Lübnanlı Halil Cibran, yazar, ressam ve şair kimliğiyle dünya literatüründe yerini alıyor ve ona dair bilgilerin pek çoğunda bu öne çıkıyor. Ancak Cibran aynı zamanda göçmen bir yazar, 1895’te annesiyle birlikte ABD’ye göç ederek Boston’a yerleşiyor. İlk eserlerini Arapça, 1918 yılından sonraysa İngilizce yazıyor. Ona dair anlatılarda bu iki dil arasında kalışından da bahsediliyor. İngilizce yazması onun dünyada tanınan bir sima hâline gelmesini sağlasa da Cibran için de göçmenliğin getirdiği sorunların yaşamında belirleyici olduğu söylenebilir.
Cibran’ın yazısında teolojik izlerden bahsedilebilir ancak onun eleştirel bakışı yazarı tek başına buna indirgemeye izin vermez. Maalouf’un 'Ermiş' kitabı için yazdığı bir giriş yazısında belirttiği gibi: “Bu kitapta tutarlı ve sistematik bir felsefe ya da başlığın çağrıştırdığı üzere bir teoloji arayanların eli boş kalıyor.” Sadece 'Ermiş' de değil aslında 'Meczup'da da benzer bir durum var. Bu metinler üslup açısından Nietzsche’nin 'Böyle Buyurdu Zerdüşt'ünü anımsatıyor ki Cibran metinlerinde Nietzsche, William Blake gibi isimlerin etkisi olduğu, ona dair erişebildiğimiz bilgilerden.
ERMİŞ
Halil Cibran 'Ermiş'te, yurdundan ayrılmak üzere olan bir Ermiş’in, halkıyla son kez buluşmasına ve onların bahsetmesini istediği farklı konular hakkında konuşmasına yer verir. “Çünkü kalmak demek, saatler gecenin içinde yansa da donmak, kristalleşmek ve bir kalıbın içine hapsolmak demek” diyen Ermiş, gitme duygusunu içinde hisseder. Bu duygu onun için “elleriyle bedenini parçalamak” gibi bir anlam ifade etmektedir ancak “anılarındaki diyara ve içinde kabaran tutkuların meskenine duyduğun özlem derin; ne sevgimizle bağlayabilir ne de ihtiyaçlarımızla burada tutabiliriz seni. Lâkin bizi terk etmeden önce şudur dileğimiz, konuş ve hakikatini paylaş bizimle…” diyerek, etrafını saran halkını kıramaz ve son kez düşüncelerini paylaşır; evlilik, çocuklar, aşk, evler, suç ve ceza, bağışlama, yasalar, özgürlük, ölüm, zaman, iyilik-kötülük gibi konularda bilgece bir söylev verir.
KENDİNDEN VERMEK
Zengin bir insan, ondan bağışlamaktan söz etmesini istediğinde şöyle der Ermiş: “Sahip olduklarınızdan bağışladığınızda fazla bir şey bağışlamış sayılmazsınız. Yalnız kendinizden bağışladığınızda gerçekten bağışlamış olursunuz. Mal mülk dedikleriniz yarın ihtiyaç duyabileceğiniz korkusuyla alıkoyup koruduğunuz öteberiden başka nedir?”
İnsanın kendinden bağışlamasını olumlar Ermiş. Kendinden bağışlamak gerçekten seninle ilgili olandan vermektir. Bu, mal mülkten öte bir vermedir, ihtiyaç diye değil gönülden vermedir belki de... Devamında şöyle diyor Cibran: “Kimileri vardır, sahip oldukları çok malın azını verirler, bunu da şanları yürüsün diye yaparlar ve saklı arzuları bağışladıklarına leke sürer.” Burada sahte bir erdemlilik çabası yatar, bu bağışlama karşılıksız bir bağışlama değildir, gönülden gelmez varlıklının muhtaç üzerinden kendi “şanını” yürütmesini ve dikey bir hayırseverliği anımsatır ve kişi kendinden bağışlamanın epey uzağındadır. Bu durum yine Ermiş’in bahsettiği içi sızlayarak verenlerin de sahte erdemidir. Peki, bağışlamak nasıl olmalıdır?
“Bir de vermenin sızısını bilmeden veren, ne sevinç arayan ne erdem peşinde koşanlar vardır; Onlar ki, ötedeki mersin ağacının mis kokusunu havaya üflediği gibi dağıtırlar ellerindekini…” Bu, karşılıksız vermedir, böyle bir durumda veren herhangi bir çıkar gözetmediği gibi, sahte erdemliliğin peşine de düşmez. Ama bağışlamanın en güzeli şöyle olur: “İstendiğinde vermek güzeldir ancak istenmemişken, halden anlayıp vermek daha güzeldir…” Böyle bir bağışlama kendinden veren ile yardım alan arasındaki hiyerarşiyi belirsizleştirir, verenin sahte erdemlilik gösterisi yapmasına izin vermez. Halden anlamak, karşı tarafı ister konuma düşürmemek kıymetlidir çünkü Nietzsche’nin hatırlattığı gibi, “Acı çekeni acı çekerken gördüğümde, onun utancı yüzünden utandım; ve ona yardım ettiğimde de gururunu ağır bir biçimde yaraladım”(1) dememek anlamını taşır.
ELMALAR, NARLAR...
Cibran’ın 'Ermiş' kitabında dikkatimi çeken bir yan da doğanın varlıklarıyla kurulan ilişki. Mesela, “Yemeye İçmeye Dair” bahsinde, şöyle diyor:
“Ve bir elmayı dişlediğinizde ona şunu söyleyin içinizden,
Tohumların bedenimde yaşayacak,
Yarının tomurcukları kalbimde çiçeklenecek,
Güzel kokun nefesim olacak,
Her mevsimde birlikte bayram edeceğiz.”
Bu cümleler insanın doğayla karışmasının güzel bir ifadesi. Birbiriyle dönüşen, birbirini yaşatan, tohumları iç içe geçen, biri diğerini çiçeklendiren bir ortaklığın göstergesi; şimdilerde kaybettiğimiz, nesnenin ötesinde varlığını tahayyül edemediğimiz tüm o varlıkların birlikteliğinin hatırlatılması. Halil Cibran’ın anlatısında, bitkilerin ve hayvanların bilgeliğinin epey yer ettiği söylenebilir. Özellikle, 'Meczup' kitabında ot filizinden, köpeklere, tilkilere, nara, karıncalara söz verir yazar; onların bilgeliğini ortaya koymaya çalışırken bir anlamda seslerini anlatıya taşır ve doğanın kendi içinde türler arasında sürüp giden ilişkisini hatırlatır. Örneğin, “Nar” adlı anlatısında, nar tanelerinin hayalleriyle buluşturur okuru; nar tanelerinde biri dallarında kuşların şarkı söylediği bir ağaç olmayı hayal eder, bir diğeri ona eskiden kendisinin de böyle hayalleri olduğundan bahseder. Başka bir nar tanesi hiçbirinin parlak bir geleceğe sahip olamayacağını umutsuzca dile getirirken, bir diğeri o zaman hayatlarının hiçbir anlamı olmayacağını söyler. Beşincisi bilgece atılır ve şöyle der: “Daha ne olduğumuzu bilmezken ne diye ne olacağımızın kavgasını veriyoruz?” Nar tanelerinin diyalogu her türün kendince bir varlık-yokluk mücadelesi olduğunu düşündürürken biz de türümüzün kimim sorusunun yanıtını ararken yaşadığı varlık krizini ve bu sorunun peşinden kaybolup gidişini anımsarız.
YAŞAM VE ÖLÜM
Cibran 'Ermiş'te, ölümü yaşamla birlikte düşünüyor. Ölümü bilmek için önce yaşamın kıymetini bilmek gerekiyor çünkü ancak yaşamdan yana olan için ölümün bir anlamı olur.
“Ölümün sırrına ermek istersiniz. Ancak yaşamın kalbinde aramazsanız nasıl bulursunuz onu? Geceyle sınırlanmış gözleri gündüz kör olan bir baykuş ışığın gizemini ortaya çıkaramaz. Ölümün ruhunu karşınızda görmek istiyorsanız kalbinizi yaşamın bedenine açın ardına kadar. Yaşam ve ölüm birdir, nehrin ve denizin bir olması gibi.”
Yaşam ve ölümün iç içe olması birinin kıymetini bilmek için diğerinin farkında olmakla ilişkilenir. İnsanın yaşamı bu kadar olumlamasının ardında yatan da sonluluğa doğru hareket ettiğini düşünmesindendir belki. Bu bilgi ürkütür onu ve yaşamı ölüme çevirmesine de sebep olur. İnsan ölümünü yanında taşır. Ölüm gününün kesinliğinin olmaması onun yaşamını anlamsızlaştırır ama “bedeni yaşama açarsa" dünyadaki tüm yaşamların değerini bilmeyi de başarabilir. Böyle bir durumda yaşam, yaşadım diyebilmeyi, onun coşkusunu hissetmeyi getirir. Sadece ölümü düşünmek iç burkar ama onu yaşamla birlikte düşündüğünüzde, onun bir parçası kıldığınızda belki de Cibran’ın söylediği, “nehrin ve denizin bir olduğu gibi” tahayyül ettiğinizde, aynı akışın parçası olarak düşündüğünüzde, ölümün de anlamı değişebilir ve bu yaşamı da yaşanır kılar. Cibran’a kulak verirsek böyle bir durumda şu olur: “Ümitlerinizin ve arzularınızın derinliklerinde yatar hayatın ötesinde olana dair sessiz bilginiz; Kar altında hayallere dalmış tohumlar gibi baharın hayalini kurar kalbiniz. Güvenin düşlere, sonsuzluğun kapısı onlarda saklıdır.”
Ölümü yaşamla birlikte düşünmek (bunu daha çok doğal ölümle ilişkilendirdiğimizi söyleyelim) belki onu mezarlıkta gülerek karşılamaya neden olabilir. Cibran’ın 'Meczup' kitabındaki “Mezarcı” anlatısı bunu anımsatıyor: “Bir keresinde, ölü benliklerimden birini toprağa verirken mezarcı yanıma geldi ve bana şöyle dedi: ‘Cenaze için gelenler arasında bir tek sana kanım ısındı.’ ‘Beni çok mutlu ettiniz,’ dedim, ‘ancak neden kanınız ısındı ki bana?’ ‘Çünkü’ dedi, ‘başkaları gözü yaşlı gelip gözü yaşlı gider buradan. Bir tek sen güle güle gelip güle güle gidiyorsun.”
Ölümü gülerek karşılamak zor elbette ama yaşamın bilgeliğine erişmişsen, onu başkasına dar etmemişsen, kötülüğe, eşitsizliğe direnmiş, her varlığın hakkını kim ve ne olduğuna bakmadan savunmuşsan, ölüm bir yandan huzur da getirebilir insana...
Halil Cibran’ın 'Ermiş' ve 'Meczup' adlı kitapları, Can Yayınları tarafından Emrah Serdan çevirisiyle tekrar basıldı. Cibran klasikleri arasında önemli yeri olan bu iki kitap, okuru onun düşüncesiyle buluştururken hakkında kafa yoracak pek çok konuyla karşılaştırıyor. Cibran üzerine çalışılması gereken yazarlardan olduğunu düşünüyorum. Özellikle Avrupa Avangard hareketiyle ilişkisi, göçmenliği ve kendini ifade edebilmek için anadilinden çok İngilizce yazmış bir yazar olması bana kalırsa onun hakkında araştırılması gereken epey şey olduğunu gösteriyor. Ne yazık ki kısa sürede yaptığım araştırmada, yazar hakkında bu merak ettiğim konulara dair kısa notlar dışında çok fazla bilgiye ulaşamadım. Umarım önümüzdeki zamanlarda Cibran’ın yazarlığına, yaşamına ve ressamlığına dair daha fazla bilgi sahibi olabiliriz.
- Nietzsche, F. (2011), “Böyle Buyurdu Zerdüşt”, s. 108, (Çev. Ahmet Cemal), İstanbul: Pinhan Yayıncılık.