Paris’teki École des Hautes Etudes en Sciences Sociales (Paris Sosyal Bilimler Yüksek Okulu) öğretim üyesi, Prof. Dr. Hamit Bozarslan, bundan tam iki yıl önce yaptığımız “AKP’nin artık legalite diye bir derdi yok” başlıklı söyleşide devlet içindeki çeteleşmenin yarattığı tehlikeye şu sözlerle dikkat çekmişti: “Devletin paramilitarizasyonu, şiddet üretebilen bir ittifakı var. Bunun içinde PÖH-JÖH, SADAT gibi teşkilatlar, polisin içine sızmış bazı kuvvetler olabilir. Türk toplumu da son derece silahlanmış bir toplum. Bu değişik aktörlerin özerk, otonom şiddet üretme potansiyelinin ne olduğunu şu anda öngörebilmek mümkün değil. Unutmayalım ki Türkiye, Susurluk meselesini çözmedi. Susurluk, devletin paramilitarizasyon sürecinin sonucuydu ve şu anda o sürecin çok daha yoğun bir biçimiyle karşı karşıyayız.”
Daha sonra, yine 2019 yılında Express dergisine verdiği mülakatta Bozarslan şu tespiti yapmıştı: “Türkiye’de Führer prensibi geçerli. Ama 2016’dan bu yana, ciddi olarak değişen tek şey devletin çok radikal bir şekilde kartelleşmesi. Bu kartelin içinde sadece Erdoğan yok. Ergenekon muhipleri var, Susurluk var. Charles Tilly’nin çok-aktörlü ya da çok-parçalı tiranlık diye bir kavramı var. Biz de çok-aktörlü bir tiranlıkla karşı karşıyayız.”
Bir süredir tam da bu “çok-aktörlü tiranlık” içinde görev yapmış olan Sedat Peker’in itiraflar da içeren ifşaatlarına odaklandık. Haliyle bir kez daha Hamit Bozarslan’ın kapısını çaldık…
birartibir.org sitesine çok çarpıcı bir mülakat veren hidrobiyolog Levent Artüz, yıllardır her türlü pisliğin, atığın dibine pompalandığı Marmara Denizi’nin öldüğünü, pek çok balık türünün yok olduğunu söylüyor ve ortaya çıkan müsilajı da “cesedin çürümesi” olarak tanımlıyor. Marmara Denizi yok olmadı, su duruyor ama ölü bir deniz ve “kokmaya” başladı.
Evet, bu olayı duydum. Bunu Türkiye’deki iktidara benzetebiliriz. Çürümüş, kokmaya başlayan, ölü ama öldüğünü bilmeyen, hatta öldüğü bilinmeyen ve varlığını sürdüren bir iktidar.
Sedat Peker videolarını izlediniz mi?
Tiyatronun Shakespeareyen boyutunu görmek için videolardan bir tanesini izledim ama diğerlerinin de transkriptlerini okudum. Türkiye’de en azından legal, rasyonel boyutta bir devlet yok. Hatta bildik anlamda bir rejimden söz etmek zor. Var olan şey daha ziyade bir fesat kumkuması. Ortadaki tablo gösteriyor ki, birbirinden ayrışamayan ama birbirleriyle bütünleşemeyen aktörler söz konusu.
Neden iktidar içindeki bu aktörler hem ayrışamıyor hem de bütünleşemiyorlar?
Bir kere Sedat Peker’in bu büyük tablo içinde sadece bir kenar notu olduğunu unutmayalım. Çok önemli ama sadece bir kenar notu. Olup bitenden anladığımız kadarıyla bir yanda Peker, Eken dâhil Mehmet Ağar ve çevresinin oluşturduğu Birinci Susurluk, diğer yanda Soylu ve çevresinin oluşturduğu İkinci Susurluk var. Her ikisi arasında ciddi devamlılıklar ve ciddi kopuşlar var. Bunların birbirlerinden ayrışabilmesi de birbirleriyle bütünleşebilmesi de mümkün değil. Susurluk döneminde “üniformalı çete” diye bilinen ama aslında 7-8 ayrı çete vardı. Yani tek bir Susurluk çetesi yoktu. Paramilitarizasyonun son derece hızlandırılmış olması ve para-ekonominin gelişmesinden dolayı büyük ihtimalle şu anda da devletin içinde sadece bir-iki değil, çok daha fazla çete yapılanması var. Organik bir şekilde birbirlerine bağlı oldukları halde bir yandan da büyük bir fesat kumkuması olarak birbirlerinin kuyusunu kazan çeteler bunlar. O yüzden buradan gördüğüm kadarıyla Peker gerçekten de sadece bir kenar notu. Fakat çok şey bilen bir kenar notu.
Peki Peker’in yapmaya çalıştığı şey ne?
Esasen iktidara mafyanın ethosunu hatırlatıyor. “Mafya hukukunda birbirine ihanet olmaz” diyor ve tepki olarak devletin kirli çamaşırlarını ortaya döküyor. Bu açıdan Peker bir turnusol kâğıdı, bir katalizör. Peker’in teatral yanı mafya kültürünün nasıl bir boyut kazandığını da gösteriyor. Zira burada söz konusu olan sadece Peker değil, “abi” dedikleri de hedef aldıkları da bunun bir parçası. Peker’in açıklamaları bu parçaların beraber veya birbirine karşı ne tür paralel yapılanmalar olduğunu, mafya içindeki ihanetleri, ihanete karşı nasıl cevap verildiğini gösteriyor. Mafya hukukuna göre haminin himaye etmediği birisinin intikam alması bu işin bir gereğidir. Peker’in tiyatrosunda bu da var. Öte yandan bu süreci izlerken insan psikolojisini kesinlikle gözardı etmememiz gerekiyor. Marx, Tocqueville, Troçki kişisel psikolojilere çok önem veren düşünürlerdi. Muktedirlerin psikolojisi aynı zamanda iktidarın da psikolojisidir. Öyle görünüyor ki bütünü oluşturan parçalar arasındaki fesat kumkuması çok boyutlu ve durmayacağı kesin.
Peker’in videoları ve etrafında dönen tartışmalar, gerilimler, Soylu’daki tedirginlik, Erdoğan’daki rahatlık, yapılan karşı hamleler iktidarın psikolojisine dair bize ne anlatıyor?
Erdoğan da pek rahat değil, çünkü Soylu sadece kendini temsil etmiyor. PÖH ve JÖH’lerde Soylu son derece önemli bir aktör ve bu güçler hiyerarşik olarak kendisine bağlı. Diğer yandan işin Suriye’deki bazı cihatçı grupların bağlı olması muhtemel MİT boyutu, SADAT boyutu var. Birbiriyle ayrışan ve birleşen çok boyutlu bir kumkuma var ortada. O yüzden herkes tedirgin. Peker’in söyledikleri ve söyleyecekleri bazılarının kısa vadede işine yarayabileceği gibi herkesi rahatsız, tedirgin edebilecek şeyler. Soylu’nun elinde Erdoğan’a karşı ciddi kozları var ama Erdoğan’ın da elinde Soylu’yu tek imzada devirme gücü var. Öte yandan Hannah Arendt totaliter teşkilatlar için “gün ışığında faaliyet gösteren gizli örgütler” diyor. İktidarın bileşenleriyle birlikte gün ışığında faaliyet gösteren ama aslında gizli bir teşkilat oluşturduğunu söyleyebiliriz. Bu teşkilatın kendine has bir kültürü var ki, sadece Peker’inkiyle sınırlı olmayan “tiyatro” bunu çok iyi gösteriyor. Nitekim Erdoğan’ın, Soylu’nun estetiğine baktığınızda ortada bir devamlılık olduğunu görüyorsunuz. Burada ortaya ikinci bir olgu çıkıyor; pakt.
Neyin paktı?
Fransız filozof Jean Baudrillard mukavele yani kontrat ve pakt arasında fark olduğunu söylüyordu. Mukavele birbirleriyle eşit olan ama çıkarları birbirleriyle uyuşmayanların açık bir müzakere sonucunda vardıkları uzlaşmadır. Halbuki pakt kanla imzalanır, kan bağı gerektirir ve bozulduğunda da kanla bozulur. Susurluk meselesi buydu. Susurluk aynı zamanda devlet içindekilerin birbirlerini kaçırıp işkence veya infaz etmesini de beraberinde getirmişti. Eğer bir pakt içindeyseniz, onun demokratik bir niteliğe sahip olması mümkün değildir. Kan bağıyla oluşturulmuş bir pakt ancak ve ancak kan dökülerek bitirilebilir. Peker de bunu çok açık bir biçimde gösteriyor.
Nasıl gösteriyor?
Peker aslında “bana kanla imzalattığınız himaye paktına uymazsanız, ben de asi bir evlat olarak bu paktı kanla çözerim” diyor. Fethullah Gülen olgusu da kısmen böyleydi ve pakt kanla bitirildi. Yarın-öbür gün Peker’inkine benzer yapılarla da böylesi bir pakt sonlanmasına tanık olabiliriz. O nedenle Peker’in psikolojisi, Shakespeare’den yola çıkan iktidarı teatral biçimde dillendirme boyutu, iktidarı bütün çıplaklığıyla ortalığa seriyor. Artık böyle bir iktidarın kendini, kodlarını, kan bağlarını “gün ışığında” gizleyebilmesi son derece zor.
Peker’in videoları milyonlarca kişi tarafından izleniyor ve teatral gösterisi sayesinde bazı karşıtlarında bile sempatiyi andıran duygular geliştirdiği görülüyor. Bu olgunun kendisini nasıl okuyorsunuz?
Bu Pablo Escobar kültü gibi, çok tehlikeli bir olgu. Mevcut haldeki yasadışılığa ancak yasadışılıktan yola çıkarak cevap verebilmek eril bir söylem, eril bir cevaptır. “İhanet etmiş babaya”, -ki bu, başkalarını da döven bir baba- eril bir söylemle isyan eden oğulun kahraman olarak görülmesi geleneği Osmanlı’da zaten vardı. Efeler, Çukurova isyancıları, Kozanoğulları gibi pek çok örnek sıralayabiliriz. Bunların çok büyük bir kısmı halkla teması olan, halk direnişini temsil eden kişiler değildi. Sultanla, tiranla, diktatörle paktın bozulması nedeniyle, ama halk direnişiyle alakasız biçimde karşı çıkan birine yönelik sempati hem tehlikelidir, hem de bir muhalefetin oluşmadığının, egemen karşısındaki güçsüzlüğün göstergesidir. Güçsüz olanın gücü Peker gibi bir kişiliğe atfetmesi, kendisinin yapamadığını ondan beklemesi hazindir. Elbette Peker videolarının aynı zamanda bir pop kültürü boyutu var. Pablo Escobar bunu çok iyi kullanan biriydi mesela. Yarın bunu şu ana kadar “hayırseverlik” vurgusu sınırlı olan Peker’de de görebiliriz. Escobar hem bir isyancı, hem bir lider, hem bir feylezof iddiası taşıyordu ki, Peker’de de tüm bu iddiaları görüyoruz. Escobar aynı zamanda hayırseverliğe soyunan, çocukları okutan, yoksula ekmek veren biri olarak ortaya çıkıyordu. Susurluk çetesinde ortaya çıkan Abdullah Çatlı da ülkücü çevrelerde böylesi bir mitosa sahipti ve ölümünden sonra hakkında bir yığın kitap yayınlandı.
Fakat Peker, Çatlı’dan farklı olarak ilk defa ülkücü cenahın dışında da kendisine bir hitap alanı yarattı…
Bu bir ilk çünkü 25-30 yıl önce Internet diye bir olgu yoktu. Gazete Duvar’da okudum; Fransa’da bazı Türk ve Cezayirli gençler Peker için bir hip-hop şarkı yapıp klibe çekmişler. Internet sayesinde Peker gibi bir kişinin popüler kültüre yansıması çok daha mümkün hale geliyor. Öte yandan 1990’ların koşulları şimdikinden çok daha değişikti. Susurluk döneminde toplumun en azından bir bölümünün şeffaflaşma, demokratikleşme beklentisi vardı. Bazı sosyal muhalefet dayanakları ve bir şekilde bağımsızlığını korumaya çalışarak bunların sesini aktarmaya meyyal bir medya vardı. “Ebedi aydınlık için bir dakika karanlık” kampanyasının başlatılıp genişlemesi bile bu açıdan önemli bir göstergeydi.
Peki şu anki toplumun olup bitenlere yönelik yaklaşımını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Nefret edilen iktidar sanki halkın değil “başkalarının” sorunuymuş gibi görülüyor. Sanki bu iktidara yönelik direnişi de “başkaları” üstlenmeliymiş gibi bakılıyor. Yani Türkiye toplumunda bu olanlara karşı bir sorumsuzlaşma söz konusu. Bu açıdan Türkiye toplumu reayalaşıyor. Reaya iktidarın işine karışmaz, iktidara soyunmaz, ata binmez ve kılıç kuşanmaz. Bu, İslâm felsefesinde çok açıkça dile getirilen bir olgudur ve Osmanlı’nın siyasal kültürü de reayalaşmaya dayanıyordu. Reayanın korunma hakkı var ama hak talep etme hakkı yoktur. 1990’larda her şeye rağmen toplumun bir kesimi reayalaşmamıştı ama bugün çok açık bir reayalaşma yaşanıyor. Bu reaya Köroğlu’na, Topaloğlu’na, Kozanoğlu’na alkış tutabilir ama kalkıp da “ben iktidar olmak istiyorum, başka türlü bir ülke istiyorum” gibi bir talebi dile getirmez. Tekraren söylüyorum, reaya Sultan tarafından bahşedilen haklarla yaşar ama kendisinin hak talep etme hakkı yoktur. Kendisinin hak talep etme hakkı olmayınca, ister istemez hak arayışını başka mercilere kaydırır. O merci geçmişte bir Kozanoğlu iken, çağımızın değişen koşullarında Internet yayınlarını izledikleri Sedat Peker gibi biri olabiliyor. Başta da söylediğim gibi Peker bu hikâyede bir kenar notu ama bir katalizör olarak bütün taşları yerinden oynatan birisi haline geldi.
Reayalaşmayı toplumun boyun eğmeye yatkınlığıyla değil, çok ciddi devlet baskılarıyla izah etmek daha gerçekçi olmaz mı?
Elbette, zaten çok şiddetli bir baskının sonuçlarını görüyoruz ama gördüğümüz şey, bunun ötesine geçen bir olgu. Meseleyi sadece baskıyla açıklayamayız. Ortaya çıkan tepkiler çok yoğun olsa da bunlar bir harekete, direnişe dönüşemiyor. Ama aynı zamanda sanki Peker’in bu hareketi, bu direnişi sağlayabildiğine yönelik bir algı gelişiyor. Bu direnemeyenin direniş duygusunu başka bir merciye aktarması gibi tuhaf bir vesayet olgusuna işaret ediyor.
Yani bazı kesimler, kendilerinin yapamadığını böylesi bir mafya karakterinden mi bekliyor?
Hayır, kimse Peker’den bizi kurtarmasını beklemiyor. Ama Peker’e karşı “dinsizin hakkından ancak imansız gelir” yaklaşımı var. İmansızın gelmesinin kendilerinin kurtulacağı anlamına gelmeyeceğini herkes biliyor. Fakat “imansız” “dinsize” karşı teşvik ediliyor. Burada psikoanalitik olarak son derece problemli bir şey var. Sanki bu iktidara ancak ve ancak ona benzeyen veya ondan biri direnebilirmiş, ona müstahak olan ancak buymuş gibi bir algı söz konusu. Reayalaşmış bir toplum, hak talep etme hakkı olmadığını düşünür ve iktidarın işine karışmaz. Olan bitenleri sadece seyreder. Oysa hak talep etme hakkı aynı zamanda hukuku yapma, düzenleme, değiştirme hakkıdır. Bir birey olarak özne olma hakkıdır. Eğer bu haktan muaf tutulmuşsanız, sizi bu haktan mahrum bırakanla karşı karşıya gelemeyince, onu bir başkasının yaptıklarına müstahak görmekle yetinirsiniz.
1990’larda, devletin anti-Kürt savaş için devşirdiği çetelerin giderek devlet içi çürümeye yol açtığına Susurluk kazası vesilesiyle şahit olmuştuk. 1990’lar “rejimi” o tarihten itibaren dikiş tutmamış ve giderek çökmüştü. Bugünkü Peker “kazası” ve bu süreçte beliren pek çok karanlık ilişki ağları bize mevcut iktidarın geleceğine dair ne anlatıyor?
Açıkçası bir öngörüde bulunmak çok zor ama son on yıldır artan bir hızla ağırlaşan, son birkaç yıldır da ciddi bir ekonomik krizle sarsılan yapı var. Bana öyle geliyor ki, Türkiye’de “Başkan Babamızın Sonbaharı” dönemi yaşanıyor.
Nereye atıf yapıyorsunuz?
Gabriel García Márquez’in 1970’lerde yayınlanan, ebedi bir diktatörün yaşamına dair romanı olan “Başkan Babamızın Sonbaharı” romanına… Bir türlü bitmeyen ama tümüyle çökmüş, çürümüş bir diktatörü anlatıyor roman. Bitmeyen ama hiçbir anlam üretemeyen, hiçbir ikna edici güce, siyasi içeriğe sahip olamayan, böylesi bir muhteva üretemeyen ama muhaliflerini ardı ardına idam etmekten bir türlü vazgeçmeyen, sadece ve sadece dağıttığı rantlarla yaşayabilen, toplumsal olarak anakronik hale gelmiş bir diktatörlük. Türkiye’de de son on yıldır buna benzer bir halden söz edebiliriz. Böylesi iktidarlar her an devrilebileceği gibi, varlığını çok uzun bir süre devam da ettirebilir. Dolayısıyla “Başkan Babamızın Sonbaharı”nın ne kadar süreceğini bilmiyoruz, kaldı ki bunun bir de kış dönemi var.
Peki bugünkü vaziyeti tarihsel bağlama oturttuğumuzda nasıl bir tablo çıkıyor ortaya?
Ortada 100-150 yıllık bir hikâye var. Abdülhamit’in sözde merkezileştirilmiş otokratik rejimi kendisini aynı zamanda bir restorasyon rejimi olarak takdim ediyordu. Abdülhamit döneminde bir yanda açık, görünen, belirlenmiş bir rejim varken, diğer yanda da bir iç devlet vardı. Sadece casuslar yoktu, aynı zamanda tamamen paramiliter bir sistem olan Hamidiye ordusu vardı. İttihat ve Terakki ise gün ışığında faaliyet gösteren ama tamamen gizli bir çete, paramiliter bir örgüttü. O devirden 1960 ve 70’lerdeki komando kamplarına ve bugüne kadar çok uzun süreli bir devamlılık var. Bu süreç boyunca devletin legal, rasyonel bir yapı olarak ortaya çıkışı son derece istisnaidir. Belki burada Kemalizm bir istisna olarak gösterilebilir. Kemalizmi de istisna yapan şey, on yıllık savaşın yarattığı ağır bedel nedeniyle rasyonelleşmenin kaçınılmaz olması ve Mustafa Kemal’in Talat Paşa ekibini tümüyle entegre etmesiydi.
Nasıl yani?
Mustafa Kemal, Enver’in adamlarının büyük bir kısmını tasfiye etti ama buna karşın Ermeni Soykırımı’nı yapan devlet bürokratlarının çok büyük kısmını da olduğu gibi devlete entegre etti. Malta sürgünleri, Şükrü Kaya, Abdülhalik Renda… Kemalizmin rasyonelleşme dönemi aynı zamanda İttihatçıların Sosyal Darwinist, organik toplum hayalinin gerçekleşmesi anlamına geliyordu. Neticede Kemalizm istisnası haricinde Abdülhamit’ten beri legal-rasyonel bir devlet olgusu yok. Maddi imkânlar arttıkça, rasyonel devletin oluşma imkânları da azalıyor. Susurluk aynı zamanda buydu. O dönemde Türkiye’deki uyuşturucu ticaretinin cirosu 40 milyar dolardı. Buna bir de savaşın getirdiği güvenlik rantını ekleyince ortaya çok ciddi bir meblağ çıkıyor. Devlet içindeki fragmantasyon, çeteleşme bu pastanın büyümesiyle daha da hızlanıyor ve kanlı bir boyut kazanabiliyor. Son on yıldaki paramiliterleşme de özellikle 7 Haziran 2015 seçimlerinden sonra daha da derinleşti ve pasta çok büyüdü. Bu pasta sadece uyuşturucuyla değil ihalelerle, güvenlik rantıyla, Suriye ve Libya savaşlarıyla muazzam bir boyuta vardı. Hem maddi hem de sembolik kaynakların artması, kesifleşmesi, bu kaynaklara talip olan aktörlerin artması anlamına geliyor. Bu aktörler aynı zamanda paramiliter veya para-ekonomik bir yapıya sahip oldukları için devletin rasyonelleştirilmesi neredeyse imkânsız hale geliyor.
Fakat tepedeki veya derinlerdeki zenginleşmeyle paradoksal bir biçimde Türkiye’de ciddi bir ekonomik çöküntü, yoksullaşma yaşanıyor…
Evet, çünkü kaynaklar, para bahsettiğimiz yerlerde. Belki kaynaklar buralara gittiği için de Türkiye’nin genelinde bir ekonomik çöküş, yoksullaşma yaşanıyor. İktidar zaten bunu sürekli hatırlatıyor: Tanklar, uçaklar, bombalar elbette ekmekten, leblebiden çok daha pahalıya mal oluyor. Ama bu savaş araçları sadece malzeme olarak değil, bunları kullananların kendisi de çok maliyetli. Türkiye’nin son kırk yılda savaşa ayırdığı para trilyon doları buluyor. Bu para paylaşılıyor. Daha doğru bir ifadeyle paylaşılamıyor. 1990’ların başına baktığımızda, Özallı yıllardan kaynaklı bir ekonomik büyüme görüyoruz. 90’ların ikinci yarısı ise, 1994’teki krizle birlikte ekonomik olarak kötü yıllar. Ama aynı dönemde uyuşturucu ve güvenlik ciroları artıyor. 2015’ten bu yana da Türkiye’deki ekonomik durum berbat, yoksullaşma çok derin. Ama güvenlik rantı da hiçbir zaman olmadığı kadar büyümüş.
Ve tüm bu rantın etrafında öbeklenmiş gruplar aynı zamanda iktidar koalisyonunu var ediyor, öyle mi?
Koalisyon bir mukaveleyle yapılır, bizim gördüğümüz ise pakta dayalı bir fesat kumkuması. Benim gençlik yıllarımda oligarşi kavramı kullanılıyordu. Burada cemaatleriyle, suç örgütleriyle birlikte paramiliter nitelik kazanan bir oligarşiden bahsedebiliriz.
Sedat Peker bazı videolarında Kürt ve Alevi meseleleriyle ilgili normalde hitap ettiği milliyetçi-muhafazakâr kitleye radikal gelebilecek şeyler de söylüyor. Suriye’deki Kürtlerle pekâlâ kapitalist çıkarlar etrafında anlaşılabileceğini, çocukluklarında Kürt karşıtı olarak büyütüldüklerini, Osmanlı sonrası tüm halklar Türkleri terk ederken Kürtlerin destek verdiğini vs, anlatıyor. İsmet İnönü’nün, Kürtlerin Türkleştirilmesi gerektiğini söyleyen Kürt raporunu eleştiriyor. Bütün bunlar bize ne anlatıyor?
Peker, tıpkı tüm mafya liderleri gibi, kendisininkini bir suç örgütü lideri olarak görmüyor. Tüm mafya gruplarında lider aynı zamanda bir feylezof, bir tarihçi, toplumu ve dünyayı düşünen, dert eden, vatansever, etik bazı ilkelere sahip biri olarak görülür. Escobar’da da bunu görüyoruz. Unutmayalım ki Escobar aynı zamanda seçimlere katıldı ve senatör olarak seçildi. Peker’i okuduğumuzda da şunu anlatmaya çalıştığını görüyoruz: “Sorumluluk almayan, beni manipüle eden iktidar karşısında sorumluluk alıyorum, toplumun, devletin geleceğini dert ediniyorum. Tarihi de çok iyi bilen biri olduğum için gelecek tahayyülünde de bulunabilen bir feylezofum.” Peker’de aynı zamanda “delikanlılığın” Türklükten veya ülkücülükten alınıp “bulunduğu yerlere” aktarılması söz konusu. Peker’e göre eğer devlet, ülkücüler “delikanlılığı” yapamıyorsa, eğer “ağabeyi” kendisini koruyamıyor, himaye edemiyorsa, o zaman delikanlılığı başka yerlerde aramak gerekiyor.
Nerelere arıyor “delikanlılığı”?
Kürtlükte, Alevilikte yahut tarihte… “Eğer ‘delikanlılık’ bizde bitmiş ama onlarda kalmışsa, o zaman onları anlamamız ve onlara düşman olmamamız gerekiyor.”
Tüm bu olup bitenlere karşı Türkiye’deki muhalefetin tutumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Elbette çok daha başka bir muhalefetin olması arzu edilirdi. Ortada sersemletilmiş bir toplum var. Toplumun bu hale getirilmesiyle paralel olarak iktidardan hesap sormak kriminalleştirildi. İktidarın hesap verilebilirlikten azade bir sultanlık olarak görülmeye, bunun neredeyse kabul edilmeye başlanması çok büyük bir tehlike. Devlet ve rejim sosyolojisiyle ilgilenenler açısından Peker meselesi önemli ama toplumun akli melekelerini imha etmiş olan rejimin kendisinin de rasyonaliteyi kaybetmesi çok daha önemli bir mesele. Buna rağmen muhalefetin kalkıp “hesap vermek siyasetin temel kavramlarından birisidir” diyememesi, bunu toplumsallaştıramaması artık siyaseti siyasi partilerin ötesinde düşünmeyi de gerektiriyor. Yani örgütlenme, direniş, entelektüel sahalar, milyonları içine katacak tartışma platformları oluşturulması gerekiyor. HDP’yi burada ayrı bir yere koyuyorum.
Neden?
Çünkü HDP’nin kalkıp da Türkiye’nin batısında taşları yerinden oynatabilmesi çok zor.
Son yıllarda hem AKP iktidarının İslamcı karakteri hem de laikliğe yönelik saldırılar ve gerici-dinci cemaatlerin elde ettiği alanlar karşısında Kemalizmin belli kitleler nazarında yeniden bir alternatif olarak yükselmesini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Aslında Kemalizm'e karşı alternatif olarak yine Kemalizm sunuluyor. Az çok okumuş birisi Kemalizmin ne kadar radikal milliyetçi, Sosyal Darwinist olduğunu bilir. Eğer Türkiye demografik olarak İslamcılaştırıldıysa, bunda İttihatçılığın ve onun devamcısı olarak Kemalizm'in çok önemli bir rolü var. Ayrıca en azından bir Kürt olarak benim açımdan Kemalizm, faşizmin alternatifi olamaz. Öte yandan Kemalizm eleştirisinin AKP lehtarlığı olarak algılanması, muhalefetin böyle bir girdaba sokulmuş olması yine AKP’nin yarattığı bir sonuç olarak görünüyor.
Fakat şu anda iktidara alternatif olarak geniş kitleleri kapsayacak, yeni bir ideolojik hat örecek sol dinamik yok. Ayrıca Kemalizm'in milliyetçilerden laiklere, ulusalcılardan bazı sol kesimlere, hatta çeşitli Türkçü-İslamcı gruplara kadar geniş bir alanda etki sahası var.
Evet ama Kürtler hariç. Kemalizm'in iki dünya savaşı arasında totaliter ya da pre-totaliter ideolojilerden biri olduğunu, o dönemde parti-devlet sistemiyle karşı karşıya kaldığımızı, “milli-ebedi şef” olgusunun bu dönemde ortaya çıktığını, altı ok olgusunu unutmayalım. Mustafa Kemal’in tahayyülü demokratik bir Türkiye değildi. O 20. yüzyılın anti-demokratik olacağını, bunun da faşizm, Bolşevizm ve Kemalizm ideolojilerine dayanacağını düşünüyordu. Tüm bunlardan da kaynaklı olarak CHP’nin demokratik bir muhalefetin aktörüne dönüşmesi zorlaşıyor.
Peki CHP’nin böylesi bir aktöre dönüşmesi hangi koşullarda mümkün olur?
Türkiye’nin vazgeçmediği ve sürekli tekrarladığı soru şu: “Türkiye nasıl kurtuldu?” Oysa demokratik bir siyasetin soracağı soru şudur: “Türkiye nasıl kuruldu?” Ermeni Soykırımı’nın, Rum Mübadelesi'nin, Dersim Katliamı'nın ve daha nicelerinin üzerine kuruldu Türkiye. İspanya’nın Frankizm'den çıkması onun mirasının sorgulanmasıyla, Bask, Katalan meselesinin ortaya konmasıyla, iç savaşta yaşananların gündeme gelmesiyle mümkün oldu. Frankizm'den çıkış sadece faşizmden, diktatörlükten çıkıp parlamenter sisteme geçilmesi değil, aynı zamanda İspanya tarihinin radikal biçimde sorgulanması ve bütün eksiklikleriyle birlikte Katalanların ve Baskların milli, tarihsel milletler olarak kabul edilmesidir. O yüzden İspanya demokratikleştirilebildi. Portekiz’de diktatörlükten çıkış Salazar rejiminin ve aynı zamanda sömürgeciliğin sorgulanması ve mahkûm edilmesidir. Türkiye’nin de demokratikleşebilmesi için gerçekten radikal bir demokratik tahayyüle ihtiyaç var ve bu da geçmişin radikal sorgulanışı olmadan mümkün değil. Akli melekelerin restorasyonuna ihtiyaç var Türkiye’de.
İktidarın muhalefetle de bir pakt oluşturmaya çalıştığını söyleyebilir miyiz?
Ancak ve ancak itaatkâr olması koşuluyla muhalefete izin verilebileceğine dair bir pakta ulaşılmak isteniyor tabii. Majestelerinin majesteliğini sorgulamayan ama “efendim şunu da şöyle mi yapsak” diyen bir muhalefet isteniyor. Mısır’da Enver Sedat, sonra da Hüsnü Mübarek böylesi bir muhalefeti çok severdi. “Yüce liderimiz biz size itaatkârız ama şu ekmek politikası şöyle mi olsa acaba” diyen bir muhalefet arzulanıyor. Türkiye’de sadece iç değil, dış politika yoluyla da muhalefet esir tutulmuş durumda. Karabağ, Libya, Suriye savaşları “beka” meselesi haline getirilip muhalefet esir alındı.
Peker’in ifşaatlarıyla daha da görünür olmaya başlayan çeteler arası gerilim ve çatışmalara, “fesat kumkumasına” rağmen iplerin hâlâ iktidardın elinde olduğunu düşünüyor musunuz?
İktidarın kontrolü kaybettiği kesin. Sırf Soylu’nun para sayma makinaları üzerinden 17-25 Aralık’ı hatırlatması bile artık her şeyin Erdoğan’ın kontrolünde olmadığını göstermeye yeter. Şantaj mekanizması çok büyük, çünkü işlenen suçlar, paktın tarafları arasındaki kriminal tarih çok büyük. O yüzden bunların hepsi birbirlerini şantajla tehdit edebilecek aktörler. Yarın SADAT da MİT Başkanı da Milli Savunma Bakanı da bunu yapabilir. Çünkü herkes çok şeyin içinde, herkesin herkese karşı eli çok zayıf, herkesin herkese karşı eli çok güçlü. Dolayısıyla bence iktidar kontrol mekanizmalarını tümüyle kaybetmiş durumda.
Bu, iktidara ömür biçmeyi mümkün kılmıyor mu?
Hayır, bu iktidar yola devam edebilir. 2009’dan bu yana İran’da her yıl üç-dört tane devasa skandal ortaya çıkıyor. Pastaranlarla iktidar erkleri bir iç savaş yaşıyor ve herkesin kirli çamaşırları ortada. Ama buna rağmen şu anda iktidarı tehdit edecek bir muhalefet yok. Aynısı Cezayir’de yaşanıyor. 1990’larda Cezayir’de ordunun suç işlediğini söylemek çok zordu. 2000’lerde “ordu suç işlemedi” diyen bir general ciddiye alınmazdı. Generallerin hepsi o kadar gevezeleşmişti ki, hepsi birbirinin kirli çamaşırlarını ortaya seriyordu. Fakat bu, sistemin sonuna geldiği anlamına gelmiyordu.
Eğer skandallar bir sonuç yaratmıyorsa, şantajın tesir gücü niye bu kadar yüksek?
Türkiye’de şantajın tesiri çok yüksek, çünkü suçların uluslararası boyutu var. İran’daki, Cezayir’deki skandalların uluslararası boyutu yoktu veya en azından bu konuda son derece ketum kaldılar. Venezuela, Kolombiya arasındaki uyuşturucu hattı, Suriye’ye silah, Libya’ya cihatçı gönderme gibi olayların ise uluslararası bağlayıcılığı var. Buna rağmen bir şeyin bilinmesi illa iktidarın sonunu getirmez.
Şu anda Gezi olaylarının yıldönümündeyiz. O zaman şimdiki gibi bazı ifşaatlar değil, milyonlarca insanın dâhil olduğu bir halk isyanı söz konusuydu. İktidarın böylesi bir halk tepkisinden bile güçlenerek çıkması, hiçbir koşulda gitmeyeceğine dair duyguyu güçlendirmişti…
Gezi dayanışma ağlarını oluşturdu, nesiller arası bağları kurdu, anlam üretti, fakat 1968, 78 gibi bir nesil yaratamadı. Gezi’nin yıldönümünde iktidar temel felsefesini dile getirdi. Bu temel felsefe de intikam. Geçmişten, demokrasiden, gençlerden, kadınlardan, Gezi’den intikam almak. İktidar siyasetini daha fazla intikam üzerine tasarlıyor. Eski Yemen Cumhurbaşkanı Ali Abdullah Saleh siyaseti “yılanların başı üzerinde dans etme sanatı” olarak tanımlamıştı ki, kendisi de bu anlayışın kurbanı oldu. Türkiye’deki iktidar da bu anlayışa göre hareket ediyor. Türkiye’de tarihsel olarak maalesef ciddi bir şiddet potansiyeli var ve bu taşları yerinden oynatabilir ama bugünkü koşullarda bir halk hareketi görmüyoruz. Buna karşın iktidar, anlamlar düzeyinde hegemonyasını kaybetti; hiçbir anlamda anlam üretemiyor. Afrin’e girildiği zaman bir yığın insan sokakta “Reis bizi Afrin’e götür” diyordu ama Karabağ meselesinde sokağa çıkan olmadı. Birkaç yıl önce Hollanda’yla kriz yaşandığında Türkiye’de Hollanda kökenli öküzler, mandalar kesildi. Geçen sene Fransa’yla bir kriz yaşandığında kimse sokağa çıkmadı. Çünkü Erdoğanizm anlam üretme kapasitesini tümüyle tüketmiş durumda.
Şu anda iktidar karşısındaki muhalif kesimlerde birbirinden farklı birkaç algı var. Kimine göre Türkiye’de küçümsenmeyecek bir demokrasi geleneği var ve bu nedenle gidişat böyle devam etmez. Kimine göre ilk seçimde gidecekler. Kimine göreyse gidecekleri bir seçime gitmezler. Sizce doğru nokta hangisi?
Bence doğru nokta, Fransa’daki Bonapartizm örneğini unutmamak. Seçimle başa gelen bir prensin iktidarı ele geçirip imparatorluk ilan etmesi ve seçimleri parlamento seçimleriyle sınırlaması… 1848-1852 arasındaki Fransa tarihi budur. Dolayısıyla bu tür senaryoları dıştalamamak gerekiyor. Türkiye’nin demokrasi geleneği onu ne şiddet olgusuna, ne darbelere, ne dış siyasette kanlı çıkarlara ne de Erdoğanizme karşı koruyabildi. Türkiye’de demokratik gelenek her zaman çok zayıftı. Tanzimat liberal olmaya çalışsa da demokratik değildi. İkinci Meşrutiyet dönemi kesinlikle demokratik değil, kanlı bir diktatörlük dönemiydi. Kemalizmin demokratik bir dönem olduğunu kimse söyleyemez. 6-7 Eylül olaylarının yaşandığı DP dönemi hakeza. Komando kamplarının oluşturulduğu, Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay’ın ülkücüleri “bunlar vatansever” diye tanımladığı 1960’lar da demokratik değildi. 1970’lerde, 80’lerde, 90’larda yaşananları hatırlayalım. Üstelik demokratik gelenek güçlü bile olsa, her zaman tek başına kurtarıcı olmaz. ABD’de basın, yargı, bürokrasi, toplum direndiği halde Trump gibi bir vakanın ortaya çıkması bile demokrasinin zayıflığını gösterdi.
Türkiye’de iktidar içi çatlaklar, Kürt sorununda, dış politikada, ekonomide tıkanma ve iktidarın yarattığı enkazın içinde kendi sonunu getirmesi bir ihtimal olabilir mi?
Türkiye’deki iktidarın kendi kendini imha etme potansiyeli de var. Fakat mesela Venezuela on yıldır her açıdan çökmüş bir sistem. Fakat Nicolás Maduro’nun başarısı, kendisi kadar kendisine alternatif olabilecek her şeyi de imha etmesi. Nikaragua’daki Daniel Ortega rejimi de çok ciddi bir krizin içinde ve sadece bir klik içinde devam ettirebilirken, kendisine alternatif olabilecekleri de imha ediyor. Türkiye’de de Erdoğanizmin hem kendisini imha etmesi, hem de alternatiflerini anlamsızlaştırması, içlerini boşaltması, alternatifsizliği iktidarının devamlılığı için kullanması ihtimal dışı değil.