Kabul; kimi insan daha özeldir, Hamdoş mesela. Biraz da bu nedenle sanırım, anılarının sonunda yaşamının muhasebesini yapıyor kısaca. Çekilen acılar, yitip giden arkadaşlar, işkenceler... Varılan yer, kaderci bir toplum. Sürekli bölünerek darmadağın olan bir Türkiye solu. Hamdoş biraz kırgın ve kızgın doğrusu ama sözlüğünde yılgınlık yok.
Gaziantepli sosyalist, TİP’li Hamdi Doğan, 13 Temmuz’da vefat etti. 2014 yılında bir kitap yayınlamıştı, anılarını naklettiği. Bildiğim kadarıyla tuttuğu notları çocukları temize çekmiş. Zaman, tesadüfler ve Tanıl Bora... Sonunda İletişim Yayınları’ndan çıkan kitabın başlığı, “Türkiye İşçi Partisi’ne Âşık Oldum.” Yazarı, hikâyenin, o büyük aşkın kahramanı, Hamdi Doğan’ı herkes Hamdoş olarak biliyor. Kitap yayınlanınca, ben de Hamdoş’a aşık olmuş, Cumhuriyet’in ve Birgün’ün kitap eklerine bir iki satır yazmıştım, 2014’ün Temmuz ayında.
Yazı yayınlandıktan sonraki ilk bayram bir telefon geldi. Telefondaki ses, "Nasılsın kurban" diyerek hâl hatır soran Hamdi Doğan’dı. Hamdoş abi, yazıdan haberdar olmuş, teşekkür için aramıştı. Sonrasında çoğu bayram telefonla konuştuk Hamdoş abiyle. Yalan olmasın, ben herhalde yalnızca bir kez erken davranabildim; hep o önce arayıp beni utandırdı. Her zaman aynı sıcaklıkla, samimiyetle konuştu. Hiç yüz yüze sohbet edemedik. Yıllarca, bir ara Antep’e gitmeyi ve misafiri olmayı düşündüm. Olmadı.
20 Temmuz 2014 tarihinde Birgün’de yayınlanan kitap yazısını, bir iki sözcük değişikliğiyle bir kez daha, bu kez Hamdoş abinin güzel anısına yayınlamak istedim...
“Antepli bir köylünün anıları mıydı okuduğum yoksa roman mı, ya da Türkiye’nin son yetmiş yıllık siyasetinin ve toplumsal yapısının anlatımı mı, bilemiyorum. Hepsi birden sanırım. Gerçi çoğu anı kitabı için aynı tespit yapılabilir. Her yaşam öyküsü bir tarih anlatımı aynı zamanda. Çünkü her kişisel tarih, ‘bütün’ olanın içinde yer alır ve en özel görünen öyküler dahi o bütün hakkında ipuçları sunar. Hamdoş’un kitabını diğerlerinden belli ölçüde ayıranın ne olduğunu düşündüğümde, ilk fark ettiğim ‘dil’ oluyor. Hamdoş bir köylü. Yaklaşık dört yüz sayfanın, bir Antep köylüsünün Türkçesi ve anlatımıyla akıp gidiyor oluşundaki içtenlik. En duru haliyle anlatıyor olup biteni Hamdoş. İçtenlik, kitabın her sayfasına ve tabii sistematiğine de sinmiş durumda.
Örneğin, birden bire, ‘yeri geldi’ diye düşündüğünden olsa gerek, bir insanı anlatmaya başlıyor. Olay örgüsü içine birini yerleştirip onu betimliyor. Bazen yetinmeyip aklına o sırada gelmiş gibi üç beş kişiyi daha, yeni başlıklar açarak anlatıyor. Hemen ardından yeniden kaldığı yere dönüp Türkiye siyaseti ve sol mücadelenin içine çekiyor okuyanı. Bu son derece amatör ya da savrukmuş gibi görünen yolu, bir ‘yöntem’ olarak tercih ettiğini hiç sanmıyorum. Hamdoş, canı nasıl isterse öyle anlatmış. Belli ki o sırada, arkadaşının, yoldaşının silikleşen hayali canlanmış gözünde ve ona bir de rahmet dilemek istemiş, “Ruhu şad olsun” diyerek. Hamdoş bu samimi yolla, yalnızca 1950’lerden bugüne Türkiye kırsal ilişkilerini, canlığını sürdüren feodal kalıntıları ve solun hal-i pür melalini anlatmıyor. Aynı zamanda diğer devrimcilerden haberdar olmamızı da sağlıyor. Adı pek bilinmeyenlerden.
Adını sanını duymadığımız, duymayacağımız, parti ilişkileri ve ülke siyasetinin dişlileri arasında birkaç kişinin anısı olmaktan öteye geçemeyecek insanlar. Din adamı, çiftçi, berber, terzi gibi meslek erbabının şu ya da bu ölçüde sola yaptıkları hizmeti anlatıyor. Ama bu anlatım, yalnızca ‘şu kişi şöyle örgütledi, şu kişi şu kaynağı buldu’dan ibaret değil. Örneğin bir berberin, müşterisine eşitliği ve sömürüyü anlatması; yeminine sadık kalıp kendisini halkına adamış bir doktorun aynı işi muayenehanesinde yapması; avukatın devrimcilerin davalarına bedava bakması; dişçinin hastasına TİP’i övmesi; ciğercinin kebabını şişe dizerken parti tüzüğünden söz etmesi; kalaycının ve marangozun sömürünün bilincinde oluşları…
Terzileri unutmayalım! Emek ile terzilik mesleği arasında kurduğu güzel bağ ile anlatıyor, neredeyse tüm Antep terzilerinin sosyalist oluşunu (Terzi Fikri’yi getiriyor akla, değil mi!). Sayfalar ilerledikçe adı sanı bilinenleri, Mihri Belli’yi, Hikmet Kıvılcımlı’yı, Cenan Bıçakçı ve Uğur Cankoçak’ı da anlatıyor aynı samimiyetle. Ancak bu isimler zaten şöhret. Asıl değerli olan, tanınmayanların, sıradan insanların mücadelesinin aktarılması. Hamdoş, eşitlik arayışının yaşamın her alanında, toplumun en küçük hücresinde bir ömür süreceğini anlatmaya çalışıyor bizlere. Belki de ‘hatırlatıyor’ demeli.
Hamdoş’un yaşamı 1930’larda, yoz ağalık ilişkilerinin en acı hatıralarıyla başlıyor. 1940’lar ve DP döneminin sıkıntıları, talanı; sömürü ilişkileri… Derken, askerlik günleri ve 27 Mayıs ardından kurulan TİP ile tanışma. TİP ile aralarındaki büyük aşk bu tanışmayla başlıyor ancak sosyalist düşünceyle, daha sonra muhtarı olacağı köyün eski ‘ağası’ tanıştırıyor Hamdoş’u. Köylüsüne sömürü ve eşitlikten söz eden Ağa... Hamdoş’un sonraki yaşamı, TİP, diğer sosyalist örgütlenmeler ve eşitlik mücadelesi. Türkiye’de bu mücadeleyi yürütenlerin başına gelenler, ‘Alevi’ köyün muhtarı Hamdoş ile yoldaşlarının başından da eksik olmuyor haliyle. Ne de olsa tüm köyü de TİP’li yapıyor! Alevi ve sosyalist bir köy! Baskı, işkence, gözaltılar, aşağılanma, 12 Eylül sonrası çekilen çileler…
Ailesiyle, sevgili çocukları ve değerli eşi Ayyuş ile evliliği, kitabın özel yaşama dair kısmı. Ancak, kendisini sosyalist örgütlenme mücadelesine adamış bir insanın özel yaşamı ne kadar olursa, o kadar. İlişkilere hangi gözle baktığınız önemli kuşkusuz ancak bu kitap, siyasi idealleri ve topluma adanmış yaşamında ‘bencillik’ yapmaktan kaçınmayan bir erkeğin hikâyesi olarak da okunabilir, bir yanıyla. Hamdoş, karısına "Geri dönmeyebilirim" diyerek çıkıyor kapıdan her seferinde; "Gidebilir miyim?" diye hiç sormuyor. Hiçbir zaman. Belki de, evliliklerinin başındaki açık ve zımni anlaşmaların, birbirlerine duydukları derin sevginin sonucudur...
Kitabın kalanı, özenle örülen bir mücadelenin, fondaki Türkiye solu ile birlikte anlatımından ibaret. 1960’ların sonunda yaşanan bölünmeler, bu arada Hamdoş’un her zaman Aybar’ın yanında saf tutuşu, TİP’in kapatılması, sonraki siyasi oluşumlar vs... Türkiye’de solun en güçlü ve canlı olduğu dönemin, çalışkan, azimli ve mücadeleci bir insan tarafından, samimiyetle değerlendirilmesi... Aybar’ın yanında ama Behice (Boran) Ana’sına duyduğu çok büyük sevgi, Sadun (Aren) Hoca’ya saygısı, Çetin Altan’ın etkisi, her satırda hissediliyor. Sosyalist mücadele içinde yer almış, emek harcamış her arkadaşına, küçüğüne, büyüğüne sevgi, saygı besliyor; ayrımcılık yapmadan, eşitliği gözeterek. Buna mukabil, ‘insanız elbet kimi insan daha çok sevilir, yapacak bir şey yok,’ der gibi bir hali de var bazı satırlarda. Doğruya doğru...
Hamdoş’un anılarını okuyunca, bugünün vurdumduymazına kızmak gerekir mi? Eşitlik, adalet, sömürü, toplum için mücadele denildiğinde, boş gözlerle bakanlara. Bilmiyorlar demek ki, bilseler öyle bakmazlar. İnsanın bir ideal için azimle mücadele etmesi de öğrenilir, yaşamdaki her şey gibi. Kabul; kimi insan daha özeldir, Hamdoş mesela. Biraz da bu nedenle sanırım, anılarının sonunda yaşamının muhasebesini yapıyor kısaca. Çekilen acılar, yitip giden arkadaşlar, işkenceler... Varılan yer, kaderci bir toplum. Sürekli bölünerek darmadağın olan bir Türkiye solu. Hamdoş biraz kırgın ve kızgın doğrusu ama sözlüğünde yılgınlık yok. Bu nedenle Gezi’de çok mutlu olmuş.
Umutsuzluğa yer olmayan yaşamına dair sözlerini, Nazım’la bitiriyor Hamdoş;
"Güzel günler göreceksiniz çocuklar, güzel günler…"
Görür müyüz, görmez miyiz, bilmiyorum Hamdoş abi. Ama bıkıp usanmadan mücadele edeceğiz, eşitçe ve insan gibi yaşamak için.
Bazen insan çok yorgun hissediyor. Her yorgun, senin telefondaki ‘Nasılsın kurban?’ diye soruşunu duysaydı, keşke.