığı işi, en iyi şekilde yapmaya devam eder. Korkuyu kapsamına alır, sözcüklere dönüştürür ve cümlelerin kalıbına döker. İnsanlar konuşmaya ve anlatmaya başlar. Anlatmaya başlamak önemlidir, çünkü anlamanın ilk koşulu anlatmaktır. Bu yoldan, kurulan cümleler hafızada kaydedilip birikir. Hafıza, maruz kalınan şiddetin ezilmişliğin tarihi dokusunda kemikleşmesine mani olur. Çünkü onun bize ve sonrakilere taşıdığı bilginin içeriği akıl aracılığıyla tartılabilir hale gelir. İlk başta insanın aklını başından almış olan korku, üzerine konuştukça yerini anlayış gücünün kendinden emin tahlillerine bırakır. Böylelikle efsunu bozulan şiddetin sınırları bize ayan olur. Dil, hafıza ve aklın işbirliğiyle çizilen bu sınırlardaysa hak bilincimiz yeni şeklini kazanır. Belki de iklim değişir, insanlar yeniden hakkını aramaya başlar. Sonra mı? “Sonrası iyilik güzellik.”