Halit Kıvanç: Türkiye’nin ömürlük sesi, Türkçe’nin sivil neşesi
Dinleyicisiyle gülen dinleyicisiyle ağlayan bu gümüş saçlı adam, bir ömür o çelik kadife (saçlarının gümüşü gibi parlak ve metalik ama empatinin kadifesinin kaygan yumuşaklığındaki) sesine bir kimlikler kataloğu bina etmiş; spor, öncelikle de futbol sayesinde ülkenin en zorlu, hiperpolitik ve hiperresmîideolojik dönemlerinde de sivil söylemini muhafaza etmiş, Türkçe’nin en güzel tınılarından birini duyurmuştur kuşaklar boyunca Türkiye toplumuna, Türkçe toplumuna.
Mithatpaşa Stadyumu’yla ilgili anılarım çok. Babam, abimle benim kolej taksitlerimizi ödeyebilmek ve annemi de flört döneminde söz verdiği refah düzeyine yakın şartlarda yaşatmak için hafta sonları da çalışırdı. Mithatpaşa Stadyumu’nun M kapısında görevli olarak dururdu. Kontrolör diye fiyakalı bir ismi vardı yaptığı işin, o yıllarda yer göstericilere de (stadyumda ya da sinemada, tiyatroda, fark etmez) numaratör denirdi. Havalar ısındı mı annem bizi elimizden tutar maça götürürdü. Numaralı tribüne girilen M kapısından içeri alınırdık babam tarafından ki şeref tribünü ve basın tribünü de numaralı tribüne içrekti. Eh, o kadar da havası olsundu babamızın. Aile servetini daha biz doğmadan Beyoğlu’nda yediği sıralardaki kadar olmasa da. Gerçi, bizi de hiçbir şeyden mahrum etmemiştir çocukluğumuzda. Özlüyorum onu.
Havalar soğukken maça götürülmezdik. Artık bir futbol hastası olmuş annem, maçları radyodan dinlerdi o zaman. Haliyle biz de. Elinde bir de kitap olurdu annemin. Bir yandan da okurdu yani. Anılarımdaki o görüntüde elindeki kitap Goethe’nin Genç Werther’in Acıları. Kışın maç akşamları, babam 20-30 tane stadyum spesiyalitesi kıymalı ya da peynirli pofidik, yuvarlak kır pidesini yüklenmiş gelirdi. Annem komşulara gönderirdi bir kısmını. O akşam çay ve kır pidesinden müteşekkil olurdu akşam yemeğimiz. Ve eğer Fenerbahçe kaybetmiş de, babam kulakları kızarmış halde (öfkeden mi soğuktan mı) eve girer girmez koltuğuna çöküp birkaç saatlik sessizliğe gömülmemişse, sofrada heyecanla maç konuşulurdu.
Ali Sami Yen Stadyumu ile ilgili anılarım ise azdır. Evimize görece daha uzak olduğu için babam o gün işbaşında olsa da, oradaki maçlara gitmezdik, götürülmezdik. 20 Aralık 1964’te, Ali Sami Yen StadyumundaTürkiye-Bulgaristan milli maçının başlamasına az kala, nedense, komşumuz Kadriye Hanımteyzeler’deydik. Kadriye Hanımteyze, terziydi. Üç çocuk okutuyordu üniversite çağında. Üç şahane evlat yetiştirdi. Suna, Mete, Mutsel. Üçü de 60’ların renk tayfında bir yere konumlanmıştır. Suna ile Mutsel’i Londra’ya gezmeye bile gönderdi dikiş dikerek. Halit Kıvanç’a güven ve sempatim o gün orada o saatlerde oluştu işte. Daha geniş bir ifadeyle söyleyecek olursam Halit Kıvanç gerçekliği ile o gün tanıştım. Güvenilir ve iyi kalpliydi o ilk anda. Sonra yıllar içinde sevgi, saygı, hayranlık eklendi ona, gözümde. Türkiye medyasının abidesidir Halit Kıvanç… Pirüpak bir meslek büyüğümdür de…
20 Aralık 1964 günü öğle sonrasında oynanacak Türkiye-Bulgaristan maçıyla Ali Sami Yen Stadı uzun bir tadilatın ardından yeniden açılıyordu. Maça kısa bir süre kala, tribün arkasındaki koridora yerleşik bir büfede (kır pideleri) çıkan küçük bir yangın, tribünde kargaşa ve paniğe neden oluyor, yangına yakın olan arka sıralardaki seyircilerin ön tarafa yüklenmesi ile oluşan basınçla demir tırabzan ya da korkuluklar (her iki sözcük de kullanılabilir burada) yerinden sökülüyor ve ön sıralardan başlayarak seyirciler alttaki insanların üstüne ya da betona dökülmeye başlıyor. Olayın hemen ardından durumu (belki de stadyum tadilatının müteahhiti Kemal Uzan’ı) kurtarmak için (bu tam bir Türkiye durumudur) valilik devreye giriyor ve 1 kişinin ölümü 80 kişinin yaralanmasıyla sonuçlanan olayı hafifseyen bir bildiri kaleme alıp okunması için maçı anlatacak spiker olan Halit Kıvanç’a ulaştırıyor. Ama Halit Kıvanç bunu reddediyor ve bildiri stadyumdan değil radyoevinden bir başkası tarafından okunuyor.
Gel de bunun küçük, hafife alınacak bir olay olduğunu anneme anlat ama o sırada. Ağlıyor hıçkıra hıçkıra. Mecidiyeköy’e gitmeye kalkışıyor. Kadriye Hanımteyze’ye bırakacak bizi. Biz de ağlamaklıyız. Kadriye Hanımteyze annemi yatıştırmaya çalışırken, Halit Kıvanç, her şeye rağmen oynanacak olan maça dakikalar kala konuşmaya başlıyor. İlk o gün kulak kesiliyorum ona. Çok üzgün. Hissediyorum. Ne abartarak ne hafifseyerek olayı bir de o anlatıyor. Stadyum kapıları kapalıymış, seyirci sakinmiş şimdi, maç başlayacakmış, lütfen stadyumda bulunanların yakınları yollara düşmesinmiş. Neyse ki olay bir felakete dönüşmemiş.
Annem ve biz babam gelene kadar Kadriye Hanımteyzeler’de oturacağız. Annem sigara yakıyor, Kadriye Hanımteyze bize çikolata tutacak bir kez daha. (Biz şekerlikte çikolata olduğunu bilip, imrenip, yine de tutulmadan almaya yeltenmeyen çocuk kuşağıydık. Çikolatanın zararlı olduğuna dair bir iddia dolaşımda değildi henüz ama mütevazı evlerde iktisadi bir kuraldı bu. Geçelim, bu o günlerin gündelik Çin işkencesini de.) Annemin, Halit Kıvanç konuşmaya başladıktan sonra sakinleştiğini, artık ağlamadığını fark ediyorum. Kadriye Hanımteyze de “Bak, Halit Kıvanç olayın aslını astarını anlattı” diyor. Annem, babamın maç başlamadan kapıdaki yerini terk etmeyeceğini biliyor elbette. Olay anında o tribünde olmuş olamaz. Böyle konuşuyorlar. Annemin sakinleşmesinin asıl sebebinin, Halit Kıvanç’ın o sırada radyodan gelen devletdışı, sivil söylemi olduğunu yıllar sonra anlayacağım. Halit Kıvanç’a güveniyor annem, ben de güveniyorum, müteşekkirim. Hâlâ. Bugün de. Ne çok şey katmıştır hayatıma. Ne çok şey katmıştır hayatlarımıza.
Dinleyicisiyle gülen dinleyicisiyle ağlayan bu gümüş saçlı adam, bir ömür o çelik kadife (saçlarının gümüşü gibi parlak ve metalik ama empatinin kadifesinin kaygan yumuşaklığındaki) sesine bir kimlikler kataloğu bina etmiş; spor, öncelikle de futbol sayesinde ülkenin en zorlu, hiperpolitik ve hiperresmîideolojik dönemlerinde de sivil söylemini muhafaza etmiş, Türkçe’nin en güzel tınılarından birini duyurmuştur kuşaklar boyunca Türkiye toplumuna, Türkçe toplumuna.
Yıllarca, ne zaman Mithatpaşa Stadyumu’na gitsem, bir bakış vektörüm (çocuk bakışı, kolayca ve sıkça ötelenen ve çoğunca spontane meraktan doğan bir kuvvet uygulayımıdır) sahayı tararken, sık sık bir ikinci vektör de basın tribününün tepesindeki camekânı deler geçerdi. Halit Kıvanç’ı orada görmeye çabalardım. Çünkü maç benim için aynı zamanda ses, aynı zamanda bir öykülemeydi. Öyle de kalmıştır. Halit Kıvanç yüzünden. Halit Kıvanç maç öykülemeciliği yüzünden. (Evet, Halit Kıvanç sadece maç anlatmakla kalmaz, sahada gördüklerini handiyse doğaçlama bir epik öyküye dönüştürür, futbol terminoloji ve söyleminiestetik ve edebibir metne tercüme eder, maçı simultane olarak kurgusallaştırırdı. Gerçeklikten kopmadan ve Fenerbahçe aşkına rağmen tarafgirlik yapmadan başarırdı bunu.)
Halit Kıvanç, 1925 yılında İstanbul’da doğdu. Ortaöğrenimini Pertevniyal Lisesi’nde gördü. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni bitirdi. Siirt, Kozluk’ta (Kürtçe ismi Hazo) hâkim olarak göreve başladı. Ama hukuk kariyeri daha başında bitecekti. Hâkimlikten ayrılmasını şöyle anlatıyor Halit Kıvanç, Socrates dergisinde İnan Özdemir’e: “Hazo o dönem yasak bölgeydi. Memnu mıntıka deniliyordu. Ve ben ilk hâkimim orada. Bir de bir kaymakam vardı. Elektrik yok, iki-üç telefon var. Çocuklar Kürtçe konuşuyor. Orada Haydarpaşa Lisesi’nden mezun biri vardı, bana yardım ederdi. Dükkân yok, hiçbir şey yok. Kasaba ilan etmişler, ilçe yapmışlar ama bir ben varım, bir de kaymakam. Ve baktım, evime gelemiyorum. Otobüs bir yere gidiyor, sonra inip üç-dört saat katır sırtında ilerliyorsunuz. At çok nazik hayvan, o dağ yolunda yere düşüyorlar. Yola 10 at çıkıyorsa 6-7 tanesi orada kalıyor. Atlar o vaziyette yani. E, lokanta yok. Ev sahibi süt yolluyor, sütle yapılan şeyler yolluyor. İki sene stajımı yapmışım. Suç yok, hırsızlık falan yapan yok. Radyo yok doğru düzgün. Hayat hakkın yok. İki kişide radyo var, o da pili biterse gidiyor. Ve ben izin istedim. Annem İstanbul’da. Bir yıl geçmeden izin vermeyeceklerini söylediler. Ben de bastım istifayı, çıktım. Neredeyse bin kişi vilayete kadar beni uğurladı. Oradan Ankara’ya geldim.” Halit Kıvanç, ancak 50 yıl sonra bir kez daha Kozlu’ya gidecek ve bazı dükkânların duvarında kendi fotoğrafını görecektir. Çerçevelenmiş fotoğrafların üzerinde Hâkim Omina (Bizim Hâkim) ibaresi vardır. Böyle de bir gençmiş işte bizim hâkim Halit Kıvanç.
Halit Kıvanç, Türkiye toplumu nezdinde öncelikle ses olsa da, onun ilk aşkı yazıydı. Daha hukuk okuduğu yıllarda gözü Babıâli’deydi. Yazı yazmak, yayımlamak istiyordu. Öncelikle de neşeli mizah ve spor yazıları. İlk mizah yazıları Yusuf Ziya Ortaç’ın sahibi olduğu dönemin etkili dergisi Akbaba’da henüz öğrenciyken yayımlanır. Yolu 1945 yılında, hayranı olduğu ve hem yazılarını hem radyodaki maç sunumlarını kaçırmadığı Eşref Şefik’in başyazar olduğu Şut dergisine düşer ve işe alınır. Kısa sürede derginin sevilen yazarlarından biri olur.
Halit Kıvanç ömrü boyunca bir yandan da yazı erbabı kalmıştır. Sunuculuk ve maç öykülemeciliği yapmaya başladığında Türkçe’nin gramerine ve diksiyonuna gösterdiği özende yazı erbaplığının etkisi olmuş olmalı.
1953 yılında Alp Zirek ve Halit Talayer ile Türkiye’nin ilk günlük spor gazetesi Türkspor’u çıkaran Halit Kıvanç, Hürriyet, Tercüman, Güneş’in yanı sıra en uzun süre Milliyet gazetesinde çalıştı. Ben de en uzun süre Milliyet gazetesinde çalışmışımdır. 1997-2004 arasında ve o yıllarda da Halit Kıvanç efsanesi hâlâ Milliyet binasında dolaşımdaydı. 2000’li yılların ilk yarısında Milliyet yönetimi, gazetenin unutulmaya yüz tutmuş bir geleneğini yeniden canlandırma kararı aldı. Yaz aylarında gazetenin yazarları gruplar halinde etap etap ülkeyi dolaşıyor, onlardan önce yola çıkmış olan bir tır’ın park ettiği kent meydanlarında halkla buluşuyor, dert dinliyordu. (Bazılarımız halktan önce şehrin mülki erkânını ziyaret etmeyi, propaganda dinlemeyi, birbirlerini ağırlamayı borç bilirdi. Neyse…) Benim için gazeteciliğimin en güzel anılarındandır bu yolculuklar. Bizim Milliyet Tır’ı diye andığımız bu kampanyanın esas ismi Milliyet Kervanı’ydı ve meğer bunun fikir babası da isim babası da Halit Kıvanç’mış. Bunu da Azer Bortaçina’nın Halit Kıvanç ile söyleşisinden öğrendim. Belli ki, halkçılık ve sivillik, meslek hayatının büyük bölümü kendisi gibi yazı, medya, futbol, spor ve popüler sanat şöhretlerinin (celebrity) arasında geçen bu adamın hamurunda varmış. Sık rastlıyorum bunun işaretlerine.
Halit Kıvanç, radyo ve televizyondaki sunuculuk, maç öykülemeciliği, spor spikerliği ve daha birçok başka sözel ve görsel uğraşla edindiği şöhret ve kurumsallığın doruğundayken de kâğıt ve mürekkepten kopmadı. Belki de esas aşkı buydu. (Yine Roland Barthes’ın o müthiş formülünü hatırladım: “Hayatım boyunca milyonlarca bedene rastlıyorum; bu milyonların arasından sadece birkaç yüz tanesini arzulayabilirim; bu yüzlercenin arasından ama sadece birine âşık olurum. Aşkımın hedefi olan Öteki, bana arzumun özgünlüğünü tanımlar.”) Bir ömür boyunca yazmayı ve bazen de çevirmeyi bırakmadı Halit Kıvanç. Mizah yazıları ise, ilk aşkının her dem hevesle yerleştiği vuslat yatağıydı. Hep öyle neşeli yazdı. Dille oynamayı da seviyordu. Bir dönem metnini René Goscinny'nin yazdığı, resimlemesini de Albert Uderzo'nun yaptığı Galyalı Asteriks’in çizgi maceralarını Türkçeleştirdi. (Ne âlâka demeyin. Neşe, neşe. Neşe istidadı bu ya da istidadın neşesi.) Bu çizgi romanın kahramanlarına bulduğu isimler onun ürettiği unutulmaz işlerdendir: Hopdediks, Toptoriks, Dertsiziks.
Halit Kıvanç’ın çoktan Türkiye’nin en sevilen insanlarından biri olmuş olduğu 60’lar, bizlerin sınıflarımızda Yerli Malları Haftası’nı kutladığımız, Ege’nin inciri, Malatya’nın kayısısı, Bursa’nın şeftalisi ile gurur duyduğumuz, bir avuç kuru üzüme hayranlıkla baktığımız yıllardı. Şöyle de şeyler vardı tabii: Mesela turist olarak Avrupa’ya bazı dönemlerde bir yılda, bazı dönemlerdeyse iki yılda bir gidilebilir, sadece belli bir miktar dövizle ülke dışına çıkılabilir, ama toplumumuz buna da çare bulur, erkeklerin pantolon kemerleri sökülür, arasına banknotlar gizlendikten sonra kunduracıya diktirilirdi. Yani önü sonu içine görece daha kapalı bir ülkeydi Türkiyemiz.
O yıllarda işte, spor, daha doğrusu ve öncelikle futbol, dışa açılmanın ve dışı içermenin en popüler ve bildik yoluydu. Sık sık dünyanın bir ucundaki maçları toplumumuza öykülemek için yollara düşen Halit Kıvanç, bize dünyanın bütünlüğünü, bütünselliğini kanıtlardı sanki. Dünyanın Marshall McLuhan’a nazire ile global bir stadyum olduğunun ayaklı kanıtı gibiydi, o uzak ülkelerde olanı biteni (o sırada olan biten bir maç ya da bir turnuvadır) bize öyküleyen, konuşkan bir globe-trotter (dünya gezgini).
Ama zaten futbolun da en önemli ve olumlu işlevlerinden (etkilerinden) biri de budur bence.
Hangi kitabında okudum, nerede yazmıştı bunu hatırlamıyorum, ama Walter Benjamin’in şöyle bir iddiası var (olmalı): Futbolu düzenli ve dikkatli biçimde izlemenin insana belirli bir konuyu süreç içinde, gün be gün takip etme yetisini, olup bitenlerden haberdar olma isteğini ve alışkanlığını kazandırdığını, kazandırabileceğini söyler Benjamin. Futbol taraftarı özel alanının dışında, kendi gündelik, sıradan ihtiyaçlarıyla doğrudan ilintisi olmayan bir yapının bütün edimlerini, diğer benzeri yapılarla ilişkisini yakından izleyecek, kendisine yakın olan, belki semtinin, belki de şehrinin takımının daha iyiye gidebilmesi için kafa yoracaktır. Burada, buradan kazanacağı alışkanlıklarını başka alanlara taşıması da muhtemeldir. Mealen böyle söylüyor yani Benjamin. Tam alıntılayamadım belki, şu an kaynağını da veremiyorum. Neyse bunları söylemiş olmalı, söylemiştir Benjamin. Söylemediyse de söylerdi diye düşünüyorum.
Thomas Mann’ın Lottein Weimar romanında sık sık konuşturduğu, romanın kahramanı yaptığı Goethe’nin ağzına yerleştirdiği kimi ifadelerini Nürnberg Mahkemeleri’ndeki müttefik kuvvetler savcısı, Alman halkını suçladığı iddianamesini desteklemek için Goethe’nin kendi sözleri olarak kullanır. Ancak daha sonra bunları Goethe’nin söylemediği, bu lafları Thomas Mann’ın Goethe’ye kurgusal olarak söylettirdiği ortaya çıkarılır bir gazeteci tarafından. Thomas Mann’a bu lafları kendisinin mi yazdığı yoksa Goethe’nin sahiden söylemiş mi olduğu sorulduğunda Thomas Mann, “Goethe bunları söylemiş midir bilmiyorum, ama söylemediyse de söylerdi” diye cevaplar bu soruyu. Bunun gibi bir şey işte, benim yukarıdaki Benjamin tezine ilişkin söylediğim de.
Bu arada iddia oynayan milliyetçi, dahası zenofobik bir takım insanların kendilerini normalde düşman hissettikleri, hissedecekleri birtakım memleketlerin futbol takımlarının kadrolarını mahallelerinin takımıymışçasına ezbere saymaları, kendilerini o takımlara ya da o takımlardaki bir oyuncuya müteşekkir hissetmeleri, uzak bir ülkedeki bir futbolcunun sakatlanması durumunda karalar bağlamaları, hep ilgimi çekmiş ve bunun o insanların ideolojisi ve psikolojisi üzerindeki olası etkisini düşünmüşümdür.
Her halükârda, nereden bakarsanız bakın, Halit Kıvanç bu toplumun bir dizi kuşağının ilgi ve bilgi düzeyinde de olsa dış dünyaya açılışında, dış dünyayla barışmasında, kendini eşitlemesinde bir rehber işlevine sahipti.
Halit Kıvanç, bir ömür boyu öyle çok üretti, öyle çok yazdı, öyle çok konuştu ki hangi birinden bahsetmem gerektiğine karar veremiyorum. Zaten yaptıklarının birçoğu Türkiye toplumunun geniş bir kesiminin hafızasında olmalıdır. Ve bütün bunları yaparken, hep neşeli, hep güleç, hep heyecanlı ve hep sakindir. Hangi fotoğrafına baksam, hep o yakışıklı, her dem gümüşî saçlı güleç adam. Öyle bir kalıcılık halinde, tavrında, görünüşünde. Bir Halit Kıvanç kalıcılığı… Adı nasıl yakışıyor, Halit, anlamı: Hâli, şekli ve sûreti bozulmayan, değişmeyen, aslî durumu ve şekliyle devam eden…
Ve bütün bu iş yoğunluğunun ortasında Bülbin Hanım ile 1955 yılından beri süren sevgi dolu hayat arkadaşlığı…
Birbirine çok yakın ya da çok uzak ama birbiriyle ilişkili insanların isimlerinin tınılarını karşılaştırmak roman, öykü yazarken edindiğim bir alışkanlıktır. Volkan’ın Romanı adlı kitabımda İsimlerin Tınıları diye bir bölüm vardır. Hilmi ile Volkan ve Murat ile Umut adlarında iki baba oğulun isimlerinin tınılarını karşılaştırırım o bölümde ve anlatırım…
Şimdi bu portre yazımda da Halit ile Ümit isimleri mevzubahistir…
Çünkü kıymetlimiz Halit Kıvanç, kıymetlimiz yazar ve belgeselci Ümit Kıvanç’ın babasıdır.
Halit ile Ümit: Ne kadar da yakın tınlıyor.
Ve sahi sesleri de ne kadar benzer bu baba oğulun…