Halifelik bitti ama hilafet oyunları bitmedi
Ihvan hareketini koruyup kollayan, onları Türkiye’de konuk edip yönlendiren AKP lideri Recep Tayyip Erdoğan’ı İslam ümmetinin önderi, bir anlamda halifesi olarak düşünenler ve onu halifelik unvanına layık görenler de az değil. Şimdiki ortamı uygun bulan Osmanlı torunlarından bazılarının da gönlünden ve aklından halife olmak geçiyor. Günümüz Afganistan’ındaki Taliban lideri ile Irak merkezli IŞİD elebaşısı Bağdadi’nin halifelik iddialarını göz önünde bulundurursak hilafet oyunlarının niçin hâlâ bitmediği kolayca anlaşılabilir.
Faik Bulut
3 Mart 2019, halifeliğin kaldırılmasının 95'inci yıldönümüydü.. Olayın satır başlarını birkaç cümlede özetlemek mümkün: “Abdülmecid Efendi son veliaht olarak mütareke döneminde padişahı açıkça tenkit etmek, İngilizlere uzak durmak ve Anadolu’ya sempatisini belirtmekle tanınmıştır. Saltanatın lağvedildiği 1 Kasım 1922 tarihinde TBMM iki fırkalı (bölümlü/şıklı) bir kanunla saltanat ve hilafeti birbirinden ayırarak saltanatı kaldırmıştır. Sultan Vahdeddin, bu olaydan sonra dahi cuma selamlığına hem halife hem de padişah olarak çıkıyor. Bu olay üzerine 16 Kasım’da İhanet-i Vataniye ile TBMM tarafından suçlandırılıyor ve bu nedenle de 17 Kasım’da Malaya Zırhlısı’yla Türkiye’yi terk ediyor. 19 Kasım günü de TBMM, Abdülmecid Efendi’yi, yalnız halife olarak seçti. Bu, İslam tarihinde bir ilktir. 15 aydan fazla sürecek hilafeti sırasında Abdülmecid Efendi Batı dilleri arasında Almancayı Fransızca kadar iyi bilen, Arapça ve Farsçayı öğrenen mükemmel bir edip, ressam, müzisyen bir kişilik olarak öne çıktı. Lakin saltanatın lağvını bir türlü kabul edememiş, hilafet ve saltanatın ayrılmasını da anlamamıştır…Gösterişli selamlık törenleri ve Ankara ile eskisinin aksine ihtilaflı konulara girişi, mali sıkıntıları için sürekli ek tahsisat talebi hoş karşılanmadı. Netice itibariyle 3 Mart’ta (1924) çıkarılan hilafetin lağvı ve sürgün kanunuyla kendisi İstanbul Valisi tarafından yüz yüze tebliğ edilen 24 saat içinde ülkeyi terk etmesi kararına uymak zorunda kaldı.” (İlber Ortaylı, Halifelik, başlıklı makalesi, Hürriyet 3 Mart 2019)
Konuya ilişkin yazı ve tartışmalar henüz bitmiş değildir; tersine, AKP iktidarları döneminde, İslamcı kesimde halifelik meselesinin yeniden irdelenip sorgulanmasını isteyen çok sayıda kalem erbabına rastlayabiliyoruz. Örneğin FETÖ hareketi tarafından 27 Şubat 2010 tarihinde Washington’da organize edilen “Yeni Türkiye; ABD için anlamı” başlıklı bir toplantı dikkat çekicidir. Amerikan İstihbarat Teşkilatı CIA’nin eski Türkiye istasyon şefi Graham Fuller, bu toplantının yöneticiliğini yapmış; konuşması arasında şu ifadeleri kullanmıştı. “Atatürk, Müslüman kimliğini bastırmıştır... Halifeliğin kaldırılışı, hataydı.” Belirtmek gerek: Fuller, ABD’de kurumları nezdinde Fethullah Gülen’e ülkesinde kefil olmuş birkaç ünlü şahsiyet arasında sayılır.
İslamcı kesimin tanınmış aydınlarından Yavuz Bahadıroğlu, Yeni Akit gazetesinde 30-31 Mart ve 1 Nisan 2015 tarihleri arasında yayımlanan üç makalesinde hilafeti kaldırma olayının ayrıntılarını ele almıştır. Bakalım: “Saltanat daha önce kaldırılmış, sıra hilafete gelmişti. O makamda şimdilik (Osmanlı Hanedanı mensubu veliaht sayılan-F.B.) Abdülmecid oturuyordu ve kısa bir süre önce Meclis tarafından seçilmişti. Halife Abdülmecid’le Ankara arasında ilk gerginlik biat töreninin hemen ardından yaşanıyor. TBMM Başkanı Mustafa Kemal Paşa’ya çektiği telgraf hazmedilemiyor. Çünkü Abdülmecid, yeni unvanını ‘Halife-i Resullullah Hadimü’l-Haremeyni’ş-Şerifeyn (Allah Resulü Halifesi ve İki Kutsal Mekânın Hizmetkârı) Abdülmecid bin Abdülaziz Han’ şeklinde yazmıştır. Vay efendim bu nasıl oluyor? ‘Abdülmecid bin Abdülaziz Han’ unvanını kullanarak Osmanlı saltanatına nasıl vurgu yapabiliyor? Böylece Ankara hükümeti ile Halife Abdülmecid, daha ilk günden karşı karşıya geliyorlar. Halife Abdülmecid’in Hilafet kurumuna ayrılan tahsisatın artırılmasını istemesi, yabancı elçileri kabul etmesi, hele hele tüm nişanlarını takarak Cuma selamlığına çıkması bardağı taşıran son damlalar oluyor. Bu arada Cumhuriyetin ilanı sonrasında Ankara ekibi arasında bir ihtilaf vücuda geliyor. Bu işin, Kâzım Karabekir gibi, Milli Mücadele’nin bazı önemli komutanlarına danışılmadan, danışma şöyle dursun, hatta haber dahi verilmeden, bir oldubitti şeklinde yapılması paşaları kızdırıyor. Bir çırpıda hem cumhuriyet ilân edilmiş, hem de Mustafa Kemal Paşa Cumhurbaşkanı seçilmiştir. Aslında her şey plânlanmış, saltanattan sonra hilafetin kaldırılmasına birlikte karar verilmiştir: Adım adım hedefe yürünüyor.”
Beklenen kanun teklifi, 3 Mart 1924 günü geliyor. Urfa Milletvekili Şeyh Saffet Efendi ile 53 milletvekili arkadaşı, TBMM Başkanlığına bir kanun teklifi vererek Hilafetin kaldırılmasını istiyorlar. “Türkiye Cumhuriyeti dâhilinde makamı hilâfetin vücudu Türkiye’yi dâhilî, harici siyasetinde iki başlı olmaktan kurtaramadı. İstiklâlinde ve hayatı milliyesinde müşareket (ortaklık) kabul etmiyen Türkiye’nin zahiren ve zımmen (görünüşte ve üstü örtülü biçimde) bile olsa ikiliğe tahammülü yoktur.” (Aktaran Bahadıroğlu, Hilafet Nasıl Kaldırıldı-2 başlıklı makalesi)
Konuşma sırasında Osmanlı Hanedanı, Türk imparatorluğunun inkiraz (yok olma) sebebi olarak gösterilmiştir. Hanedan’ın halifelik kisvesiyle Türk milletine ve milli varlığına etkin bir tehlike oluşturacağı da vurgulanmıştır.
Bahadıroğlu, “Hilafet Nasıl Kaldırıldı-3” isimli makalesinde isabetli bir saptama yapmıştır: “TBMM kürsüsünde halifeliğin kaldırılması tartışılması sırasında görüş birliği yoktur.” Gerçekten, Kazım Karabekir ve Rauf Orbay gibi Osmanlıcı ekip, başından beri padişahlık ve hilafet makamının kalmasından yanadır. Gümüşhane Milletvekili Zeki Bey, halifeliğin kaldırılmasına karşı (bilaperva: pervasızca, korkmadan) konuşma yaparken, parlamento sıralarından kendisine “Damat Feritçi, Cumhuriyet düşmanı” türünden sataşmalar oluyor. Onun ardından kürsüye çıkan Kastamonu Milletvekili Halit Bey, “Halifeyi kurtaracağız’ diyerek halkı milli mücadeleye kattıktan sonra, hilafeti kaldırmanın büyük bir tenakuz (çelişki) olduğunu” söylüyor. Halit Bey’in geçmişteki konumu önemlidir: 1921’de Sakarya Savaşı’nda 3. Kafkas Tümeni ve 30 Ağustos 1922’de Dumlupınar Meydan Muharebesi’nde 5. Kafkas Tümeni komutanlığı yapmıştır. 2 Eylül 1922’de Küçük Asya Ordusu Başkomutanı Yunanlı General Trikopis’i, 2. Kolordu Komutanı General Dijennis’i 13. Tümen Komutanı Albay Vandelis’i ve 39 Yunan subayı ile 4 bin 385 eri teslim almıştır.
T.C. Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Araştırma Merkezi Başkanlığı sitesindeki resmi bilgi şöyledir: “Saltanatın kaldırılmasına, cumhuriyetin ilânına karşın hiçbir gereği kalmayan halifelik, varlığını korumakta devam ediyordu. İstanbul’daki son halife de bu durumdan yararlanarak cumhuriyet rejimi karşısında ayrı bir kuvvetmiş görüntüsünü vermekten çekinmiyor, tantanalı törenler düzenliyor, devlet bütçesinden kendisine ayrılan ödeneği az görüyordu. Bu tutum, devrime karşı çevreleri kımıldanmaya yöneltiyor, bir kısım basın da halife yanlısı bir tutumun içine itiliyordu. Hâlbuki büyük özverilerle kurulan genç Türkiye Cumhuriyeti’ni her türlü tehlikeden korumak vazgeçilmez görevdi. Artık halife sorununun da kesin şekilde çözülmesi gerekiyordu. 3 Mart 1924 tarihinde çıkarılan bir yasayla hilâfet kaldırılarak son halife yurt dışına çıkarıldı. Halifeliğin kaldırılışıyla Türkiye Cumhuriyeti, lâiklik yolunda bir büyük adım daha attı; zira millî egemenliğe dayalı bir rejimde, çağdaş ve lâik devlet kavramında "halifeli cumhuriyet" söz konusu olamazdı…”
Bakabildiğim kadarıyla konu hakkında yazılan son iki yazıya değinmekte yarar var: İlki Türk tarih profesörü İlber Ortaylı’nın 3 Mart 2019 tarihli Hürriyet Pazar ekindeki “Halifelik” isimli yazısıdır. Yukarıdaki resmi görüşe yakın ifadeler kullanmıştır. Cumhuriyet yazarı Alev Coşkun ise laiklik düzleminde yorum yapmış: “O gün Meclis’te Halifelik Kurumu hukuken ortadan kaldırılıyordu. Kuşkusuz Halifeliğin eski deyimle ‘iptal ve ilga’ edilişi tek başına çok büyük bir devrimdir. Din devletinin yıkılışıdır. Şeriye ve Evkaf Vekâleti, kamuda alınan kararların şeriat kurallarına uygun olup olmadığını denetleyen, önemli bir kurumdu. Bu da kaldırıldı, eski deyimle ‘ilga’ edildi… TBMM oturumlarında bu yasalar konuşulurken, kendisi de bir hoca olan Şeriye Bakanı Seyit Bey, ‘İslam tarihinde çok büyük bir devrim yapıyoruz’ diyordu.” ( 3 Mart 1924- Din Devleti’nin yıkılması, 3 Mart 2019)
Kanaatim şudur: Halifelik unvanı, aslında ilk aşamada ilga (fesh) edilmemiş; 1922’de İngiliz gemileriyle Malta’ya (sürgüne) giden son padişah Vahdeddin’den alınmış; hanedan içi rekabetten ötürü Vahdeddin’in hiç hoşlanmadığı Abdülmecid’e verilmiştir. Meclis’teki konuşmalardan anladığım kadarıyla halifelik unvanı, 1924’te Abdülmecid’in elinden alınarak TBMM’nin kurumsal kimliğinde temsil edilmesi uygun görülmüş; yürütme yetkisi ise hükümete devredilmiştir. Urfa milletvekili ve din adamı Şeyh Saffet Efendi’nin şu sözleri anahtar ifadeler sayılabilir: “Hilafet, hükümet ve cumhuriyet mana ve mefhumunda esasen mündemiç (iç içe geçtiğinden) olduğundan, makam-ı hilâfet mülgadır (halifelik makamı kaldırılmıştır)…. Hükümet mâna ve vazifesinde ihdas edilmiş olduğundan dünyevi ve uhrevi bilcümle vazaifi mütevecciheyi ifa ile mükellef olan zamanı hazır Hükümatı İslâmiyesinin (kendisine tevcih edilen bütün vazifeleri yerine getirmekle yükümlü mevcut İslam Hükümeti yani TBMM hükümetinin-F.B.) yanında ayrıca bir hilâfetin gereği yoktur…”
Halifeliğin kaldırılmasının Arap ve İslam dünyasındaki yansımalarına bakalım: Hindistan merkezli Hilafet Komitesi, Kemalist yönetime bir telgraf çekip, alınan kararın gözden geçirilmesini rica etmiş. Hilafet boşluğunu fırsat bilen dokuz farklı ülke yöneticisi, “halife” unvanıyla anılmaya/çağrılmaya başlanmış: İngiltere denetimindeki Ürdün Haşimi Krallığı, Türk hükümetini “Müslümanlıktan çıkmak”la suçlayarak, halifeliğin simgesi sayılan “Kutsal Emanetlerin” peygamber soyundan gelenlere ( Haşimoğulları'na yani bir anlamda kendi krallığına) verilmesini istemiş. Hicaz Kralı Hüseyin (Şam’daki oğlu Faysal aracılığıyla), Fas Sultanı, Trablus’ta (Libya) İtalyan Kralı bunun için camilerde hutbe okutma ve kamuoyu oluşturma gayretine girmişler. Hicaz Kralı Şerif Hüseyin, bir adım öteye geçmiş: Top sesleri eşliğinde halifeliğini ilan etmiş ama muradına erememişti. Gel gelelim bu uğurda kavga ve rekabet bitmemişti.
O tarihlerde Arap dünyasındaki hilafet kavgasının ayrıntılarını, “Osmanoğulları'nın Son Padişahı Vahideddin Gurbet Cehenneminde” isimli kitapta bulduk. Yazarı, Vahdeddin’in yaveri ve olayın tanığı olan Tarık Mümtaz Göztepe’dir. Hatıra tarzında kaleme alınan kitap, ağdalı eski Türkçe kelime, deyim ve ibarelerle dolu. Kitap, günümüzde adı tartışmalara karışan ve her bakımdan Osmanlıcı diye bilinen Kadir Mısırlıoğlu’nun o devirde müdürlüğünü yaptığı Sebil Yayınevi tarafından 1968’de basılmış. Hilafet rekabetine ilişkin yaşanan bazı olayları, sadeleştirip özetleyerek aktarmak durumundayız. İngilizlerin desteğiyle Hicaz Kralı olan Şerif Hüseyin, Kemalist hükümetin halifeliği kaldırmasının ardından Malta’da yine İngiltere’nin koruması altında sürgün hayatı yaşayan Sultan Vahdeddin’i Hicaz’a (Mekke ve Medine’nin de bulunduğu gibi kutsal topraklara) davet etmişti. Eski padişah kararsızdı. Böyle bir ziyaretin getirisini hesaplıyordu. Bu arada Basra bölgesinin ileri gelen büyük eşraflarından Nâkipzade Talip Bey, padişaha bir uyarı mektubu yazmıştı. “Zatıâlinizin şahsında kutsal hilafet makamına abartılı biçimde saygı ve bağlılık gösterisinde bulunacak olan Kral Hüseyin, gerçekte halifelik unvanını eline geçirmeye iyiden iyi niyetlidir. Onun Şam’daki yönetici oğlu Faysal, babası adını, hutbelerinde zikredip duruyor…” Başka bir yazıda Nâkipzade Talip Bey üzerinde ayrıca duracağız. İngilizlerin ikna ve telkiniyle Hicaz ziyaretine gitmeye karar veren Vahdeddin, Barham isimli bir İngiliz zırhlısına binerek Süveyş Kanalı yoluyla Kahire’ye vardı. Hicaz Kralı Hüseyin, padişahın Kızıldeniz yoluyla kutsal topraklara ulaşabilmesi için Zemzem isimli bir yolcu gemisini kiraladı. Muhteşem İngiliz gemisinin yanında Zemzem pek sönük kalmıştı. Padişah açısından attan inip eşeğe binmiş gibi bir şeydi. Bu arada Yavuz Sultan Selim’den sonra sakal bırakmamış ikinci padişah unvanına sahip Vahdeddin, muhtemelen Mekke ile Medine’yi ziyaret etme hatırına Hicaz yolculuğunda sakal bırakmıştı… Kral Hüseyin şaşırtıcı ve bir kadar da abartılı bir karşılama töreni hazırlamıştı. Zemzem vapuru, ufukta göründüğünde açık sular zambuklar (manevra kabiliyeti yüksek büyük yelkenliler), Kızıldeniz’e mahsus kotralar, römorkör ve deniz motoruyla dolmuştu. Gemi Hicaz’ın liman şehri Cidde’nin önüne demirlediğinde Hicaz kralı gayet sade giyinmiş, adeta gelişigüzel bir cami imamı gibi kılığına bürünmüştü. Başına Hz. Peygamber sülalesinden olan şerif ve seyyid unvanlı kimselerin giydikleri sarık sarmış sırtına da bir imam cübbesi giymişti. Vahdeddin vapurdan çıkar çıkmaz yanına giderek eğilmiş; iki eliyle padişahın elini yakalamasıyla birlikte yüzüne gözüne sürerek öpmüş. Vahdeddin önde, Kral Hüseyin bir adım gerisinde yürümüşler. İkisi tekneden karaya ayak bastıklarında, deniz yüzünü doldurmuş yüzlerce yelkenliden karşılama törenine özgü tezahürat çığlıkları yükselmişti. Bunaltıcı toz duman ve sinek bulutu arasında Osmanlı ordusundan kalmış olan sahra topları yüz atımlık selamlama ateşine başlamışlar. İskelenin iki yanında çift keçeli bedevi muharipleri ve Hecin devesi süvarileri hazırol vaziyette bekliyorlarmış. İki gün bir gece süren Cidde-Mekke karayolu seyahatinde Vahdeddin’in rahat gidebilmesi için üç çeşit nakil aracı hazırlanmıştı: En iri ve kuvvetli bir deve üzerine kurulu bulunan, içinde kuştüyü yatak ve yastıklarla süslenen şutuf (deve sırtında çardak), Kahire’den özel olarak ısmarlanan atlı fayton ve tam donanımlı çok rahat tahtırevan. Vahdeddin, atlı faytonu tercih etmişti. Kral Hüseyin ile veliaht oğlu prens Ali, atlı olarak faytona eşlik ediyorlardı. Cidde-Mekke arasında mola verilen Bahra kasabası ticari faaliyetlerin (Uzakdoğulu ve Ortadoğulu bezirgânların rağbet ettikleri önemli bir ticari merkez olmakla birlikte çarşının tümü içerisi sinek ağılına benzeyen birkaç hasır kulübeden ibaretti. Ancak halifelik mirasını devralmaya kararlı Kral Hüseyin, önceden hazırladığı Selatin (Sultanlara layık) çadırlarını anında kurdurmayı başarmıştı. Bütün kapıları ve çatısı baştan başa sırma klaptanlı (ipek üzerine altın ve gümüş işlemeli) ayetlerle bezenmişti. Usta elinden çıkma nakışlarla süslenmiş kalın ve altın kaplama direkleri vardı has otağın. Bunların en ihtişamlısı Vahdeddin için hazırlanmış otağ idi. Kafile kasabaya inince padişahın ayağının dibinde kurbanlar kesildi; gürültülü patırtılı tezahürat başladı. Meşhur düğün sofralarının benzerleri kuruldu: Fıstıklı üzümlü pilavlar, tepsi tepsi baklavalar ve maklube denilen bol kaymaklı revanimsi tatlılar, Osmanlı saraylarının tuğralı ve armalı gümüş sofra takımlarına konularak Vahdeddin ve refakatindekilere ikram ediliyorlardı. Padişah, bol bol ayran içerek adeta rüya dolu bir gecenin sonunda mest oluvermişti. Mekke’de Kabê ziyaretini yaptıktan sonra Kral Hüseyin, kendisine ait sarayı padişaha tahsis etti. Karşılıklı saray ziyaretleri bu minval üzere sürdü. Halifeliğe bir kere göz koymuş olan Hicaz Kralı, işi şansa bırakmamak için veliaht oğlu Ali’yi Kahire’ye acele gönderdi. Maksat, Kemalist düzenden kaçan veya sürgüne giden ne kadar cumhuriyet karşıtı muhalif (muhafazakâr ve liberal) varsa, onların Mekke’ye gelmelerini sağlayıp Vahdeddin’in çevresinde toplamaktı Öyle de oldu. Eski şeyhülislamlardan Mustafa Sabri ve Dürrizade Abdullah ile eski İstanbul muhafızı Mustafa Natık Paşa bunlardandı. Kral Hüseyin, sayılan isimler ve benzeri yüksek mevki (ayan gibi) sahiplerine yüksek maaş bağlamaya; harçlık ve erzak vermeye başladı. Padişah Vahdeddin, Mekke’de kaldığı süre içinde cuma namazlarını onlarla birlikte Kâbe’de kılıyordu. Kral Hüseyin, bu münasebetle padişahı Cuma Selamlığı merasimiyle ve güya kendisi Vahdeddin’in maiyetinde bulunuyormuşçasına namaza katılıyordu. “Bu adamın bu derece kararlı ikramları, beni sıkmaya başladı. Allah vere de altından bir Çapanoğlu çıkmasın!” diye çevresine dert yanan padişahı, on beş gün süreyle çektiği ateşli humma hastalığı kurtardı. Bunu vesile eden Vahdeddin, havası daha serin, temiz ve sağlıklı olan Taif’e taşınmayı istedi. Kral Hüseyin, Taif’te ona maun ağacıyla kaplanmış, zevk ve zarafetle döşenmiş üç katlı bir köşk tahsis etti. Vahdeddin orada sağlığına kavuşurken, bir yandan da Hicaz Kralı tarafından adeta rehin alındığını hissetti. Nitekim öyle de olmuştu.
Kral Hüseyin, Vahdeddin’in kendi hükmettiği topraklarda ikamet etmesinden istifade ederek kafasına koyduğu halifelik unvanı için faaliyete geçti. Velihat oğlu Prens Abdullah’ın yönettiği Amman’a giderek, Suriye ve Filistin sınırına yakın Lût gölü çevresindeki Şune denen mevkide çadırlı karargâhını kurdu. Hz. İsa’nın yıkandığı Şeria ırmağının kutsal kıyılarında hilafet postuna oturmak suretiyle kendisine biat ettirme törenini burada düzenlemeyi planladı. Meryem’in İsa’ya hamile kaldığı büyülü ırmağın sularını izleyerek hilafet rüyası görüyordu. Rüyanın gerçeğe dönüşebilmesi için tanınmış sarıklı, cübbeli din adamına ihtiyaç vardı. Bir zamanlar Cemal Paşa tarafından Osmanlı'nın dördüncü ordu müftülüğüne tayin edilmiş Şeyh Abdülkadir Muzaffer, bu amaç için biçilmiş bir kaftandı. Propaganda gücü dinleyeni sarhoş edecek derecede etkiliydi. Şeyh Abdülkadir ayet, hadis ve benzeri söylemleri de kullanarak Suriye, Filistin ve Ürdün’de halk arasında Kral Hüseyin lehine propaganda yapmaya koyuldu. Plan, bir yere kadar sorunsuz devam etti. Ancak halk arasında yaygınlaşan planı, bölgenin iki önemli şahsiyeti daha duydu. Kudüs Müftüsü Hacı Emin el Hüseyni ile Dürzi meşrepli Osmanlıcı Adil Arslan. Hacı Emin, yaşadığı Kudüs’teki İslam din bilginlerini gizlice toplayarak bu meseleyi enine boyuna tartıştı. Şöyle bir karara varıldı: “Peygamberin de aynı soydan geldiği Kureyş kabilesi mensubu olmak, tek başına halife olmaya yetmez. Aslında Hicaz Kralı Hüseyin de hilafet makamına layık olmaktan uzaktır. Kral Hüseyin, niyetinde ısrarlı ve ciddiyse bir Hilafet Şurası oluşturur. Oradan çıkacak karar, kural ve şartlara tam anlamıyla uyabilirse ondan sonra kendisine biat edilmesi caizdir.” Vahdeddin’e gelince, rastlantı bu ya, Taif çevresinde Vahhabi ayaklanması başlamıştır. Şehir saldırı tehlikesi altındadır. Bu bahaneyle Vahdeddin ve refakatçileri bölgeden ayrılırlar. Böylece Kral Hüseyin’in padişahın onayıyla halifeliği alma hayali suya düşer. Hicaz Kralı, padişahı Cidde’den Malta’ya uğurlarken kendisinden hilafet konusunda bir söz ve teyit almak için son bir girişimde bulunur ancak Vahdeddin, ne tam “evet” ne de “hayır” der…
Hicaz Kralı’ndan sonra Mısır Kralı Fuad, benzer bir hayale kapıldı ve girişimde bulundu. Ancak o, ülkesinin halkı tarafından sevilen biri değildi. Ayrıca Türkiye’den kaçıp Kahire’ye sığınan onlarca Osmanlıcı muhalifin ( ki aralarında Şeyhülislamlar ve ayan üyeleri de vardı) sonradan toplumda yükselebileceğini ve dolayısıyla kendi hesabını bozabileceğini düşündü. Oraya da hükmeden İngilizler bu konuda fazla ısrar etmeyince Mısır Kralı, bu niyetinden vazgeçti. 2011’de Tunus’ta başlayıp günümüze kadar henüz durulmamış olan Mısır, Libya, Suriye, Yemen, Fas, Cezayir, Ürdün, Filistin ve Sudan’daki halk ayaklanmalarını istismar ederek ön plana çıkan Müslüman Kardeşler (Ihvan) hareketinin temsilcileri, hilafet hayalleri görüp duruyorlar. Ihvan hareketini koruyup kollayan, onları Türkiye’de konuk edip yönlendiren AKP lideri Recep Tayyip Erdoğan’ı İslam ümmetinin önderi, bir anlamda halifesi olarak düşünenler ve onu halifelik unvanına layık görenler de az değil. Şimdiki ortamı uygun bulan Osmanlı torunlarından bazılarının da gönlünden ve aklından halife olmak geçiyor. Günümüz Afganistan’ındaki Taliban lideri ile Irak merkezli IŞİD elebaşısı Bağdadi’nin halifelik iddialarını göz önünde bulundurursak hilafet oyunlarının niçin hâlâ bitmediği kolayca anlaşılabilir.