1999’un 17 Ağustos’unda Marmara Bölgesi 7.4 büyüklüğündeki depremle sarsıldığında İstanbul Florya’daki evimizdeydik. Hiç bitmeyecekmiş gibi gelen 45 saniyenin ardından kendimizi sokağa attığımızda felaketin büyüklüğünden haberimiz yoktu. 24 yaşında, üniversite eğitimi almış, gazetecilik yapan bir genç olmama rağmen deprem hakkında düzgün bir fikrim yoktu çünkü. Eğitim hayatımın hiçbir anında Türkiye’nin bir deprem ülkesi olduğu, bununla birlikte yaşamak için neler yapılması, nelere dikkat edilmesi gerektiği konusunda tek bir cümle kurulduğunu hatırlamıyorum.
Depremin ne olduğunu, bütün dehşetiyle görmem için birkaç saat daha geçmesi gerekti. O dönem çalıştığım Evrensel gazetesine ulaştığımızda bölgelerden gelen felaket haberlerine göre yollara düştük. Benim de içinde bulunduğum bir araç Adapazarı’na doğru yola çıktı. Öğleye doğru kente vardığımızda sarsıntının yarattığı tahribat karşısında dehşete düşmemek imkansızdı. Dehşet verici bir diğer şey ise devletin, kamu gücünün ortalıkta görünmemesiydi. Durumun vehametini belirtmek için örnek vermek gerekirse, bir enkazın etrafında elleriyle insanları kurtarmaya çalışanlar arasında asker üniformalı birisi vardı. Fotoğraf çektiğimizi görünce yanımıza gelip, “Ben Ankara’da askerim gece haberi duyunca firar edip ailemin yanına geldim. Enkaz altındalar, lütfen fotoğrafımı basmayın” dedi. Bir genç tek başına, 4-5 saat içinde Ankara’dan kalkıp Adapazarı’na gelmişti ama Ankara daha durumun ciddiyetini kavrayamamıştı.
O gün dikkatimizi çeken diğer şey ise halkın örgütlenme, kolektif akıl yaratma ve süreçlere müdahale etme yeteneğinin ortaya çıkışıydı. 1999 depreminin ardından birkaç hafta boyunca defalarca bölgeye, özellikle de Adapazarı’na gittim. İlk günlerde, devlet organizasyonunun atıl kaldığı, kadükleştiği, eskiliğinin ortaya döküldüğü zamanlarda halkın kendi inisiyatifiyle nasıl organize olduğunu, sağlıklı ve işleyen yapılar ortaya çıkardığını görmek o kahredici ortamda geleceğe dair tutunacak tek dal gibiydi.
Bu büyük felaketin ardından, birçok deprem daha oldu ülkede. Ama şu an yaşadığımız, boyutları, etkileri itibariyle haklı bir biçimde Marmara depremiyle karşılaştırılıyor. Bunda yalnızca depremin büyüklüğünün değil, devlet aygıtının acziyetinin ortaya çıkışındaki benzerlikler de etkili kuşkusuz. Bence arada çok önemli bir fark var. 1999 depreminde, devletin aygıtının günahı hiçbir hazırlığının olmamasıydı. Böylesine büyük bir felaket gündemlerinde ve umurlarında bile değildi. Panikleri de, acziyetleri de bu yüzdendi. Ancak aradan geçen 24 yılın 21’inde ülkeyi yöneten iktidar açısından bunu söylemek imkansız. Deprem gerçeğinin sürekli olarak hatırlatılması, nerelerde ne kadar büyük sarsıntılar olacağının artık biliniyor olmasını geçelim bizzat kendileri ifade ediyorlardı hazır olduklarını. Deprem vergisi adı altında milyarlarca dolar vergi toplandı bu hazırlıklar için. Ama bir kez daha felç olan devlet aygıtıyla karşı karşıya kaldık.
Konunun uzmanları, çok daha ayrıntılı ve çarpıcı değerlendirmelerde bulunacaklardır ama 1999 depreminde “insan odaklı, yaşatmaya ayarlı” olmadığı için ne yapacağını nasıl harekete edeceğini bilemeyen bir devlet aygıtı resmi çıkmıştı ortaya. Bugün apaçık bir biçimde gördüğümüz şey, bu soğuk aygıtın böylesi durumlarda işe yarayan birkaç kurumunun da tasfiye ya da pasifize edildiği gerçeği. İnsan odaklı olmak şöyle dursun “eş dost odaklı” bir kurumsallaşma üzerine bina edilmiş bir iktidar aygıtının eliyle hazırlanan felaketi yaşıyoruz. Bütün bu felaketin sorumluları o kadar ‘aileden’ ki, laf olsun, halkın gazı alınsın diye bile “sorumluları yargı önüne çıkarmak”tan bahsedilmiyor. O meşhur ders çıkarmak deyimi devlet aygıtı için 24 yıl boyunca hiç işlememiş, değer görmemiş belli ki.
Oysa tıpkı 17 Ağustos 1999 sabahında olduğu gibi, 6 Şubat 2023 sabahında da örgütlü ilk müdahaleyi yapan yine halk oldu. Halk, bu tür felaketlerden çıkardığı dersleri kolektif belleğinde taşıyor sonraki nesillere. Devlet ortada yokken insanlar organize olup başlattı kurtarma çalışmalarını. Daha kurumlar ne olduğunu anlayamamışken kitle örgütlerinin yardım yüklü araçları düşmüştü yollara. Bir de ana muhalefetin büyük şehir belediyelerini unutmayalım. Bugün, meslek örgütleri, siyasi partiler, sendikalar, sivil toplum kuruluşları aracılığıyla bir kez daha büyük bir dayanışma ağı örülüyor, toplumun yaraları iyileştirilmek isteniyor.
Yukarıda da belirttiğim gibi halk, kolektif hafızasıyla zaten doğasında olan dayanışmayı, yardımlaşmayı bir bilinç olarak taşıyor gelecek nesillere. Kuşkusuz devlet de öyle. 1999’da kendine gelip de biraz hareket edebilir olduğunda yeniden otoritesini kurmak için harekete geçmişti devlet. Bunun için de ilk olarak bu kolektif yapılanmaları dağıtmaya çalıştı. Ancak o zaman hem çok zayıf düşmüştü hem de kamuoyu ve medyadan büyük tepki görünce biraz daha kontrollü davranmak zorunda kaldı. İşte bu hafıza da bugüne taşınmış durumda doğası gereği. Ve şimdi, depremin ilk günlerinde felç olmuş kolunu bacağını yeniden oynatmaya başlayan iktidar, otoritesini tesis etmek, zayıflığını gösterecek başka organizasyonları arka plana itmek için harekete geçmiş görünüyor. Belediyelerin, sivil toplumun yardım araçlarına kendi pankartlarını vb. asmak da bunun bir parçası. Krizi çözmek değil, yönetmek artık öncelik. OHAL de kuşkusuz bununla ilgili.
Deprem öncesinde, yaklaşan seçim gündeminin önemli tartışmalarından birisi de 21 yıllık iktidarı değiştirmek, yarattığı tahribatı onarmak için geniş halk kitlelerinin örgütlü mücadelesinin önemi üzerineydi. İktidarın deprem sahasında kırmak istediği şeylerden birisi de tam olarak bu uyanış. Bugün deprem sahasında ortaya çıkan kolektif çabanın, dayanışmanın, hesap sorma arzusunun devamı, yalnızca depremin yaralarının sarılmasında değil, yeni bir Türkiye inşasının da önemli dayanak noktalarından birisi şu anda.