"Bütün fecaat, insanın, insanla karşılaşa karşılaşa, en
sonunda kendisini tanımayacak hale gelmesi"
Ahmet Hamdi Tanpınar, Huzur
Hayat dev bir mücadele alanı. Buna kimsenin itirazı olacağını
sanmıyorum. Çabalamazsak, yaşamda ne kadar kalabiliriz bilmiyorum,
kalamayız herhalde.
Riskler, hatalar, çatışmalar, rekabet, yorgunluklar, bitişler,
yeniden başlayışlar dört bir yana dağılmış durumda.
Sürekli uyanık olmamızı, sağımıza solumuza bakmamızı salık veren
bir sistem içerisinde deviniyoruz.
Aklımıza mukayyet olmak pek kolay değil.
Ancak ben hayatın bazı alanlarında tembellik yapmazsak da
hayatta kalacağımıza pek inanmıyorum.
Bu alanların en önemlisinin de ilişkiler olduğunu
düşünüyorum.
Fakat birileri bize ilişkilerde de epey efor harcamamız
gerektiğini fısıldıyor sanki.
"Alternatiflerini çoğalt, asla durma, koş, daha çok koş. Sonunda
istediğine ulaşacaksın."
O kadar basit değil tabii.
İstediğimiz sandığımız şeye ulaştığımızda canımız da çoktan
çıkmış olabilir.
***
Black Mirror dizisinin dördüncü sezonunun dördüncü bölümü olan
“Hang the DJ” tam da bu konuyu işliyor.
Bu bölümde Tinder, OKCupid benzeri bir ilişki uygulaması
kullanarak “ruh eşini” arayan insanların hayatlarına tanıklık
ediyoruz.
Ellerinde “coach” şeklinde hitap ettikleri bir alet olan
bireyler, içinde bulundukları dünyada sistem tarafından kendileri
için en doğru kişilerle eşleştiriliyorlar. Kurgulanan bu sistemde,
coach, bir araya getirdiği tüm çiftlere birlikte geçirebilecekleri
bir süre sunuyor. Kimi zaman 24 saat, kimi zaman bir yıl gibi bir
süreyle karşılaşan bireyler, bu süreyi o kişiyle geçirmek zorunda.
Çünkü sistem, kişilerin birlikte oldukları insanla geliştirdikleri
ilişkiye dair verdikleri tepkileri kaydediyor ve en nihayetinde
kaydedilen veriler eşliğinde onlara ruh eşini bulma vaadinde
bulunuyor.
Yani “onu” bulmak için bir o ilişkiden bir bu ilişkiye savrulan
insanların öykülerine eşlik ediyoruz.
Dizideki kahramanlardan biri, bir diğerine bu ilişki
aplikasyonunun kendilerine bulmayı vaat ettiği ruh eşiyle ilgili
şunları söylüyor;
“Ama onların mükemmel eşler olduklarını nereden biliyorsun?
Yani, aslında gerçekte tek yaptığı, rastgele bir düzende rastgele
sürelerle bizi bir ilişkiden diğerine koyarak yavaş yavaş
yıpratmaksa? Her seferinde biraz daha uysal, biraz daha umutsuz
oluyorsun… Ta ki nihayetinde son teklifini yapıp, “işte aradığın
budur” diyene kadar. Ve o noktaya geldiğinde öyle yıkık ve öyle
yorgun oluyorsun ki, sana sunulanı öylece kabul edip, rıza
gösteriyorsun.
Sonra da hayatının geri kalanını, kendini öyle yapmadığına ikna
etmek için uğraşarak yaşıyorsun.”
Dizinin bu bölümü bir distopyayı değil, çağımızdaki ilişkilerin
gerçek dünyasını gözler önüne seriyor.
***
Sevgilin mi var derdin var, sevgilin mi yok yine derdin var.
Dert hep var yani. Önce bunu bir kabullenelim.
Ancak ilişkinizi, ilişkisizliğinizi ya da ilişki arayışınızı
hayatınızın merkezine koyduğunuzda, yaşam enerjinizi -ki buna
libido diyoruz- oraya yönlendirmiş oluyorsunuz ve bu durum içten
içe ruhsal bir çürümeye yol açıyor. Kaldı ki bu sayede hayatın
kendisine de epey haksızlık ediliyor.
Elbette bu bilinçli olarak yapılmıyor çoğu zaman. Ancak bir
şeyler ters gidiyorsa veya tekrarlar, kısır döngülerle boğuşuyorsak
işte orada bir takılmadan bahsedebiliriz.
Geçenlerde bir ortamda genç bir adamla tanıştım. Eli yüzü
düzgün, işinde gücünde biriydi. Çift terapisti olduğumu öğrenince
başladı ilişkilerden ve kendi ilişki arayışından bahsetmeye… Çünkü
bir çift terapisti yemez, içmez, eğlenmez ve her ortamda
terapisttir. Kendisiyle mutlaka ilişkilerden konuşulmalı ve
alabildiğine kişisel meselelere değinilmelidir!
Genç adam kullandığı tinder uygulamasından şu an sayısını
hatırlamadığı kadar çok sayıda kişiyle buluştuğunu ve en sonunda
oradan bir sevgili “yaptığını” söyledi. "Hayırlı olsun" deyip,
umarım sevgili de “olursunuz” temennisiyle karşılık verdim
kendisine.
“Birini” bulmak adına büyük çabalar sarf ediliyor.
Fıldır fıldır dönen gözlere, cep telefonu üzerinden fıldır
fıldır baş parmak hareketleri de dahil oluyor. İlişki
aplikasyonları, çöpçatanlık siteleri ve organizasyonları, sosyal
medya adeta açık büfe misali çok sayıda seçenek sunuyor önümüze.
Bir süre sonra olay, daha fazla seçmek ve seçilmek üzerinden bir
tür koleksiyonerliğe doğru gidiyor.
Bir yerde sabit durmak ve dinlenebilmek, bunca arayıştan ve
hızdan sonra ne kadar mümkün olur, hiç bilmiyorum! Ya da durulan
yer, kişiye ne kadar iyi gelir.
Bu denli yoğun bir arayış yorgunluk biriktirmekten başka
nedir?
Adam Phillps ilişkilerde -ve bence ilişkisizliklerde de-
çabalamaya dair çok kıymetli bulduğum şu cümleleri ifade eder;
“Erotik hayatımızda, çabalamak işe yaramaz. Bu hem rahatlatıcı
hem de dehşet verici bir şeydir. Bir ilişki için uğraşmak, irade
gücüyle ereksiyon sağlamak ya da rüya görmeyi örgütlemek kadar
imkansızdır. Aslında bir ilişki için çabalıyorsanız, zaten bir
şeyler ters gidiyor, bir şeyler eksik demektir. Başka bir deyişle,
erotik hayatlarımızda çabalamak, daima haddinden fazla çabalamak
anlamına gelir; yeniden tembelleşmemiz gerekir mutlaka, çünkü iyi
şeyler –sevgi, merak, arzu, dertsiz bir ilgi- ancak çaba bittikten
sonra gelir.”
Buradaki tembellikten kasıt aktif bir tembellik elbette. Ya da
Marion Milner’ın “Kendine Ait Bir Hayat” kitabında belirttiği gibi
“hamarat tembellik”.
Birbirine kontrast gibi gözüken bu iki kavram nasıl oluyor da
bir araya gelebiliyor?
Sürekli bir şeyler yapmak, bir şeyler için çabalamak, bir
şeyleri kovalamak hayatın akışını kontrol edebileceğimiz
yanılmasını yaratıyor. Bu durum ise kendi iç dünyamızdaki
ihtiyaçları ve iç dünyamızdaki dönüşümü göremememize neden
oluyor.
Hayatın akışından kopmuş, kendimizle temasımız kesintiye uğramış
halde asla tatmin olamadığımız ilişkiler yaşamamıza yol açıyor. Bu
yüzden de sürekli alternatifleri çoğaltma eğiliminde oluyoruz.
“Daha iyisi olsun, daha da iyisi, dahası yetmez, en iyisi!”
“O da dursun cepte, bu da dursun hatta şu da!”
“Hamarat tembellik” kavramından benim anladığım, herhangi bir
şeyi hayatımızın merkezine almadan ya da şöyle söyleyeyim hayatın
kendisini merkeze alarak olan biten her ne ise onunla hemhâl olma,
dikkatimizi şimdi ve burada neler olup bittiğine getirme hali…
Geleceğe doğru koşmadan, seçenekler arasında boğulmadan,
ilişkiler uğruna, herhangi bir şeyi bulmak uğruna telef olmadan
durabilme ve hayatın akışındaki karşılaşmalara kucak açabilme
hali.
***
Yogada “tadasana” denilen bir poz vardır. Bunun Türkçesi “dağ
duruşu”dur. Öyle dümdüz ayakta durduğunuz, nefesinizin serbestçe
aktığı, bedeninizin ağırlığını bacaklarınız üzerinize eşit
dağıttığınız, ayaklarınızın yere köklendiği, omurganızın dik,
kollarınızın gevşek ve aktif olduğu bir pozdur bu. Hiçbir şey
yapmıyormuş gibi görünseniz de fazlaca aktif olduğunuz bir pozdur.
Eylemsizlik içerisinde bir eylem halidir.
Bu pozun bedene ve zihne şifası saymakla bitmez.
“Hamarat tembelliğin” ta kendisidir.
Bazen aktif bir durma hali, ruhsallığımıza vereceğimiz bir
vitamin görevi görebilir.
Doğa da bunu söyler bize.
Ağaçlar, dağlar, kayalar, denizler…
Dururlar.
Orada. Öylece.
Ama hamarat bir durma halidir bu ve nice dönüşümlere
gebedir.
Su ancak kendi doğallığında akarsa yolunu buluyor.
Hazır cemreler de düşmüşken, bahar temizliği niyetine birazcık
hamarat tembelliğe izin versek de varoluşsal bağışıklığımızı
güçlendirsek diyorum.
Uğraş uğraş nereye kadar!