Seren Yüce’nin 2010 yılında çektiği Çoğunluk’u gördüğümde
çarpılmıştım. Aslında bilegeldiğimiz, göregeldiğimiz,
yaşayageldiğimiz hayatların, görmekten, duymaktan, bilmekten
kaçınma imtiyazını kullanarak kaçındığımız gerçekliğini
göstermişti. Benzer bir duyguyu, Çoğunluk’un içeriği ile ilişkili
bir bağlamda “sözleşme” metaforu ile anlatan Barış Ünlü’nün Türklük
Sözleşmesi eserini okuduktan sonra da yaşamıştım. Göz önünde
yaşananı, bilmekten, görmekten, duymaktan kaçınma jestiyle dahil
olduğunuz bir sözleşmenin karşılığında birçok imtiyazı kullanabilir
hale geldiğinizi kavramının bir aracı olarak inşa etmişti Ünlü
sözleşme kavramını. Seren Yüce’nin Çoğunluk'ta kullandığı çok
sayıda metaforu da böyle düşünmek mümkün. Çoğu zaman görülmeyen,
görünmez olan, görünmez olması gereken insanlara karşı, cezasız
kalacağı açık olarak girişilecek eylemlerin sınırı sürekli üzerinde
denenen insanlara karşı bir yakınlık, duygudaşlık, ortaklık
hissetmeniz durumunda ise imtiyazlarınız askıya alınıyor, bazen de
büyük oradan sözleşmeden çıkmanın bedeline katlanıyorsunuz. Daha
iki gün önce gencecik bir insanın sokak ortasında polis tarafından
göğsünden vurulmasına tanık olduk, hep birlikte, herkes olarak.
Halkın bir kesiminden miydi? “Haber” organlarında “ama Suriyeli”,
dercesine verildi, evet okudum, gördüm bunu. Birkaç gün içinde,
eşcinsellik Diyanet İşleri Başkanlığı denen tuhaf kurumun laik
devlette fetva veren başkanı tarafından; sapıklık, hastalık,
salgınlara yol açma ile suçlandı. Ankara ve Diyarbakır Baroları,
laik devletin fetvacı memurunu anayasanın hükümlerine uymaya
çağırdığında, Cumhurbaşkanı Sözcüsü İbrahim Kalın, ilahi hükmün
dile geldiğini söyledi. Adalet Bakanı tivit attı, savcılar
soruşturma başlattı. Kim hakkında? Bu soruşturmalar, elbette sadece
barolar hakkında değil, yine halkın bir kesimine yönelik. Peki kim
bu halkın bir kesimi?
HALKIN BİR KESİMİNİN SUÇU
‘Çoğunluk’, çoğumuz ve okurun pek çoğu geçirdikleri ömürde,
çocukken ailesinde, okulda, yetişkinliğinde bulunduğu ortamlarda
içinde Türkiye’deki azınlıkların sayıldığı birçok küfre tanık
olmuştur. İçinde Alevi, Ermeni, Yahudi, Kürt, Rum, Çingene,
komünist, eşcinsel geçen ve hiçbiri onlar hakkında olmayan ama
onlarla tanımlanan küfürler. Bu küfürlerle sınırlı kalmaz
deneyimlerimiz, bilinmeyen dilde konuştukları için öldüresiye
dövülenlere, giydiği kıyafet tutmadığı oruç nedeniyle işkence
görenlere, inandığı gerçekliği dile getirdikleri için ve
“çoğunluktan” olmadıkları için öldürülenlere tanıklık ettik.
Çocukluğumuzdaki küfürlerin aracı olan sözcüklerle cinayetler,
işkenceler, pogromlar arasında çok az içsel ve içten bağlantı
kurduk. Halkın bir kesiminin bir kesimine karşı işlediği suçlar
vardı. Hespi de meşhur kanunlar. Örneğin bir sosyal sınıfın başka
bir sosyal sınıf üzerindeki tahakkümünü eleştirdiğinizde, TCK
141-142 devreye girerdi eskiden. Çünkü bir sosyal sınıfının başka
bir sosyal sınıfı öldüresiye sömürmesinin devam etmesi gerekiyordu.
Atıf Yılmaz’ın, Kibar Feyzo filmindeki, ağa tarafından marabayı
nankörlükle suçlamak için kullanılan o mükemmel “141-142 başsınız”
metaforunu nasıl anmayalım hâlâ. Bugün, sevgili Hrant Dink’in
öldürülmesinin aracı olan 301'inci maddeyi, TMK’nin 7/2’inci
maddelerini, cezalandırmanın siyasi bir tahakkümün hukuki form
içinde nasıl kullanıldığını bu şiddetle yaşadıkça.
Türkiye’de “çoğunluk” da her zaman başka bir azınlığın parçası.
Ülkeyi krizden krize sürükleyen ve krizlerin içinde iktidarını
konsolide etmek için toplumu sert sınırlarla ayrıştıran yeni rejim
içinde bu durumun kristalize olduğunu daha açık görüyoruz. Bu
nedenle de nefrette birleşmek, hele ki “çoğunluğun” din kadar
kudretli bir sosyal gerçeklikle ilişkisi düşünüldüğünde, din
temelinde kurulan bir nefrette birleşmenin iktidar stratejisi
bakımından önemini kavramak kolay. Peki bizler açısından bir
strateji var mı? Hep bir kısmımıza yönelen, bir parçamızı yaralayan
öldüren bu söylemin dışına çıkarak seslenebilmenin koşulu var mı?
Hukuk formu diyeceksiniz, elbette doğru bir argümantasyon ile hukuk
formu bir araç her zaman. Fakat, hukuk formunun iktidar tarafından
kendi stratejisinin aracı kılındığı anda karşı karşıya gelen
argümanların önemi kalmıyor. Siyasal birliğin formunun temel biçimi
olarak tanınmış laiklik dururken Ali Erbaş’ın nefret içeren
açıklamaları ve İbrahim Kalın’ın “ilahi hüküm” yorumuna laik
devlette ilah kimdir sorusunu soranların bile soruşturmaya
uğradığını görüyoruz. Çünkü Ali Erbaş da yargının cezalandırma
aracı olarak kullanılması kadar iktidarın stratejisinin bir
parçası.
HALKIN BİR KESİMİNİN POLİTİKASI
Hukuksal olan ile siyasal olanın sınırlarında olan anayasal bir
politika, belki bizler açısından temel bir başlangıç hattı
sunabilir. Bu başlangıç hattı da “halkın bir kesimini” referans
alacaktır, kendisine kendisi olması gerekesiyle saldırılan
kesimini. Görülmeyeni, duyulmayanı, sayılmayanı. Bu referans
demokratik anayasal kuruculuğun sınırlarında halk kimdir sorusuna
dayanır. 1982 Anayasası birçok benzeri gibi “hakları olan halkı”
birçok yerde “herkes” olarak anmıştır temel hak ve özgürlükleri
sayarken. Peki kimdir bu yaşam hakkına, işkence görmeme hakkına,
din ve vicdan özgürlüğüne, toplantı gösteri yürüyüşü düzenleme
hakkına, ifade özgürlüğüne, dernek kurma hakkına, konut
dokunulmazlığına, seyahat özgürlüğüne sahip olan herkes? Kimdir bu
sendika kurma hakkına sahip olan çalışanlar? Pazarkapı’ya taşınarak
Yunanistan sınırını zorlamalarını isteyen göçmenlerin, koştuğu için
öldürülen gençlerin yaşam hakkı herkesinkine dahil midir?
Türkiye’de yaşanan onca işkence vakasının mağdurları herkesin
neresinde yer alır? Herkes içinde kimler dernek kurabilir,
LGBTİ’ler neden toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleyemez herkes
düzenlerken? Kimin ilahi hükmü geçerlidir dinlere eşit uzaklıktaki
bir devlette? Hangi herkesin evi sadece tedirginlik yaratmak için
sabaha karşı basılır, hangi herkes tutuklu olarak yargılanmaya
devam eder bir diğer herkes infaz yasası değişikliğinin tadını
çıkarırken? Sendika kuran çalışanlar işten bir bir atılıyorsa hangi
herkesin hakkıdır emeğinin hakkını savunmak?
İşte anayasal olan ve siyasal olan arasındaki sınır bu
herkestir, görülmeyen, duyulmayan sayılmayanın anayasal siyaseti de
her zaman kurucu olmakla mükelleftir, çünkü somut herkesin
sınırlarını değiştirmeye adaydır, ve bu yüzden de somut anlamda
düzen kurucu bir politikayı referans almalıdır. Sanat ve bilim,
belki de böyle bir dönemin ilhamını yaratacaktır, ama herkese
ilişkin eşitlenme sürecinin politik hakikatidir asıl olan.