Hamas, Gazete Duvar’a konuştu: Seçtiğimiz yolu tercih etme şansımız yoktu
Aksa Tufanı neden 7 Ekim’de başladı? Hamas’ın mevcut koşullarda iyimser ve kötümser senaryoları neler? Esir değişimi ve kuşatmanın kalkması Hamas için yeterli olacak mı? İşte tüm bunları Hamas’ın İran temsilcisi Halit Kadumi ile konuştuk.
Gazze’nin sınır ötesinde başlayan Aksa Tufanı Operasyonu,
Filistinli örgütlerin kaçırdığı yüzlerce İsrailli rehine ile
birlikte dünya çapında büyük ses getirdi. 7 Ekim’den bu yana
İsrail’in Gazze’ye yönelik ölçüsüz saldırısı devam ediyor.
İsrail işgali altındaki bölgelerde şiddetin ulaştığı boyutsa
geçen zamanın aksine henüz düşüşe geçmiş değil. Başta Hamas olmak
üzere pek çok Filistinli örgütü de içinde barındıran cephe, son
olarak İsrail’in kara harekâtına karşı direnişini sürdürüyor.
Tabii hâlâ merak edilen pek çok soru var. Bunların büyük bir
bölümü Hamas üzerinde yoğunlaşıyor:
Aksa Tufanı neden 7 Ekim’de başladı? Hamas’ın mevcut koşullarda
iyimser ve kötümser senaryoları neler? Esir değişimi ve kuşatmanın
kalkması Hamas için yeterli olacak mı? İşte tüm bunları Hamas’ın
İran temsilcisi Halit Kadumi ile konuştuk.
Hamas’ın İran temsilcisi Halit Kadumi
‘NEDEN DÜNYA İŞGALCİ İSRAİL’İ TOLERE ETMEK ZORUNDA?’
Aksa Tufanı operasyonunun başladığı tarihin üzerinden
neredeyse bir ay geçti. Bugünden baktığımız zaman bu operasyonun
neden başladığını söyleyebiliyoruz. Neden 7 Ekim tercih edildi?
Gazze’de abluka altında sıkışmışlığın bir tezahürü olarak
yorumlayabilir miyiz?
Bismillahirrahmanirrahim. Öncelikle beni konuk ettiğiniz için
çok teşekkür ederim. Aslında bakarsanız 7 Ekim, Filistin halkına
dayatılan bir şeydi. Bunun nedeni 75 yılı aşkın bir süredir
uluslararası kamuoyundan adalet eli uzatılmasını bekliyor oluşumuz.
İsrail’in aralıksız devam eden vahşetinin, savaş suçlarını
durdurmasını bekliyoruz. Bugün ne oluyor? İsrail’in kitlesel
katliamında masum çocuklar, aileler öldürülüyor. Bu durum on
yıllardır devam ediyordu ve maalesef kimse “Burada bir işgalci güç
var” diye anlamaya çalışmıyor. Uluslararası hukuka ya da Birleşmiş
Milletler’e göre bile işgalci bir güç. İsrail’in işgalci olduğunu
ben değil onlar söylüyor…
O zaman uluslararası kamuoyu neden bugüne kadar II. Dünya
Savaşı’ndan arta kalan tek kolonyal gücü tolere etmek zorunda?
Hiçbir hesap vermeden, hiçbir cezalandırma ile karşılaşmadan neden
tolere ediliyor? El Aksa Camii, yerleşimcilerce talan edildi. Hani
şu ‘sivil’ olarak gösterilen yerleşimciler. Bizim sivillerimizi,
sokaktaki insanlarımızı öldürenler işte bunlar: Batı Şeria’da
tarlalarını yakıyorlar. Şimdi bile 7 Ekim’den bu yana Batı Şeria’da
200’e yakın Filistinli sivil şehidimiz oldu. Şehitlerimizin büyük
bir bölümü sözüm ona ‘sivil’ denilen İsraillilerce öldürüldü.
Düzenli olarak El Aksa Camii istila edildi. Hıristiyanların da
kutsal mabetlerine saldırdılar: Kudüs’teki kiliseler baskına
uğradı. Üstelik, Netanyahu hükümetinin sözde Ulusal Güvenlik Bakanı
Itamar Gvir gibi İsrail’in baş siyasi unsurlarınca bile
yönetildi(1). Bu adam pek çok defa açık bir
şekilde Filistinlilerin yaşam hakkı olmadığını dile getirdi, El
Aksa Camii'ne kendi şahsi tabancasıyla girdi, Kudüs kiliselerindeki papazlara
tükürdü(2). Filistinlilere bu topraklarda hiçbir
yer olmadığını hep ısrarla söyledi. Yerleşimcilerle birlikte El
Aksa Camii’ne girdiğinde onlara önderlik ediyordu. Bunu tabii ki
polis ve İsrail ordusu tarafından sunulan güvenlik çemberi
içerisinde yapıyordu. Sonra ibadet edenlerin ellerine kelepçe
vurdular, aralarında kadınlar ve hatta küçük kız çocukları vardı.
Onların da başörtülerini zorla çıkarttılar ve vahşice cezaevine
itildiler. Hepsi kameraların gözü önünde oldu, bunlar öyle uydurma
hikayeler değil. Uluslararası kamuoyu yaşananlara tanıklık etti.
Dünya alem bugün İsrail’in işlediği suçlara karşı sokakta.
‘TUTSAKLARIN ARASINDA ÖLÜ BEDENLER VAR’
Bir de Gazze’deki devamlı kuşatmadan bahsetmek gerekiyor. Bizim
halkımız, bizim çocuklarımız kuşatma yüzünden 7 Ekim’den önce de
orada, evlerinde ölüyordu. İlaç yokluğu yüzünden, içilebilir suyun,
elektriğin olmayışı yüzünden, uluslararası kamuoyuna ulaşmanın
imkansızlığı yüzünden. Biliyor musunuz, Gazze’deki Türk kanser hastanesi yeterli
ilacın bulunmadığını bas bas bağırıyordu. İsrail’in ilaç tedariğini
engellediğini ve hastaların düzgün bir tedavi içiN dışarıya
taşınmasına müsaade etmediğini haykırıyordu. Çünkü biliyorsunuz,
Gazze’deki tıbbi altyapı hastaların tedavisini kapsamlı bir şekilde
sürdürmeye uygun değil.
Ayrıca tutsaklar konusu çok önemli. 7 bini aşkın tutsağımız var.
Aralarında 12 yaşından küçük çocuklar var. Aralarında onlarca yıl
cezaya çarptırılmış kız çocukları var. Aralarında dosyası idari
gözetim altında 2 bin tutuklu var. (İdari gözetimin anlamı şu:
Senin neden İsrailliler tarafından tutuklanmış olduğunu bilememen.
Üstelik bu durum her 6 ayda bir yenileniyor ve böylece yıllarca
sürüyor). Aralarında Nael Bargouti var, kendisi 42 yıldan fazla
süredir hapishanede. Tam 42 yıldır! Aralarında 360 yıl hapis
cezasına çarptırılmış tutsaklarımız var.
Hatta biliyor musunuz aralarında ölü bedenlerimiz var! İsrail
cezaevlerinin içerisinde! Tutsakların ölü bedenlerini ailelerine
teslim etmiyorlar, çünkü onlara göre yatmaları gereken cezayı ölmüş
de olsalar henüz tamamlamadılar! Bunu yapan tek hükümet bu!
‘ÖNÜMÜZDE BİRİ ZAYIF İKİ YOL VAR’
Tam da bu konuya dair ben de bir şey sormak istiyordum.
Geçmişte Filistinli direnişçiler, insan kaçırma eylemlerinin
ardından pek çok tutsağın serbest bırakılmasını sağlamıştı. Sizce İsrail, tutsak
politikasını şekillendirirken adımlarını ‘günü gelince esir
takasında kullanılma’ opsiyonunu hesaba katarak mı
atıyor?
O zaman ölü bedenlerle nasıl bir işleri var? Daha öncesinde biz
İsrailli esir almıyorduk. Aslında mesele tam tersine, neden biz
İsrailli esirleri tutukladık? Kendi tutsaklarımızı çıkartabilmek
üzere İsrail hükümetiyle esir takası yapabilmek için. Onlarca
yıldır tutsak olup yüzlerce yıl cezalara çarptırılanları
çıkartmamız gerekiyor. Yüzlerce yıl! Düşünebiliyor musunuz?
Tutukluların cenazelerinin bile ailelerine verilmemesinden
bahsediyoruz. Ben böylesi bir yöntemi dünyanın başka bir
hükümetinde görmedim. Kolonyal çağın en kötü günlerine kadar,
cenazelerin ‘hüküm giymesine’ dair ben bir şey duymadım. Cenazeleri
mezarlık gibi bir yere gömüyorlar, adına da ‘rakamlar mezarlığı’
diyorlar. Mezarlara kişilerin isimlerini bile vermiyorlar, sadece
numara veriyorlar. Ya da hapishane içerisindeki soğuk odalarda
tutuyorlar, ailelerin cenazeyi görmesi bile mümkün olmuyor.
Tüm bu çekilen acılar, yapılan zulümler bir araya geldi ve
siyasi senaryoya eklendi. Netanyahu’nun aşırılıkçı hükümeti, ABD
idaresi tarafından bile tolere edilmiyordu. Biden’ın kendisi bile
Netanyahu’yu Beyaz Saray’da ağırlamaya hazır değildi. Çünkü
halihazırdaki aşırılıkçı hükümet çok ürkütücü. İsrail
mahkemelerinde Gvir hakkında İsrail hükümeti tarafından ileri
sürülen yüzlerce iddia var. Nedeni ise Filistinlilere karşı şiddet
içeren tavrı. Sadece düşünün: Partisi, İsrail hukukunca bir
‘terörist parti’ olmakla suçlandı. Çünkü İsrail Başbakanına suikast
düzenlemekle suçlandı. Şimdi ise böylesi bir hükümetle yüzleşmek
zorundayız. Oysa bir anda Netanyahu’nun Vaşington’da VIP konuk
olduğunu gördük. Filistin meselesini tasfiye etmek istediğini,
Filistin halkının meşru her hakkının unutulması gerektiğini
söylediğini işittik. Hal böyle olunca biz de ‘canımıza yetti’
mesajımızı uluslararası kamuoyuna iletebilmek adına, Aksa Tufanı’nı
başlattık. Bizim meşru haklarımıza kavuşmak adına belirlediğimiz
iki yol var. Birincisi uluslararası kamuoyu gelir ve bu işgali
bitirmesi için İsrail’e yeterli diplomatik-siyasi baskı uygular -ki
bu iyi ihtimal, kan dökmeye gerek yok. Biz de çocuklarımızı
seviyoruz ve İsrail bombardımanı altında, İsrail ordusunca
kıyılmalarını istemiyoruz.
Ama görünüşe göre bu ihtimal bizim halkımıza adalet getirmede
başarısız olup zayıf düşmüş durumda. Haliyle önümüzde zorunlu rota
olarak diğer ihtimal beliriyor: Uluslararası hukukun vazgeçilmez
bir şekilde güvence altına aldığı, ‘İşgal altında yaşayan
insanların askeri de dahil olmak üzere tüm araçlarla kendilerini
savunma hakkı’. Bunu ben söylemiyorum, uluslararası hukuk
söylüyor.
‘BAŞKA BİR ROTA SEÇME HAKKI VERMEDİLER’
Böylece 7 Ekim’den sonra yaşananlardan bahsedebiliriz.
Filistinlilerin karşılaştığı saldırıların geçtiğimiz haftalarda
artık akıl almaz derecede korkunç bir boyuta ulaştığını görüyoruz.
Az önce bahsettiğiniz ikinci ihtimalin beklentilerinden bahsetmek
gerekirse eğer İsrail’in bu denli agresif bir yanıt vermiş olması
hakkında neler söyleyebiliriz? 7 Ekim’den sonra Filistinlilere
yönelik saldırıların bu denli yoğunlaşabileceğini tahmin ediyor
muydunuz?
İlk soruda da konuştuğumuz üzere maalesef yaşananlar İsrailliler
için yeni bir şey değil. Sadece her seferinde şiddetin dozunu daha
da arttırıyorlar. Ve yine söylediğim gibi bizim rota seçimimiz
zorunlu. Bu rotayı kendi tercihimiz doğrultusunda seçmedik. Bize
başka bir seçenek hakkı vermediler. Çünkü biliyorsunuz, Dünyanın
bütün halkları; Fransızlar, Latin Amerikalılar, Hindistanlılar…
özgürlük için nice kurban vererek mücadele ettiler. Kolonyalistlere
karşı bağımsızlığa ulaşabilme uğrunda şehitlerini sundular,
kanlarını sundular. Yani bu son derece makul bir şey.
Fakat diğer taraftan, evet, haklısınız: İsrail rejimince işlenen
bu suçlar dünyadaki herkes için inanılmaz ve öngörülemez bir
gaddarlık seviyesine ulaşıyor. Ve asıl çılgınca olan ABD’nin yeşil
ışığı altında bu suçların işlenebiliyor oluşu. Blinken ne zaman Tel
Aviv’e gelse, yeni bir katliam yaşanıyor. İlk geldiğinde Al-Ahli
Ma'madani Hastanesi’nde katliam yaşandı. Geçtiğimiz günlerde Tel
Aviv’e geldiğinde ise 3 ayrı katliam yaşandı: Cebeliye Mülteci
Kampında, Endonezya Hastanesi'nde ve diğeri Şifa Hastanesi’nin
kapısında yaşandı ki gerçekten çok gaddar bir katliamdı. Eminim
hepiniz, masum insanlarımıza yönelik yapılan bu barbarca saldırıya
dair görüntüleri izlemişsinizdir. Anlayacağınız biz içinde
bulunduğumuz yola kaçınamadığımız bir rotayla geldik.
‘HER ÖZGÜR HALK KADAR ÖZGÜR OLMA HAKKIMIZ VAR’
Bundan sonrasına dair neler söyleyebilirsiniz? Sizin
açınızdan mevcut durumun ilerleyebileceği en iyimser senaryo nedir?
Ve tabii bu senaryonun gerçekleşmemesi durumunda en karamsar
senaryo nasıl öngörülebilir?
Bir şeye ulaşabilmek için silahı uzak bir yerde düşünüyoruz. Siz
de bana hak vereceksinizdir diye düşünüyorum ki halkımızın acı
çektiği 7 Ekim’den önceki koşullara geri dönmeye müsaade edemeyiz.
Aksi takdirde böylesi bir mücadelenin, böylesi bir fedakarlığın bir
anlamı olmaz.
Bu yüzden tekrar belirtmekte fayda var: Eğer uluslararası
kamuoyu tüm bunları bitirmek istiyorsa, buraya gelip işgale çözüm
bulması gerekiyor. Biz yaşamı seviyoruz. Biz de bu hayatı dünyadaki
tüm diğer barışçıl halklar gibi huzur içinde yaşamak istiyoruz. Biz
de dünyadaki tüm diğer özgür halklar kadar özgürlük istiyoruz. Çok
basit bir mesele, bir an için düşünün: Birleşmiş Milletler Genel
Kurulu’nda 120 ülke Gazze’ye insani ve tıbbi yardımın ulaşabilmesi
için Refah Sınır Kapısı’nın açılmasından yana oy kullandı. O andan itibaren
İsrail ordusunca belirtilen düzenlemeler çerçevesinde Refah Kapısı
açık. Sonra ne oldu? 7 Ekim’den bu yana sadece 120 kamyona izin
verdiler. Bunca yıllık kuşatmanın ardından Gazze’de normal
koşullarda bile halkın minimum 500 kamyonluk geçişe ihtiyacı
oluyor. Günlük diyorum! Şimdi neredeyse bir ay olmuş, sadece 120
kamyon girmiş. Üstelik yaşadığımız bu anormal durumda! Binlerce
kamyon, Refah Kapısı’nın gerisinde o cani İsrail ordusunun iznini
bekliyor.
Sizler Türkiye’den bizim halkımıza destek gönderdiniz.
Mısırlılar, İranlılar… Hepsi gönderdi. Özgür dünyadan Filistin’deki
halkla dayanışma göstermek isteyen herkes gönderdi. Ama maalesef
ikiyüzlü uluslararası kamuoyu yüzünden sıkışmış durumdalar. İsrail
üzerinde kapının daimi açıklığını sağlayacak yeterli diplomatik
baskı uygulama gücüne sahip değiller. Esir değişimi, kuşatmanın
kaldırılması… tüm bunlar makul talepler. Masaya koyulan bir ‘şart’
değil; barış için mecburi önkoşullar. Söylemeye çalıştığım şey bu:
Kimse ‘şartlarınız ne’ diye sormasın. Şunu hiç unutmamalı ki; Gazze
denilen açık bir hapishanede yaşayan bu halkın, dünyadaki her özgür
halk kadar özgür yaşama hakkı var! İşte bu kadar basit!
‘İLİŞKİLERİ SONLANDIRMAK ASGARİ TUTUM OLMALI’
Son olarak bölgedeki diğer ülkelerin tutumu hakkında
konuşmak istiyorum. Filistin’i destekleyici yönde açıklama yapan
pek çok bölge ülkesi vardı. Ancak her birinin meseleye yaklaşımı
bir bütünlük sunmuyor: Kimileri hâlâ İsrail ile diplomatik ya da
ekonomik ilişkilerini sürdürüyor. Sizin bölge ülkelerinden
beklentileriniz nedir?
İsrail ile ilişkileri sonlandırmak, asgari tutum olmalı: Örneğin
Türkiye’nin, Ürdün’ün yaptığı gibi elçilerini geri çağırmak… Yani
bakın mesela Latin Amerika’ya, ne Müslüman ne de Arap bir ülke var
orada: Siyonistlerce halkımıza karşı işlenen suçları protesto etmek
için Bolivya, İsrail ile olan ilişkilerini kesiverdi. Kolombiya hakeza.
Latin Amerika’nın itibarlı ülkelerinden bahsediyoruz.
İkinci konu ise petrol. İsrail günlük 300 bin varil petrol ithal
etmenin tadını çıkarıyor. İsrail’in ürettiği enerji kaynağının
yüzde 60’a varan kısmını böylece omuzlamış oluyorlar. Bu petrolün
büyük bir kısmı Orta Asya’dan Afrika ülkelerine pek çok ülkeden
geliyor. Bu gülünç eylem sona ermeli. Protesto etmek için en
azından askıya alınmalı. İsrail o zaman biter. Bu baskı kesinlikle
gereklidir.
Ayrıca Refah Sınır Kapısı’nın da açılmasını beklemeliyiz.
Uluslararası hukuka göre savaş hâlinde sınır kapıları açık
olmalıdır. Kaçmak için değil. Mülteciliği dayatmak için değil.
Hayır! İnsani yardımın girebilmesi için. Tüm kapıları da açsanız
bizim insanımız kapı dışarısında ailelerine kavuşmak üzere Gazze’ye
girmek için bekliyor. Kaçmak için değil. Dışarıda, ailesiyle
içeride kavuşacağı anı bekleyen pek çok kişi var. Yani Refah
Kapısı’nın hiçbir şart olmadan açılması gerekiyor.
Sonra insani ateşkesle birlikte saldırı durdurulmalı.
Amerika’nın dramasını durdurmak gerekiyor. Blinken, Vaşington’da
basın toplantısında konuşurken “İsraillerden insani destek ve
ateşkes istemeye gidiyoruz” diyor. Ama sonra Tel Aviv’e geldiği
zaman, Filistinlilerin kanıyla verilen bir resepsiyonla
karşılaşıyor. Bu çok pis ve ucuz bir dramadır. Filistin'deki masum
çocuklarımıza ve sivillere karşı yapılan bu savaşta, Amerikalılar,
ikiyüzlülük ve aldatmaca ile üstü kapalı olarak dahildirler.
NOTLAR:
(1) Bu yılın Temmuz ayında İsrail'in faşist
Ulusal Güvenlik Bakanı Itamar Ben-Gvir ve yüzlerce fanatik Yahudi
yerleşimci, işgal altındaki Doğu Kudüs'te bulunan Mescid-i Aksa'ya
İsrail polisi denetiminde baskın gerçekleştirdi. Ben-Gvir,
sosyal medya hesabından paylaştığı görüntüde, "Bu İsrail halkı için
geri gelmemiz ve egemenliğimizi göstermemiz gereken en önemli
mekan" ifadesini kullandı.
(2) 7 Ekim’den kısa bir süre önce Kudüs’te
dini bir seremoni sırasında Hıristiyanlara tükürülmesi tartışma
yaratmıştı. Ben-Gvir ise ‘Hıristiyanlara tükürmenin suç içeren bir
unsur olmadığını, cezai bir işlem gerektirmediğini’ dile getirdi.