Hamit Bozarslan: AKP’nin artık legalite diye bir derdi yok

Tarihçi ve siyaset bilimci Prof. Dr. Hamit Bozarslan’a göre 31 Mart seçimlerinin ortaya koyduğu iki olumlu gelişme var: Kürt hareketinin dört yıldır yaşadığı “Kristal Gece”ye rağmen çökmemesi ve iktidarın ürettiği şiddet söyleminin kitleleri hiçbir şekilde ikna edememesi. Fakat Bozarslan’a göre bununla beraber iki olumsuz süreç de kaygı verici şekilde devam ediyor: Devletin kartelleşmesi ve paramiliterleşme. İstanbul’un muhalefet tarafından kazanılmasının Erdoğan’ın bütün tarihsel vizyonuna meydan okunması anlamına geldiğini düşünen Bozarslan, iktidarın artık legalite diye bir derdi olmadığı görüşünde.

İrfan Aktan iaktan@gazeteduvar.com.tr

31 Mart yerel seçimleri AKP-MHP’nin kampanya sürecindeki “beka sorunu” söylemi dolayısıyla Türkiye siyasi tarihinin en önemli seçimi haline geldi. Neticede seçmenin belirleyici bir bölümü iktidarın hedefinin aksine radikal söyleme prim vermedi ve ılımlı bir söylemle kampanya yürüten muhalefete yöneldi.

Buna mukabil iktidarın başta İstanbul olmak üzere kaybettiği çok sayıdaki şehrin sonuçları sindirememesi, kaybedişi reddetmesi, halk iradesinin yansıdığı söylenen sandığa yönelik pozisyonunu ortaya koymaya yetiyor.

Peki 31 Mart seçimleri iktidarın ve muhalefetin geleceği açısından ne türden ihtimaller doğurdu? Kürtlerin Türkiye’nin batısındaki örgütlü tercihinin doğuracağı olası siyasi sonuçlar neler olabilir? İktidara yakın bazı gruplardan, çevrelerden gelen tehditkâr açıklamalar ne anlatıyor? Devletin paramiliterleşmesi olgusunun olası sonuçları neler? Uzun yıllardır Paris’te yaşayan, Ortadoğu’da şiddet, siyasal hareketler, toplumsal dönüşümler, Kürt sorunu gibi konuların yetkin uzmanlarından Prof. Dr. Hamit Bozarslan’a bağlanıyoruz…

Prof. Dr. Hamit Bozarslan

Uzaktan bakınca 31 Mart sonrası Türkiye nasıl görünüyor?

Türkiye’de iki olumsuz süreç devam ederken, göründüğü kadarıyla iki olumlu gelişme var. Olumlu gelişmelerden biri Kürt hareketinin çökmemiş olması. Nazan Üstündağ, 1 Kasım seçimlerinden hemen sonra “Kürtler 7 Haziran’dan bu yana bir Kristal Gece’yi yaşıyor” diyordu. (‘Kristal Gece’, 9 Kasım 1938 tarihinde Almanya’daki Yahudilere ait mekanlara yapılan Nazi saldırısı.) “Kristal Gece” dört yıldır sürdüğü halde Kürt hareketi 31 Mart’ta Şırnak’ta, Muş’a bile çökmedi. En azından belediye meclis seçimlerinde bu çok açık görülüyor. Sanıyorum Türkiye’nin demokratikleşmesi umudu açısından bu çok önemli bir olgu. İkinci olumlu gelişme ise AKP’nin ya da Erdoğanizm'in özellikle büyük şehirlerde artık bir anlam üretememesidir. AKP aynı zamanda şiddet dışında hiçbir söylem de üretemiyor. Şiddet söylemi ise tepki görüyor ve kitleleri hiçbir şekilde ikna edemiyor.

Devam eden iki olumsuz süreçten kastınız ne?

Birincisi devletin kartelleşmesi sorunudur. Türkiye’de devletin kartelleşmesi yeni bir olgu değil. İttihat ve Terakki tamamen bir kartel sistemiydi. Susurluk döneminde de bu yaşandı. Fakat şu anda bu kartelleşme çok daha ciddi bir boyutta devam ediyor. Devletin paramiliterizasyonu bu bağlamda ciddi bir sorun olarak devam ediyor. İktidar bloku çökmedi ve bu blokta sadece AKP-MHP değil, başka bazı aktörler de var. Devletin paramiliterizasyonunda ÖSO’dan JÖH-PÖH’e, ulusalcılık-milliyetçilik dinamiklerine kadar bir dizi faktör yer alıyor. Dolayısıyla son derece endişe verici; devletin şu veya bu şekilde rasyonel, legal bir yapıya kavuşabilmesini engelleyen bir faktör. Devam eden ikinci süreç ise, daha önceki söyleşide de konuştuğumuz üzere Türkiye toplumundaki çöküştür. (Bozarslan’la daha önce yaptığımız söyleşi şurada.)

Yani 31 Mart sonuçlarına rağmen toplumsal çöküşün devam ettiğini mi düşünüyorsunuz?

Bence devam ediyor. Söylemin tümüyle nefret ve kabalık üzerine kurulduğunu ve dayatıldığını siyasetten eğitime, ekonomiden gündelik hayata kadar her alanda görebiliyoruz. Keza insanların zamana ve mekâna olan güvenlerinin çökmesinde de bunu görüyoruz. Şu anda bence yapılması en gerekli şeylerden birisi, bu çöküşün bir bilançosunu çıkarmaktır.

Bilanço çıkarmak ne işe yarar?

Son on beş-yirmi yılda o kadar çok kanıksandı ki, insanlar kırılma noktalarının neler olduğunu bile unuttu. Yeni anlamlar üretebilmek için bence Türkiye’nin bütün alanlarında genel bir tablosunu çıkarmak gerekiyor. Eğitimden sağlığa, tarımdan dış politikaya, dinden dile kadar her alanda bir bilanço çıkarıp bunun ışığında geleceği yeniden düşünmek gerekiyor.

SÜRREAL OLAYLARIN BİLE KISA SÜREDE KANIKSANMASI TOPLUMU TEHDİT EDER

Türkiye’de son zamanlarda Sebastian Haffner’in Bir Alman’ın Hikâyesi kitabı elden ele dolaşıyor. Haffner bu kitabında 1914-1933 yılları arasında Almanya’da Nazizme nasıl kayıldığını gündelik hayat deneyimi üzerinden anlatırken insanların savaş, iç çatışma, ekonomik çöküntü, yoksulluk, açlık dâhil her türlü felaketi nasıl bir hızla kanıksadığını ortaya koyuyor. Kitapta toplumdaki militarizasyonun yarattığı toplumsal anomali ve bunun Nazizme nasıl evrildiği ve Hitler tapınçlığının vardığı boyutları görüyoruz. Kitabı okuyan bazı arkadaşlar, o dönemin Almanya’sıyla şimdinin Türkiye’si arasında bir mukayeseye de girişiyor. Sizce bizdeki vaziyet böylesi bir mukayeseye açık mı?

Haffner’in 1938’de yayınlanmış olan bu kitabına ben de çok sık gönderme yapıyorum. Fakat şimdinin Türkiye’siyle bir mukayese yapma konusunda biraz dikkatli olacağım. Bir Alman’ın Hikâyesi’nin aynı zamanda başka kitaplarla birlikte okunması gerekiyor. Örneğin Victor Klemperer’in III. Reich’ın dili üzerine yazdığı kitaplara bakmak lazım. George Mosse’in Almanya ve Avrupa’da gaddarlaşma, Peter Gay’in Almanya’da hassassızlaşma sürecine ilişkin kitapları önemli. Şunu unutmamalı ki, 1918’in Almanya’sı, savaştan çıkmış ve tümüyle çökmüş bir ülkeydi. Toplumun, gençlerin militarizasyonu, bir alternatif olarak demokrasinin dıştalanması, rasyonalitenin tümüyle imha edilmesi, insanlık ve hümanizmle ilgili değerlerin tümden inkârı, akıl almaz bir mistisizm gibi olgular söz konusuydu. Fakat Türkiye’nin, 1918 Almanya’sından farklı olarak tümüyle bu noktada olmadığını, toplumun önemli bir kesiminde demokratik beklentilerin devam ettiğini görüyoruz. Ancak çok dikkatli olmak gerekiyor. Çünkü neredeyse sürreal olayların bile çok kısa sürede kanıksanması bütün toplumlarda hem demokrasiyi hem de rasyonaliteyi tehdit eden bir olgudur. 1920’lerde ve ’30’larda Ernst Bloch gibi düşünürleri en fazla endişelendiren meselelerden biri de rasyonalitenin imha edilmesi ve kanıksanma olgusuydu.

ŞİRAZESİNDEN ÇIKMIŞ BİR CARL SCHMİTTCİLİK VAR TÜRKİYE’DE

“Naziler artık, şimdiye kadar olduğu gibi hesapsız ve taşkın münferit aksiyonlarla değil, sistematik bir şekilde, kılı kırk yaran bir titizlik ve düzenle, kanunlar ve kararnamelerle yapıyorlardı bu işi. Nazilerin devrimi bir memur çehresi takınmıştı artık… Bir Alman’ın uyum sağlamaktan başka hiçbir şey yapamayacağı bir gerçeklik oluşuyordu.” Bir Alman’ın Hikâyesi üzerine yazılan bir yazıda Haffren’in bu cümleleri aktarılıyor ve yazı şu çarpıcı tespitlerle devam ediyor: “Sosyal demokratlar ne Ruhr konusunda ne de diğerlerinde kendilerini Yahudi-komünist, vatan haini, dış mihrak denklemine sokacak oyuna geldi. Hitler’in hakemliğini yaptığı “millilik” yarışında geride kalamazlardı, kalmadılar. Sosyal demokratların sonuna mâl olsa da uzlaşı bir rahatlama yaratmıştı… Sosyalist partilerin tabanı da dahil olmak üzere yüz binlerce muhalif, Nazi partisine, ahlâki bir baskı hissetmeden geçmiş, kutuplaşmadan doğan gerginlik son bulmuştu. Nazi muhaliflerinin toplandığı kamplar hakkında konuşmamak için cezai müeyyidelere gerek kalmamıştı, kampların varlığı, yerleri, oralarda neler yaşandığı milli bir sır haline, kendiliğinden dönüşmüştü. Siyasal kutuplaşmanın zamanı dolmuştu, devir Alman halkı devriydi…” Son zamanlarda Türkiye’de sıklıkla “mahalle değiştiren” laiklerle karşılaşıyoruz. İktidara yanaşan “laik” müzisyenler, sanatçılar kutuplaşmadan yorulduklarını, bunun artık bitmesi gerektiğini vurguluyor. Almanya’daki sosyal demokratların durumuyla Türkiye’deki “mahalle değiştirme” olgusunda bir benzerlik var mı sizce?

Geleceğe ilişkin bir çıkarsamada bulunmak için henüz erken ama Haffner’in analizlerini dikkate almak lazım. Thomas Mann’ın oğlu Klaus Mann’ın Mephisto isimli kitabı da bu açıdan çok önemlidir. Klaus Mann, 1929’dan itibaren komünist hareketin ileri gelenlerinden bazılarının bile çok kısa zamanda Nazileştiğinden söz ediyor. Fakat Türkiye benzetmesi açısından yine çok erken. Nazizm yeni bir olguydu ve Almanya’da radikal muhafazakâr bir devrimin taşıyıcısı olarak kendisini tanıtıyordu. Soldan gelen bir sürü kişi, bu “devrimci” söyleme kendisini kaptırabiliyordu. Tabii burada oportünizmle birlikte başka faktörler de vardı. Fakat “milli devrim”, “sosyal Darwinist devrim”, “muhafazakâr devrim” gibi kavramlar Almanya’da belli bir yer tutmuştu. Aynı zamanda rejenerasyon, yeniden diriliş teması Almanya’da son derece güçlüydü. Enflasyondan kurtulmak, Versay sisteminden çıkmak gibi söylemler üzerinden Hitler, Alman halkına hitap edebiliyordu. Weimar sistemi 1919’da kurulmuş ve 14 yıl içinde, 1933’te çökmüştü. Oysa Türkiye’de 17 yıldır iktidarda olan bir rejim var. Türkiye toplumundaki yorgunluk ister istemez Erdoğanizmle açıklanabilecek bir yorgunluk. Bu yorgunluğun neyi üretebileceğini şu anda açıklamak, öngörmek çok zor. Fakat 2009 yılından beridir rejim yeni krizler olmadan, kendisini radikalleştirmeden anlam üretemiyor, iktidarda kalamıyor. Sürekli yeni iç ve dış düşmanlara ihtiyaç duyuyor. Şirazesinden çıkmış bir Carl Schmittçilik var Türkiye’de. Düşmanın kim olduğu bilinmiyor, fakat sürekli bir savaş, beka söylemi üretiliyor. Başta da dediğim gibi, Kürt hareketi her şeye rağmen çökmedi. Çok büyük bir ihtimalle de Kürt hareketine karşı yeni bir baskı dalgası gelecek. Sistemin artık kutuplaştırmadan devam etmesi çok zor görünüyor. Fakat bu kutuplaşmaya toplumun nasıl bir yanıt vereceğini, bunun dış faktörler tarafından nasıl yeniden yanıtlanacağını, ekonomik krizin neler üreteceğini kestiremesek de, sistemin yeni krizler olmadan kendini sürdürmesinin zor olduğunu biliyoruz.

31 Mart sonuçları, toplumun kutuplaşmaya, kutuplaştırıcı söyleme karşı nasıl bir yanıt verdiğini göstermeye yetmiyor mu?

AKP-MHP’nin, ulusalcıların, paramiliter güçlerin söylemi son derece radikaldi. Buna karşın muhalefetin söylemi kutuplaştırıcı olmaktan uzaktı. HDP’nin, CHP’nin, hatta kökeni MHP’ye dayanan İYİ Parti’nin bile söylemi kutuplaştırıcı değildi. Dolayısıyla iktidarın söylemiyle muhalefetinki arasında ciddi bir asimetriyle karşı karşıyayız ama bunun ne tür sonuçlar doğurabileceğini zaman gösterecek.

.

İstanbul’da AKP’nin itirazları dolayısıyla yaklaşık iki haftadır seçimin resmi sonucu açıklanmıyor. Üstelik bu belirsizlik sürerken Tayyip Erdoğan, Rusya seyahatinden hemen önce bir açıklama yaparak İstanbul’da usulsüzlükler olduğunu, hatta buradaki seçimin bütünüyle usulsüz olduğunu ileri sürdü. Pek çok yerde kazanmış belediye başkanlarına mazbataları verilmiyor. 31 Mart sonrası uygulamalar, Türkiye’de seçimin de artık hükümsüzleştirilebileceğini mi gösteriyor?

Bir kere AKP’nin, sistemin artık legalite diye bir derdi yok. Evet, legaliteyi formel, şekli olarak imha etmiyor ama plesibitenin dışına çıkan legaliteyi kesinlikle kabul etmiyor ve buna uymak zorunda olmadığını açıkça gösteriyor. 31 Mart’ta da bu anlamda radikal bir kırılma yaşandığı kesin ama bu da yeni bir olgu değil. Öte yandan AKP’nin kurumları tümüyle çökertmeye başlamış olması da yeni değil. AKP veya en azından Erdoğanizm nezdinde millet ve reis arasında organik bir birliğin varolduğu düşünülüyor. Erdoğanizme göre bu organik birliğin yıkılabilmesi mümkün değil. Erdoğanizme göre buna meydan okunması ya bir ihanet veya hile gerektiriyor. Erdoğanizmin kurumları ve legaliteyi sistematik olarak imha etmesinin temelinde aynı zamanda bu olgu var. Eğer millet ve reis tek meşruiyet kaynaklarıysa ve bunların meşruiyeti organik olarak birbirine bağlılığı gerektiriyorsa, o zaman bu meşruiyete meydan okunması ister istemez ihanet anlamına geliyor.

Peki eğer “millet” bu “organik bağı” örneğin seçimler yoluyla koparmaya yönelirse?

Erdoğanizme göre ontolojik bir saflığa sahip milletin bu bağı koparması mümkün değil. O bağın kopması için ya bir hilenin veya ihanetin olması gerekiyor. Erdoğan’ın söyleminde Türkiye, Tanzimat sonrasında bir yabancılaşma, kendine ihanet süreci yaşıyor. Fakat bu süreçte hainler ya aydınlar ya da muhalefet oluyor. Milletin ontolojik saflığı, temizliği ise devam ediyor. Eğer millet şu veya bu şekilde yanlış oy vermişse, burada ya bir ihanet olmuştur, ki AKP’nin kendi içinde de bir ihanet olabileceği söylemi üretiliyor veya bir hile vardır. Üçüncüsü, Erdoğan’ın tarih vizyonunu ele almak lazım. Buna göre Türk milletinin ikili bir misyonu var. Birinci misyon, dünyaya hakim olmak. Yani Türk-cihan hakimiyeti mefkuresi. Dünyaya hukuk, medeniyet getirmek. İkincisi de İslam’ı korumak.

CHP’NİN İSTANBUL’U ALMASI ERDOĞAN’IN TARİH VİZYONUNA MEYDAN OKUMAKTIR

Türklerin cihan hakimiyeti misyonuna ilişkin söylemin AKP iktidarındaki taşıyıcı unsurunun da MHP olduğu söylenebilir mi?

Tabii. Aynı zamanda Erdoğan’ın oluşup geliştiği 1970’li yıllarda okuduğu kitaplar da genellikle bu temaları ele alıyor. Burada iki tarih çok önemli: 1071, Malazgirt. 2071’de, yabancılaşma ve iç ihanetten dolayı akim kalmış, kırılmış bu bin yıllık tarihsel misyonun yeniden başlatılması hedefi var. Diğer tarihsel dönemeç ise 1453, İstanbul’un fethi. 2053 hedefi yeniden imparatorlaşma seviyesine yükselmek. Madem ki milletin geçmiş ve geleceği reisin şahsında tecessüm ediyor, imparatorlaşma süreci açısından son derece önemli olan şehrin, İstanbul’un hıyanete veya hileye teslim olabilmesi mümkün değil! Ayasofya’nın “kılıç hakkı” olarak görülmesi bile bunu gösteriyor. Dolayısıyla İstanbul’un Erdoğan açısından özel bir önemi var. Eğer Türklüğün bir tarihsel misyonu varsa ve 1453, 1071’den sonraki en önemli tarihse ve de gelecek, 2053 ile 2071 arasında kurulacaksa, o zaman İstanbul’un kaybedilebilmesi mümkün değil.

Ama AKP son tahlilde kaybetmek zorunda kalabilir.

Tabii, ama İstanbul’un muhalefet tarafından kazanılması, Erdoğan’ın bütün tarihsel vizyonuna meydan okunması anlamına geliyor. Ayrıca Erdoğan’ın İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı seçildiği 1994’ü unutmamak lazım. 1994 yılı, bin yıllık misyonun bu sefer Fatih’te, Yavuz’da veya Kanuni’de değil, yeni bir reiste, Erdoğan’da tecessüm etmesinin başlangıcıdır.

İKTİDARIN EN BÜYÜK SİLAHLARINDAN BİRİ AKLİ MELEKELERİ İMHA ETMEK

.

31 Mart 2019 ise hem laiklere hem İslamcılara hem Kürtlere hem de Kemalistlere hitap edebilen Ekrem İmamoğlu gibi bir aktörün de ortaya çıktığı tarih oldu. İmamoğlu’nun kurduğu dilin bir karşılığı olduğu da görüldü. İmamoğlu karakteri, Erdoğan’a karşı yeni bir liderlik algısının toplumsal kabul haline gelmesini sağlayabilir mi?

Bakın, tam da burada Nazi Almanya’sıyla Türkiye arasındaki belirgin bir farkı da görüyoruz. Nazi Almanya’sında yükselen güç, son derece radikal ve düşmanlığa, şiddete dayanan bir söylemdi. İmamoğlu’nunki kısmen de olsa yükselen, toplumda karşılık bulan, son derece ılımlı, en azından kabalığa dayanmayan bir söylem. Suriye felaketinden, ekonomik faciadan ve güven çöküşünden sonra insanlar belki de artık kabalığa ve şiddete dayalı bir söylemi istemiyor. Bunun sonu nereye dayanır, bilemiyorum; belediyelerden de çok büyük bir beklentimin olmadığını belirteyim. Büyük ihtimalle belediyeler dışında da, biraz önce bahsettiğim gibi öncelikle bir Türkiye bilançosunun çıkarılması ve bunun ışığında yeni platformların, yeni alternatiflerin, yeni anlamların kurulması gerekiyor. Belediyelere zaten pek çalışma veya özgürlük alanı tanınacağını sanmıyorum. Elbette bu, 31 Mart’ın anlamsız olduğunu kesinlikle göstermiyor.

Yeni alternatifler, platformlar neler olabilir sizce?

Türkiye’de sivil toplum pek gelişkin değil ama mesela akademiden atılanlar çıkıp kendi özgür akademilerini yaratmaya çalıştılar. Okurlarının sayısı beş-on bin de olsa alternatif gazeteler, internet platformları var. Çeşitli yerlerde okuma salonları oluşturuluyor. Benzer çabalar artırılabilir ama öncelikle bilançonun, son on beş yılda neler olup bittiğinin ortaya konması gerekiyor. Kronolojinin anlamsızlaştırılmasına izin verilmemeli. Nazi Almanya’sında da gördüğümüz gibi iktidarın en önemli silahlarından birisi akli melekeleri, toplumsal hafızayı imha etmek. Türkiye’de de bu bilinçli bir şekilde yapılıyor. Hafızayı yok etmek AKP açısından neredeyse bir toplumsal mühendislik halini almış durumda. Toplumun tutamaklarının imha edilmesi, zamana, mekâna direnememesi söz konusu. O nedenle son on beş yılın anlamlandırılması, bilançosunun yapılması yeni anlamlar üretebilmek adına da son derece önemlidir.

İktidarın muhtemelen hafızalardan silmek isteyeceği olaylardan biri de 31 Mart sonuçlarına HDP’nin ve Kürtlerin belirleyici etkisi. Fakat HDP’nin stratejisi her ne kadar İstanbul başta olmak üzere Türkiye’nin batısındaki sonuçları tartışmasız biçimde belirlerken, kayyım atanan tüm belediyeleri devralma gayesine ulaşamadı. Sizce 31 Mart, Kürtler açısından nasıl bir dönemeç?

Kürt hareketi şu anda Türkiye’de en fazla direniş potansiyeline sahip hareket olma özelliğini koruyor. Başta da söylediğim gibi Kristal Gece’si dört yıldır sürdüğü halde Kürt hareketinin hâlâ bir yığın şehirde varlık gösterebilmesi son derece önemli. Sanırım hiçbir ülkede bu kadar uzun ve yaygın bir baskıya başka herhangi bir hareket bu kadar direnemezdi. Kürt hareketinin ürettiği söylem çok önemli. Çünkü HDP, Kürtlüğünü inkâr etmeyen ama aynı zamanda birleşmeyi de mümkün kılan, AKP’ninkiyle tamamıyla asimetrik konumdaki bir söyleme sahip. Tabii bu, Kürt hareketi üzerine bir tartışma olmaması, yeni stratejilerin düşünülmemesi, Kürt hareketinin eleştirilmeyeceği, eleştirilemeyeceği anlamına gelmiyor. Bu iki hususu birbirinden ayırmak gerekir. Öte yandan artık Kürt hareketine indirgenemeyecek bir batıdaki Kürt seçmen olgusu var. Bu olguyla beraber Kürt hareketinin ve HDP’nin potansiyelinin ne kadar güçlü olduğu ortaya çıktı. Görüldü ki, Kürtler büyük metropollerde de örgütlü hareket edebiliyor ve sonuçları belirleyebiliyor. Ayrıca bu kadar baskıya, çok sayıda belediyenin küçük farklarla kaybedilmesine veya bazılarının gasp edilmesine rağmen HDP’nin 60 küsur belediye alması küçümsenmemeli.

ŞU AN SUSURLUK’UN ÇOK DAHA YOĞUN BİR BİÇİMİYLE KARŞI KARŞIYAYIZ

Kürtlerin hem kendi coğrafyalarında hem de batıda belirleyici güç olması, siyasi geleceklerine ilişkin ne anlatıyor?

Bence iki olguyu konuşmamız lazım. Bir kere CHP’nin demokratikleşebilmesi, Kürt sorununu kabul etmesi, ulusalcılıktan çıkması mümkün mü, değil mi? Kürt hareketinin mahalli idarelerde iktidar dengelerini değiştirmenin ötesine geçebilmesi için Türk toplumunda demokratik bir beklentinin veya değişim potansiyelinin olması gerekiyor. CHP o potansiyeli yaratabilir mi, çok emin değilim. İkincisi, yeni bir baskı dalgası Kürt hareketini ya da Kürt toplumunu çökertir mi, ondan da pek emin değilim. Tabii devletin bunun için çok daha yoğun bir şiddet politikasına geçmesi ve o şiddetin aynı zamanda İstanbul’a, Ankara’ya, Mersin’e, Adana’ya, İzmir’e filan da taşınması gerekecek. Devlet elbette bugünkünden daha yoğun bir şiddet politikasına gidebilir, ama böylesi bir zor stratejisine başvurabilir mi, bilemeyiz. Devletin şu anki paramiliterizasyonu şiddet üretebilen bir ittifakı var. Bunun içinde PÖH-JÖH, SADAT gibi teşkilatlar, polisin içine sızmış bazı kuvvetler olabilir. Türk toplumu da son derece silahlanmış bir toplum. Bu değişik aktörlerin özerk, otonom şiddet üretme potansiyelinin ne olduğunu şu anda öngörebilmek mümkün değil. Unutmayalım ki Türkiye, Susurluk meselesini çözmedi. Susurluk, devletin paramiliterizasyon sürecinin sonucuydu ve şu anda o sürecin çok daha yoğun bir biçimiyle karşı karşıyayız.

Peki AKP’nin, iktidarını yeniden tesis etmenin bir yöntemi olarak yeni bir hat çizme ihtimali olduğunu düşünüyor musunuz?

AKP, yeniden pragmatik bir çizgiye gelebilir. Fakat AKP’nin pragmatizmi de iki-üç hafta sürüyor. AKP sürekli kendisini radikalleştirmeden iktidarda kalamıyor. Dahası, aslında bir AKP’den bahsetmek de mümkün değil. Çünkü bir yanda Erdoğan, diğer yandan da devletin kartelleşmesi, ikili olarak kontrol edilemeyen bir olgu olarak duruyor. Bu kartelleşme sürecinin ne tür pragmatik hamlelere yol verebileceğini kestirmek zor.

İÇ SAVAŞA VARMAYAN BİR PARAMİLİTERİZASYON SÖZ KONUSU OLABİLİR

Belli kriz anlarında iktidara yakın bazı kalemler, muhalefete parmak sallayarak “sokağa çıkın da görün neler olacağını” türü beyanatlar veriyor. Bu tür beyanlar pek çok insanda iç savaş korkusu yaratıyor. Sizce böyle bir tehlike söz konusu mu?

İç savaşa varmayan bir paramiliterizasyon söz konusu olabilir. 1990’lı yıllardaki faili meçhul cinayetleri, köylerin, Lice gibi bir şehrin tümüyle yakılmasını, Newroz’ların bastırılmasını unutmayalım. O zamanki paramiliterizasyon gelecekte çok daha değişik bir boyut alabilir. Susurluk aynı zamanda devletin kendi içindeki rant savaşıydı, devlet ajanlarının birbirlerini imha etmesine kadar varan bir iç çekişme süreciydi. Keza 2015 sonrası Kürdistan’a ya da Afrin’e baktığımızda paramiliterizasyonun boyutları açık. Şu anki paramiliterizasyon süreci Türkiye’nin batı bölgelerinde pek görülmüyor. Fakat değişik zor yöntemleriyle karşı karşıya kalınabilir.

Türkiye’deki olumlu ve olumsuz olguları teraziye koyduğunuzda hangisi daha ağır basıyor?

Kürt hareketinin çökmemesi ve iktidarın artık anlam üretememesi, kitlelerin şiddet diline topluca dahil olmaması olumlu gelişmeler; bununla birlikte devletteki kartelleşme ve paramiliterizasyon sürecine ilave olarak ekonomik krizin ne tür sonuçlar doğuracağı henüz net değil. Bu olumsuz olguların ağır basması direnmemek, direniş platformlarının, mekânlarının oluşturulmaması anlamına gelmiyor. Burada da Nazi Almanya’sından bir fark var. Hitler iktidara geldikten sonra, 27 Şubat 1933’te Reichstag binasını kundaklattı ve ardından komünist avı başlattı. Toplama kampları Reichstag’ın yakılmasından sonra kuruldu ve artık Almanya’da bir muhalefetin oluşmasının imkânı kalmadı. Türkiye’de her şeye rağmen bir yığın anlam üretebilme ve direnme sahaları var. Çok kısa zamanda demokratik bir değişime yol açmasa bile bu sahaların geliştirilmesi, direniş potansiyelinin korunması gerekiyor. Yarın İstanbul seçimleri iptal edilebilir, yahut herhangi bir damgalamayla İmamoğlu tutuklanabilir. Fakat muhalefetin seçimde böylesi bir başarıya ulaşmış olması bile kendi başına önemli bir gelişmedir.

Tüm yazılarını göster