Derya Yıldırım ve grubu Grup Şimşek, Almanya ve İsviçre gibi ülkeleri gezdikten sonra ilk defa Türkiye'de de 24 Kasım akşamı Zorlu PSM sahnesinde konser verecek. Derya Yıldırım & Grup Şimşek, türkü aranjmanları ve 60'lar sounduyla yaptıkları işleriyle dikkat çekiyor.
24 Kasım akşamı Zorlu PSM’de düzenlenecek XXF Very Very French
Festival’in konuklarından biri Derya Yıldırım & Grup Şimşek. Bugüne
dek pek çok festivalde çaldılar, bir EP yayımladılar ama ilk kez
memleket topraklarında sahne alıyorlar. Türkülere getirdikleri
düzenlemeler ve ‘60’lı yılların sound’uyla yaptıkları çalışmalarla
dikkat çeken topluluğun görünen elemanı Derya Yıldırım. Henüz 24
yaşında, genç bir müzisyen ama bağlamasını eline aldığı anda
sahnede devleşiyor. Çok zamandır tanışmayı istiyordum, bir
vesileyle yan yana geldik ve İstanbul konseri öncesinde ona
aklımdakileri sordum. Yakın dönemde çıkartacakları 45’lik plaktan
önümüzdeki yıl yayımlamayı planladıkları albüme uzandık, daldan
dala konduk. Cıvıl cıvıl tavrıyla anlattıklarına bağlanmadan önce,
Anatolian Power başlıklı konserde Derya Yıldırım & Grup Şimşek’le
birlikte ElektroHafız, Kozmonotosman ve Grup Ses’in sahne alacağını
hatırlatayım…
Bu, Türkiye’deki ilk konseriniz, değil mi?
Öyle sahiden. Fransız Kültür işbirliğiyle yapılan bir festival
bu, adı da XXF Very Very French (gülüyor). Fransa aracılığıyla
kendi memleketimde ilk konseri vermek enteresan ama bizim açımızdan
çok güzel, heyecanlı bir konser bu. Sonuçta çaldığımız Türkiye’nin
müziği ve doğrudan oradaki insanlara ulaşmak güzel olacak. Bugüne
kadar hiç bağımız yoktu, şimdi kurmuş oluyoruz.
Nasıl oldu bu?
“Nem Kaldı” çıkınca bir Fransız ajans bizimle ilgilendi ve
festivallerde, konserlerde çalmamızı sağladı. Bir buçuk yıldır
sahnelerdeyiz ama daha çok Fransa, Belçika, Almanya, İsviçre gibi
Avrupa ülkelerinde çalıyoruz. Konserlerde Türkiye’nin müziğini
tanıtıyoruz aslında. İstanbul’da çalacak olmak hem heyecanlı hem de
bizim için gurur vesilesi.
Repertuvar sadece türkülerden oluşmuyor değil mi? Kendi
şarkılarınız da var…
Elbette. Konserin yarısında türküler söylüyorsak kalan yarısında
da kendi şarkılarımızı çalıyoruz.
Grup Şimşek nasıl bir araya geldi?
Hamburg’da New Hamburg başlıklı festival bünyesinde yapılan bir
tiyatro projesi için toplanmış bir grup aslında bu. Üç-dört sene
önce tanıştık, projeyi yaptık, çok güzel olunca birbirimizi
bırakmak istemedik. Çaldığımız ilk gün zaten kaynaşmıştık.
Hedefimiz bir grup oluşturmak ya da bunu sürekli kılmak değildi ama
EP’yi de çıkartınca bu kaçınılmaz oldu. Şimdi konserler veriyoruz,
plaklar yapıyoruz.
Zor olmuyor mu peki yan yana gelmek? Bildiğim kadarıyla
çok farklı şehirlerde ve hatta ülkelerde yaşıyorsunuz…
Zor ve masraflı oluyor. Bunun için çok sık yan yana gelemiyoruz.
Grupta benim dışımda bir İngiliz, bir İtalyan, iki de Fransız var.
Biri Kopenhag’da yaşıyor, biri Londra’da. Dağlarda yaşayan da var,
Saint-Étienne’den gelen de… Genelde turne olduğu zaman bir-iki gün
öncesinde buluşmaya çalışıyoruz ama her zaman bunu yapamıyoruz.
Turnenin ilk konserinden önce bizi oraya davet edenlere o gün
salonu kullanıp kullanamayacağımızı soruyoruz. Mümkün olursa erken
gidiyoruz, provamızı yapıyoruz ve o günün akşamında konsere
çıkıyoruz. Genellikle tek provayla sahne alıyoruz çünkü yan yana
gelmek çok zor oluyor. Provaya muhakkak ihtiyaç var çünkü onlar
türküleri bilmiyor. Kulağın halk müziğine yatkınsa çalacağın
türküyü bilmesen de bir süre sonra eşlik edebilir hâle geliyorsun
çünkü aslında hepsi birbirine benziyor. Bu benim için kolay ama
onlar için zor. Geçtiğimiz haftalarda topluluk tarihinde ilk kez
dört günlük bir buluşma yaşadık. Buluştuk ve çalıştık. Bunun ciddi
bir masrafı var elbette… Plaktan para almıştık, böyle
değerlendirdik.
Sizi ilk kez yan yana getiren kim peki?
DJ’lik de yapan bir arkadaşımız var, Sebastian “Booty” Carrel,
bizi yan yana getiren o. Aslında müzik antropolojisi üzerine
çalışıyor. Tiyatro projesinin de müzik direktörlüğünü yapıyordu.
Fransa’da müzik yapan bir topluluk vardı o sıra, l’Orchestre du
Montplaisant, Andrea Piro, Graham Mushnik ve Antonin Voyant o
topluluktan. Davet geldiğinde kabul etmişler ama bateristleri
zamanı olmadığı için gelememiş. Onun yerine Greta Eacott'ı buldu
Sebastian, sonra da beni toplulukla tanıştırdı. İlk adımız
Intercommunal Orchestra ama sonrasında birlikte yol almaya karar
verince bunu değiştirdik, Grup Şimşek yaptık. Bugüne kadar
yaptıkları zaten ‘70’li yıllar sound’una yakındı, çok
zorlanmadık.
.
Grupla yaptığın çalışmalara döneriz ama öncesinde biraz
senden söz edelim mi? Hamburglusun ve pek çok enstrümanı aynı anda
çalabiliyorsun: Bağlama, ud, gitar, piyano, saksofon… Müziğe bu
merak nereden?
Biraz aileden, biraz da kendi merakım… Babam müziğe hevesli bir
insandı, bağlama çalıyordu. Bir yandan da klasik gitar öğreniyordu
ve çok şey dinliyordu. Evde sürekli solcu şarkıcıların kasetleri
çalardı: Zülfü Livaneli, Fuat Saka, Âşık Mahzuni Şerif… Bir gün
hevesini bana aktarmak istedi ve elime bir gitar tutuşturdu. Gördü
ki hızla öğreniyorum, evdeki sazı elime alıp çalabiliyorum; bu çok
hoşuna gitti ve beni bir müzik okuluna yazdırdı.
Senin bir tercihin var mıydı bu enstrümanlar arasında?
Hangisini seviyordun?
Açıkçası o dönemde sevip sevmediğimi düşünecek durumda değildim
ama babamın saz çalması hoşuma gidiyordu. Sabahları kalkar saz
çalardı, biz o sese uyanırdık. Çocukken tam anlayamıyordum ama
artık anlayabiliyorum. Evde dinlediğimiz şarkıların geri planı
hakkında çok bilgim yoktu. Fuat Saka’nın müziğini çok beğenerek
dinliyordum ama hakkında hiçbir şey bilmiyordum. Âşık Mahzuni Şerif
şahane müzik yapıyor, dinlemeyi çok seviyordum ama sorsan kim
olduğunu söyleyemezdim. Onlarla büyüdüm, bugüne geldim.
Müzik okulunda enstrümanın hangisiydi?
Piyano öğrendim. Rusya’dan gelen bir kadın vardı, piyano
çalıyordu ve okulu ailesi kurmuştu. 4 yaşımdayken o okula başladım
ve ondan piyano çalmayı öğrendim ama bunu yaparken evde öğrendiğim
ve çok sevdiğim bağlamayı elimden bırakmadım.
Şimdi bağlama eğitimi alıyorsun, değil mi? Berlin’de
bulunma sebebin de bu…
Evet, buranın en büyük sanat üniversitesi olan UDK’da
(Universität der Künste) okuyorum. Bir bağlama bölümü açılmıştı,
beni biliyorlardı, aradılar ve buraya taşındım. Hamburg’da piyano
okuyordum, aynı zamanda saksafon da yan enstrümanımdı. Bugüne kadar
hep Batı müziği eğitimi aldım ben. Aslında şimdi de öyle. Bölümümün
adı bağlama ama o dersi saymazsak, gerisi hep Batı müziği dersleri.
Hocam, Taner Akyol. Bağlamayı bambaşka bir yere götüren isimlerden.
Onu bir orkestra elemanı olarak kullanabiliyor. Şimdi onunla
çalışıyoruz.
Fuat Saka, ‘80’li yılların sonunda bizi şaşırtan
isimlerden biriydi. Devrimci ozanlar saz çalarken o saksafonlu
şarkılar yapıyordu. İlk dinlediğimde çok şaşırdığımı, ufkumun
açıldığını hatırlıyorum. Hemen ardından Livaneli’nin dönüşüyle
birlikte yol başka bir yere gitti. Sen şanslısın, oradan
başlamışsın. Belki de evde sürekli âşıklar dinleniyor olsa, bugün
bulunduğun yer daha farklı olurdu.
Aslında o taraftan da besleniyorum. Biz Sivas’ın Şarkışla
ilçesinden gelmişiz. Babamla annem aynı köyden. Halamlarla ya da
anneannemle konuşurken fark ediyorum ki aslında ailede oradan
buraya taşınan bir gelenek var. Müzisyen yok ama halk edebiyatı
geleneğini sürdürüyorlar. Babaannem, anneannem, halalarım ağıt
çeker, şiirler yazardı. Hâlâ onları söylüyorlar. Memleketten uzağım
ama mayamda o geleneğin izleri var. Bu aralar ailemden de uzağım
ama eve gider gitmez hemen bunları soruyorum. Halam geçenlerde bana
babaannemin bir ağıdını okudu. Okula gitmemiş ama bunları bugüne
taşımış…
Doğal olarak sen de o kaynaktan besleniyorsun… Var mı
peki bunları kayıt altına almak gibi bir projen?
Elbette. Bilhassa babaannemin söylediklerini türkü olarak
dinleyiciye aktarmak istiyorum. Aslında başladım buna: Çıkarmayı
planladığımız albümde ondan duyup sevdiğim “Kar Yağar” adlı bir
türkü var.
Ne zaman çıkacak bu albüm?
Kayıtlar bitti, miks aşamasındayız. Kapak yazılarını Türkçe ve
İngilizce olarak hazırlıyoruz, türkü sözlerini çevirmek biraz zaman
alıyor. Çıkması Mayıs’ı bulur gibi görünüyor.
Ama öncesinde bir 45’lik plak
çıkartacaksınız…
Evet. “Oy Oy Emine” var o plakta. Bir de “Kürk” adlı bir
enstrümantal şarkı var. Saykodelik bir çalışma bu…
Hayır, onu yaparken aklımızda sahiden o şarkı vardı. Onu Alex’le
birlikte piyanoda çok çalardık, sonra “Neden onun gibi bir şarkı
yapmayalım?” dedik, bu çıktı ortaya…
EP’deki güzel yorumlardan biri Özdemir Erdoğan şarkısı
“Gurbet”. O nasıl geldi önünüze?
Yaptığımız tiyatro projesinde söylediğimiz şarkılardan biriydi.
Hatta açılış şarkısıydı. Bir anlamda grubun yan yana gelmesine
sebep şarkıdır. Sebastian getirdi önümüze ve “Bu şarkı size çok
uyar” dedi. Ben açıkçası o zamana kadar duymamıştım, bilmiyordum
ama dinledik ve çok beğendik.
“Nem Kaldı” da mı böyle geldi?
Onu nasıl bulduğumuzu çok hatırlamıyorum. Bazı şarkılar bir anda
düşüveriyor önümüze. “Nem Kaldı” da onlardan biri. Bulduk,
dinledik, çok sevdik ve hemen çalmaya karar verdik. Hatta bir kere
çaldık, bir kere çalıştık, sonrasında stüdyoya girip kaydettik.
Hücum kayıttır, enstrümanlar canlı çalınmıştır.
Bu sizin sound’unuzu da belirliyor ama… ‘60’lı ya da
‘70’li yıllarda olduğu gibi girip çalıyorsunuz.
Hep öyle kaydediyoruz şarkıları. Bütün grup aynı anda giriyoruz,
çalıyoruz ve söylüyoruz. Bu yüzden plakta da sahnedeki sound’u
kolay yakalayabiliyoruz.
Sahne repertuvarınız plaktakilerden ibaret değil ama,
“Leylim Ley” gibi şarkıları da söyleyebiliyorsunuz…
Ben sevdiğim şarkıları söylemeyi seviyorum. “Leylim Ley”,
babamın çok sevdiği, çok söylediği bir şarkıydı, ondan öğrendim.
Şimdi konserlerde söylüyorum. Bir dönem “Yali Yali”yi de çalıyorduk
konserlerde ama zaman zaman repertuvar değişiyor. Hep aynı
şarkıları çalmaktan sıkılıyoruz, farklı şarkılara yöneliyoruz.
Aslında yavaş hareket etmesek repertuvarımız çok daha geniş olacak
ama olamıyor. Elbette çaldıklarımızı sürekli değiştirmek,
geliştirmek isteriz. Seçtiğimiz türkülerin değişik yörelerden
olmasına özen gösteriyoruz.
Bir de “Senede Bir Gün” kaydın var, SoundCloud
hesabından erişilebiliyor ona…
Bir yandan yeni şarkılar, türküler ararken diğer yandan
hatırımdaki Türkçe şarkıları söylüyorum. “Senede Bir Gün” çok
sevdiğim bir şarkıydı, beş yıl kadar önce kaydetmiştim onu, öyle
kaldı. Kalbimden gelen bir şey o.
Grup Şimşek’le yaptıkların bir yana, başka projelere de
imza atıyorsun… Geçtiğimiz Haziran ayında düzenlenen Torstrassen
Forever başlıklı festivalde seni Ballhaus’ta Tellavision’la
birlikte izleme olanağım olmuştu. O nasıl bir proje?
Küçük bir projeydi o. Sahneye çıktık ve plak yaptık. Bunları
yapmak durumundayım çünkü başka türlü olmuyor. Sadece grupla
ilerlemeye kalksam sürekli yan yana gelemediğimiz için bir yerde
tıkanıyoruz. Tellavision’la birlikte çaldığım şarkıyı (“Katschma”)
çok seviyorum. Ritimli ama bir yandan da hüzünlü. Değişik bir
şarkı.
.
Yaptığınız EP’deki ayrıksı şarkı, Nâzım Hikmet’in
şiirinden bestelediğiniz “Davet”. Onu nasıl kattınız
repertuvara?
Benim fikrimdi. Bestesine de katkım vardır. Hep beraber yaptık o
şarkıyı. Stüdyoda, kayıt öncesinde doğrudan buluşup hazırladık ve
hızla kaydettik. Çok sevdiğim bir şiirdi, kayıtlı olsun
istedim.
Edebiyatla aran nasıl?
Türkçe edebiyatı yakından takip edemiyorum maalesef. Evdeki
kitaplardan bildiğim kadarıyla ilgiliyim.
Başka şiir besteleriniz var mı?
Yeni albümde bir Nâzım Hikmet şiiri daha var: “Çocuklara Verelim
Dünyayı”. Enstrümantal şarkılarımızdan biri üzerine babam
okuyor.
Albümde bizi ne gibi sürprizler bekliyor?
Yeni enstrümantal şarkılar, bir kısım cover’lar ve farklı
denemeler… “Kürk”, yeni enstrümantal şarkımızın adı. Önce 45’lik
plakta dinleyici karşısına çıkacak, sonra albüme de alacağız. Çok
heyecanlıyız çünkü bu kez farklı bir albüm olacak. Biraz daha
hüzünlü… Tek saz, bas ve gitarla yorumladığımız akustik
şarkılarımız var mesela, bunlar kendi şarkılarımız.
Başka bir yere atlayayım: Eskilerden tanıdığın, bildiğin
insan var mı? ‘60’lı yıllardan bu yana Almanya’ya gelen, burada
yaşayan pek çok müzisyen var…
Maalesef onlarla hiç temasım olmadı. İlk tanıştığım müzisyen
Taner Akyol –ki onu bile bilmiyordum. Elbette herkesle tanışmak
istiyorum ama Hamburg’da küçük bir semtte büyüyünce böyle bir
fırsatın olamıyor. Belki da babamın bana yol göstermesi iyi
olurdu... Erken dönemde merak ettim ama 17-18 yaşlarındayken nereye
gidip kimle nasıl tanışacaksın? Aslında bir hatıram var: Babam beni
beşikte gezdirirken Fuat Saka’yla karşılaşmışız, onu sürekli
anlatır ama bunu da ben hatırlamıyorum (gülüyor).
Berlin’e gelmeden önce hep Hamburg’da mı
yaşadın?
Bir ara İstanbul’da yaşamayı denedim. Erasmus’la gitmiştim,
orada kalmayı düşünüyordum başta ama geri döndüm. Buradaki sınava
girdim, kazandım ve Taner Akyol’la tanıştım. Şimdi düşünüyorum,
böylesi daha iyi olmuş.
ElektroHafız’la nasıl buluştunuz peki? Türkiye’den yakın
zamanda Köln’e gelen, oraya yerleşen ve ses getiren çalışmalar
yapan bir isim… Anladığım kadarıyla maziniz biraz
eski…
Haklısın, benim eski arkadaşım. Almanya’da çok bilinen bir isim.
Bizi buluşturan albüm, “Saz Power”. Zorlu’da da aynı sahneyi
paylaşacağız. Onunla birlikte konserin çok iyi geçeceğinden eminim
çünkü sahnede çok hareketli. Birlikte iyi bir ortam
yakalayacağız.
“Saz Power”a nasıl dahil oldunuz siz?
Kerem (ElektroHafız) bizi albümün yapımcısı olan arkadaşı
Ercan’la (Demirel) buluşturdu. Elimizde hazır bir şarkımız vardı,
onu verdik albüme çünkü yeni şarkı yapacak vaktimiz olmadı. “Üç Kız
Bir Ana”yı dijital olarak yayımlamıştık. O plakta kendine yer
bulması güzel oldu; önemli bir proje çünkü. Şu dönemde sazla ilgili
şarkıları buluşturan bir projede yer almak bizim açımızdan da çok
güzeldi. Böylesi plaklarda yer almak, en az festivallerde sahne
almak kadar önemli.
Sahnedeki duruşun da farklı. Bağlama aslında bir eşlik
enstrümanı, oturarak çalınır ama sen alıp sahnede
dolanıyorsun…
Bunun bir şekilde olması gerekiyordu çünkü o grupta bunu yapmam
biraz saygısızlık olarak algılanırdı. Solo konserlerde oturarak
çalıyorum ama grupla olduğumuzda oturmak tuhaf oluyor. Kaldı ki
sahnede dolanmak bana da serbestlik sağlıyor. Yavaş yavaş
öğreniyorum çünkü zor bir şey bu. Saz, oturarak çalınacak şekilde
tasarlanmış. Dolaşarak çalmak beni de zorluyor. Belki seneye
sazımda bir değişiklik yaparım. Taner Hoca’nın bir sazı var, onu
kullanabilirim. Erdal Erzincan’ın da böyle bir sazı vardı…
Taner Akyol, Erdal Erzincan gibi isimler geçmişken
sorayım: Sahnede yan yana gelmeyi istediğin bir isim var
mı?
Selda Bağcan vardı, oldu. Gaye Su Akyol’un da katıldığı bir
konserde onunla yan yana geldim. Belçika’daydı ve aynı sahneyi
paylaşmak benim açımdan çok güzeldi. Bunun dışında hayranı olduğum,
dinlediğim bazı isimler var. Fuat Saka’yla aynı sahnede olmayı çok
isterim. BaBa ZuLa da böyle bir isim; neyse ki onlarla yan yana
geldik, çaldık.
Son olarak yaptığınız müziğe dinleyiciden gelen tepkiyi
sorayım… Elbette sahnede aldığınız tepkiden söz ediyorum. Bilhassa
Avrupalıların ilgisi nasıl?
Çok seviyorlar ve çok eğlenerek dinliyorlar. Buradaki seyirciler
daha çok onlar çünkü maalesef burada yaşayan Türkiyeliler
konserlerimize gelmiyorlar. Etkinlikleri düzenleyenler onlara
ulaşamıyor. Böylesi şeylere açık olan insanların pek haberi
olmuyor. Ancak sosyal medya aracılığıyla bu açığı kapatabiliyoruz
ya da kapatmaya çalışıyoruz. Gördüğüm kadarıyla Avrupalı
dinleyiciler bizi çok seviyorlar. Türkiye’de yapılan müzik hakkında
pek düşünmemiş insanlar ya da orada yapılanı başka türlü
algılıyorlar. Konsere geldiklerinde bütün algıları değişiyor ve
sevmeye başlıyorlar. Hele hele bu müzikle dans edebildiklerini
görünce, bir anda seviyorlar. Üstelik yaş skalamız da bir hayli
geniş: Küçük çocuklar da seviyor, ihtiyarlar da dinliyor bizi.
Geçtiğimiz yıl Fransa’da bir kütüphanede çalmıştık… Hafta sonları
çocuklara yönelik etkinlikler yapan bir ortam burası. Biz de
bunlardan birinde yer aldık. O semtte daha çok Araplar ve
Türkiye’den gelen çocuklar var. Ben Fransızca bilmiyorum ama grup
arkadaşlarım şarkılarda ve türkülerde anlatılanları Fransızca'ya
çevirdiler, onlar hakkında bilgiler verdiler ve çocuklar bunlarla
çok eğlendi. Dahası, ilerleyen dakikalarda kırk çocuk bizim
şarkılar eşliğinde bir anda dans etmeye başladı! Benim açımdan çok
güzel bir deneyimdi bu.