Hamit Bozarslan: Ya küresel tiranlık ya enternasyonalizm

Tarih ve siyaset bilimci Prof. Dr. Hamit Bozarslan’a göre korona virüsü krizi üç temel sorunu ortaya çıkardı: İnsanlık tarihini birleştiren korku, krizi tetikleyen anti-demokrasiler ve neo-liberalizmin hakim olduğu demokratik rejimler. Bozarslan’a göre korku anı geçici ve bunun siyasetle aşılması gerekiyor. Aksi halde korku anı, dünya çapında yeni tiranlıklar yaratabilir ve bu da siyasetin sonunu getirebilir. Bozarslan, anti-demokrasilerdeki gizlilik ve yalan “kültürünün” de artık tüm dünyayı tehdit eder hale geldiğini ve bunlarla mücadelenin kaçınılmaz olduğunu söylüyor. Avrupa demokrasilerinin yine demokrasi yoluyla aşılması ve neo-liberalizmden sıyrılarak radikalleşmesi gerektiğini söyleyen Bozarslan’a göre insanlığın karşısında iki ihtimal var: Ya küresel tiranlık rejimleri veya enternasyonalizm.

İrfan Aktan iaktan@gazeteduvar.com.tr

Covid-19 salgını tüm insanlık açısından gündelik hayatı felce uğrattığı kadar, geleceğe de damgasını vuracak bir korku iklimi yarattı. Korku, tarih boyunca insanları yöneten, yönlendiren duygulardan biri oldu. İnsanlık, korkudan sıyrılmak için tarih boyunca nice tiran yarattı, bir o kadar da felakete yol açtı. Şimdi yeni bir korku dönemindeyiz ve bu tüm toplumlar için geçerli.

Peki salgının yarattığı küresel korku, insanlığı, toplumları, sınıfları nasıl bir dünya tahayyülüne itecek? İnsanlık, korkuyu aşmak için ne yapacak? Karşımızda ne tür ihtimaller var?

Başından itibaren salgının yarattığı siyasal, kültürel ve sosyolojik etkilerin nasıl bir geleceği mümkün kıldığı üzerine kafa yoran düşünürlerden, Paris’teki École des Hautes Etudes en Sciences Sociales (Paris Sosyal Bilimler Yüksek Okulu) öğretim üyesi, Prof. Dr. Hamit Bozarslan’a bağlanıyoruz…

Tarihsel, siyasal ve sosyolojik açıdan bakıldığında Covid-19 salgınının yarattığı kriz ne tür sonuçlar yaratabilir?

Bu krizle birlikte üç büyük sorun hiç beklenmedik bir anda karşımıza çıktı. Bunlardan ilki, insanlığımızı ilgilendiren korku sorunu. Bir diğeri anti-demokrasiler sorunu ve üçüncüsü de demokrasilerin hem yapısal hem konjonktürel zaafları. Genç Karl Marx, burjuvazinin devrimci bir rol oynadığını ve insanlık tarihini birleştirdiğini söylüyordu. Marx’ın aklındaki tarih, nihai hedefi olan bir süreçti. Fakat Marx’tan önce bu konulara kafa yormuş olan Thomas Hobbes, korkudan ve korkunun tarihi birleştirebileceğinden bahsediyordu. Sanıyorum şu an, altı-yedi milyar insanın tarihi, kısa dönemlik de olsa birleştirildi. Fakat bu birleşme korkuyla ve çok büyük bir boşluk içinde meydana geldi.

Peki bu, gerçek bir birleşme mi?

En azından kısa vadede gerçek bir birleşme. Bütün insanlık aynı korku rejimini yaşıyor. İçinde bulunduğumuz süreç, Foucault’nun bio-iktidarının çok güçlü bir biçimde, alternatif olarak ortaya çıkmasıdır. Korku, aynı zamanda genel anlamda siyaseti de bir süreliğine parantez içine aldı. Bu, insanlık açısından her halükarda dersler çıkarılarak aşılması gereken bir korku anı. Zira bu korku anı bize, yarın yeni bir tiranlık döneminin de söz konusu olabileceğini gösteriyor.

Prof. Dr. Hamit Bozarslan

'TOPLUMLARIN SİYASET SONRASI DÖNEME GİRMESİ TARİHİN SONUNU GETİREBİLİR'

Neden?

Biyolojik temelde, tek meşruiyetini kendi milletini veya toplumunu koruma, “yaşamını” garanti altına alma söylemine dayandıran yeni bir tiranlık, sultanlık veya istibdat rejimlerinin oluşması olasılık dışı değil. Bunu önlemeye dönük en temel yol mevcut korkunun aşılması ve ama bunun da siyaset yoluyla aşılmasıdır. Çünkü eğer dünya çapında biyolojik temelli istibdat rejimleriyle karşı karşıya kalırsak, artık siyasetin düşünülmesi mümkün olamaz. Bu, siyaset sonrası bir dönem, siyaset sonrası bir “Leviathan” anlamına gelir. Meşruiyetini sadece ve sadece “hayatta kalmayı sağlamakta” bulan tiranlık rejimleriyle karşı karşıya kalma tehlikesinin siyasetle aşılması gerekiyor. Dünya toplumlarının siyaset sonrası bir döneme girmesi, büyük bir felaket senaryosudur ve dünya tarihinin sonunu getirebilir.

İtalyan düşünür Giorgio Agamben, Covid-19’un pençesindeki İtalya’da alınan sıkıyönetim tedbirlerini eleştiriyor, bunları tedbirden öte yeni bir istibdat döneminin işareti olarak okuyor ve şöyle diyor: “Ne olursa olsun, ister dürüstçe ister kendimizi kandırarak boyun eğmeye rıza gösterdiğimiz bu durum geri çevrilemez” Siz bu açıdan Agamben’le hemfikir misiniz?

Bana göre İtalya’daki, Avrupa’daki sıkıyönetim tedbirleri zorunluydu. Fakat korona krizinin bize dayattığı sorunun mevcut dönemi aşacağını unutmamalıyız. Korona krizini, sürecin nasıl yönetildiği, sıkıyönetim tedbirlerinde hangi yollara başvurulduğu soruları ve sorunlarının çok çok ötesinde düşünmemiz gerekiyor. Agamben de bu tehlikeye işaret ediyor ama biraz komplo teorilerine yaklaşıyor. Bu anlamda kendisinden çok uzak bir noktadayım. Öte yandan Agamben, Hobbes’u çok iyi bilen, istibdat üzerine de çok düşünmüş bir isim.

'AVRUPA TOPLUMLARINDA ZAMAN VE MEKÂN İLİŞKİSİ ÇÖKMÜŞ DURUMDA'

Hobbes fikriyatı, gelecek açısından nasıl bir çıkarsama yapmamızı sağlıyor?

Hobbes’ta iki tane hilkat garibesi diyebileceğimiz iktidar figürü var. Bunlardan birisi olan “Leviathan”, meşruiyetini toplumu, toplumun üstüne çıkarak korumaktan alır. Fakat Leviathan, aynı zamanda başka bir hilkat garibesinin alternatifi olarak ortaya çıkar. O da “Behemoth”dur ve onun da fonksiyonu toplumun imha edilmesidir. Sanırım Agamben, Leviathan’ın kendisini Behemoth’a, yani ölüme, yok oluşa karşı bir alternatif olarak meşrulaştırabileceğini göremiyor. Oysa siyaset sonrası döneme bu yolla girilme tehlikesi var. Öte yandan korku sadece komplo teorileriyle veya iktidar mühendislikleriyle açıklanabilecek bir olgu değil. Korkunun, bizi siyaset sonrası döneme sürüklememesi için, siyaset yoluyla aşılması gerekiyor.

Bu nasıl mümkün olacak?

Bir kere zamana ve mekâna güvenebilmek gerekiyor. Bir toplumu zamana ve mekâna duyulan güven oluşturur. Şu anda en azından Avrupa toplumlarında zaman ve mekân ilişkisi tümüyle çökmüş durumda. Ne mekâna ne de zamana sahip olabiliyorsunuz. Aynı zamanda demokratik toplumların ihtilaf üzerine kurulduğu gerçeğinin rejimlere yeniden dayatılması, kabul ettirilmesi gerekiyor.

'MEVCUT KRİZDE GERÇEKLERİN ORTAYA ÇIKMASINI MİLLİ BİR AŞAĞILANMA OLARAK ALGILAMANIN PAYI BÜYÜK'

Söyleşinin başında, Covid-19 salgınının ortaya çıkardığı üç sorundan birinin de anti-demokrasiler sorunu olduğunu söylemiştiniz…

Tabii, aslında anti-demokrasiler sorununun yarattığı sonuçlarla da karşı karşıyayız. Bu noktada özellikle Çin’i ele almamız gerekiyor. Çin rejimi, vahşi bir kapitalizmden ama aynı zamanda radikal milliyetçilikten beslenen, totaliter olarak tanımlayamasak da anti-demokrasiyi en iyi temsil eden rejimlerden biri. Her anti-demokraside olduğu gibi Çin rejiminde de yalan ve gizlilik kültürü var ve korona krizinin başında da bu hakimdi. Bunun Çin kültürüyle kesinlikle bir alakası yok. Bütün anti-demokrasilerde gerçeklerden korkma, gerçekleri söylememe, yukarıdaki makamlara iletmeme, bedeli ne olursa olsun üstünü örtme yaklaşımı vardır. Mevcut krizde, gerçeklerin ortaya çıkmasını milli bir aşağılanma olarak algılama kültürünün bundaki payı büyüktür. Eğer Çin bir anti-demokrasi değil de şeffaf bir rejime sahip olsaydı, büyük ihtimalle kriz bu noktaya varmazdı. Garip bir biçimde artık anti-demokrasilerin dünyayı tehdit eder pozisyona geldiğini bu vesileyle gördük. Çin rejimi bunu istemedi ama onun yapısının yarattığı sonuç, ister istemez tüm dünyayı tehdit eder noktaya geldi. Nitekim bunun kronolojisi de ortaya çıkıyor. Wuhan’daki yetkililer 30 Aralık 2019 tarihinde ciddi bir meselenin ortaya çıktığını gördükleri halde, doktorları susturuyorlar. Büyük ihtimalle Pekin’in 14 Ocak 2020 tarihine kadar olup bitenden haberi yok. Pekin haberdar olduktan sonra bile, en az bir hafta boyunca, 23 Ocak tarihine kadar her şey örtbas edilmek isteniyor. Şu anda en büyük hedeflerimizden bir tanesinin Çin ve diğer anti-demokrasilerle mücadele olması gerektiğini düşünüyorum.

'21. YÜZYILIN GERİ DÖNDÜRÜLEMEZ HEDEFLERİNDEN BİRİ ANTİ-DEMOKRASİLERLE MÜCADELE ZORUNLULUĞUDUR'

Nasıl bir mücadeleden söz ediyorsunuz?

Bu mücadelede öldürücü silah kullanılmaması gerekiyor. İkincisi, yalan silahı da kullanılamaz. Zira bu virüsü Çin arzulayarak, bir laboratuvarda üreterek salmış değil. Dolayısıyla kesinlikle öldürücü silahları, yalanları ve komplo teorilerini anti-demokrasilerle mücadelenin enstrümanı olarak kullanmamak gerekiyor. Kullanamayacağımız üçüncü silah da ırkçılık silahıdır. Bu virüsün Çin’in mutfak kültürüyle hiçbir alakası yok ve Çinliler yarasa çorbası içmiyor. Olup biten şey, anti-demokratik, şeffaflıktan uzak bir rejim kültürünün, işin bu boyuta varmasına sebebiyet vermesidir. Sanıyorum 21. yüzyılın artık geri döndürülemez, gizlenemez hedeflerinden biri anti-demokrasilerle mücadeleyi yükseltme zorunluluğudur. Demokrasi mücadelesinin zorunluluğu Çin için olduğu kadar Rusya, İran, Türkiye, Brezilya ve benzeri tüm anti-demokrasiler için geçerlidir. Bu rejimlerin gizlilik kültürünün kendi iç meseleleri olduğunu kabul etmek artık imkânsızdır.

Covid-19 salgınının dramatik etkileri Çin’den sonra İran gibi bir başka anti-demokratik, teokratik ülkede ortaya çıktı ama daha geniş çaplı yıkım İtalya gibi görece demokratik Avrupa ülkelerinde, keza ABD’de meydana geldi. Dolayısıyla söyleşinin başında işaret ettiğiniz üç sorundan sonuncusuna, demokrasilerdeki soruna geliyoruz. Bunu nasıl izah ediyorsunuz?

Evet, salgın, demokrasilerdeki fecaati de ortaya çıkardı. Bu feci durum hem yapısal hem de konjonktürel nedenlerden kaynaklanıyor. Yapısal sorunların başında 1960’lar ve 70’lerdeki, o çok eleştirdiğimiz sosyal demokratik değerlerden tümüyle uzaklaşılmış, sosyal adalet ve sosyal devlet uygulamalarının tümüyle bir kenara atılmış ve neo-liberalizme geçilmiş olması geliyor. Eğer böyle bir yapısal sorun olmasaydı, Avrupa toplumları ve ABD, bu salgından çok daha az bedelle sıyrılabilirdi. Fecaatin ikinci nedeni de, dediğim gibi, konjonktürel nedenler. İran’dan sonra krizin Avrupa’ya yayılması üzerine bunu gördük. Söz konusu olan tam bir körlüktü. “Bu bir Çin hastalığı, Çinliler zaten buna alışkın” ya da “İran’a vardı ama bize gelmez” körlüğüyle yola çıkıldığı için krizin başında Avrupa’da çok az önlem alındı veya hiç alınmadı. Keza Avrupa demokrasilerinde çok ciddi bir bencilliğin olduğunu, ülkeler arası dayanışmanın neredeyse hiç olmadığını gördük. Körlüğün bir başka veçhesi de, neo-liberalizmle bağlantılı olarak “bu virüs herhangi bir grip salgını gibidir ve bu yüzden ekonomiyi durdurmamız mümkün değil” şeklindeydi. Bu yaklaşımı ilk başta İngiltere’de, daha sonra ABD’de ve artık bir anti-demokrasi olan Brezilya’da gördük.

'KÜRESELLEŞMEDEN ÇIKILMASI ŞART, ALTERNATİFİ İSE ENTERNASYONALİZM'

Agamben’e nazaran Marksist filozof Slavoj Žižek’in daha iyimser olduğu görülüyor. Žižek, mevcut krizin küresel komünizm talebinin yükseltilmesine vesile edilebileceğinin altını çiziyor…

ABD’den hiçbir umudum olmadığı için özellikle Avrupa’ya vurgu yapıyorum ve Žižek’in de sorduğu sorulara eğilmeyi gerekli buluyorum: Yarınki Avrupa nasıl olacak?

Sizce nasıl olacak?

Karşımızda iki ihtimal var. Milliyetçilikleri dıştalayan, kendi içindeki dayanışmayı geliştiren, bunu yapabildiği için dünyayla dayanışmayı da sağlayan, 1960’ların, 70’lerin Willy Brandt, Bruno Kreisky, Olof Palme geleneklerine dönebilen, yeniden sosyal devlet modelini, hatta radikal demokrasiyi düşünebilen bir Avrupa mı, içine kapalı bir Avrupa mı? Ne yazık ki bu soruya şimdiden cevap verebilmemiz mümkün değil. Fakat her iki dinamik de esas olarak Avrupa’da var.

Geçen gün Trump, “korona virüsü salgını bize küreselleşme çağının bittiğini gösteriyor” dedi. Küreselleşmenin motor gücü olan ABD’yi yöneten Trump’a herhangi bir meczup muamelesi yapılamayacağına göre, bu ses ABD kadar Avrupa ve dünyanın geleceğine dair de bir işaret fişeği değil mi?

Küreselleşme vahşi kapitalizmi başka ülkelere aktaran bir mekanizmaydı. Çin’in gelişmesi bu sayede oldu. Bugün Bangladeş’te olanlar da vahşi kapitalizmin sonucu. Avrupa kendi işçi sınıfını neredeyse tasfiye etti ve kapitalist üretim mekanizmalarını, çok daha vahşi koşullarda olan Asya’ya veya başka coğrafyalara taşıdı. Bu küreselleşmeden çıkmanın şart olduğu kesin. Fakat küreselleşmenin alternatifi, en azından benim kuşağım açısından enternasyonalizmdir.

'HÂLÂ HOBBES ANINDA, KORKUNUN HÜKMETTİĞİ DÖNEMDEYİZ'

Bizim kuşağımız da 1999’da ABD’nin Seattle kentinde patlak veren ilk büyük küreselleşme karşıtı hareketten sonra, 2001 yılında Brezilya’nın Porto Alegre kentinde bir araya gelen Dünya Sosyal Forumu vesilesiyle “alternatif küreselleşme” kavramıyla tanıştı. Küreselleşme yeni bir sömürgecilik düzeni, vahşi kapitalizmin yayılması çağı olduğu kadar, toplumlar ve kültürler arası ilişkinin, dünya ezilenlerinin ortak mücadele pratiklerinin de sergilendiği bir dönem. Trump’ın işaret ettiği gelecek, devletlerin kendi hudut bariyerlerini yükselttiği bir düzen olursa, sizin bahsettiğiniz Avrupa hayali ve enternasyonalizm, Žižek’in işaret ettiği “küresel komünizm” fikri daha şimdiden yeni bariyerlerle karşı karşıya kalmaz mı?

Elbette. Enternasyonalizmden bahsederken tek bir boyuttan değil, gençlerin, ezilenlerin, halkların enternasyonalizmden, radikal demokrasinin, anti-demokrasi mücadelesinin enternasyonal bir boyut kazanmasından bahsediyoruz. Şu anda sınırları ortadan kaldırmak mümkün değilse bile, halklar, gençler, kategoriler, kuşaklar arası dayanışma yoluyla bunların aşılması gerekiyor. İnsanlık, vahşi kapitalizmin küreselleşmesinden çıkıp, alternatif bir küreselleşmeyi sağlamak durumunda. Bunun mümkün olup olmayacağını bilemiyoruz. En azından şu an Avrupa’da her iki dinamiği, yani enternasyonalist yaklaşımlarla içe kapanmacı yaklaşımları aynı anda görebiliyoruz. Agamben’e dönecek olursak: Bana göre sıkıyönetim uygulamaları kaçınılmazdı, yoksa neo-liberalizmin çökerttiği Avrupa sağlık sisteminin krizle baş edebilmesi mümkün değildi. Öte yandan dünya tarihinin korku anında birleştirilmesi sürecinin çok uzamaması gerekiyor. Avrupa’da enternasyonalizme karşı olan, tümden milliyetçi, bağnaz, ezilenlere karşı en ufak bir sempati beslemeyen ama aynı zamanda popülizmi son raddeye vardırabilen, LGBTİ ve kadınlıktan nefret eden bir akım var. Bu akım bazı yerlerde iktidarda. Fakat gençler arasında bundan çok daha değişik bir dünya görüşü olan bir hassasiyet, bir akım da var. Bu iki dinamik aynı anda, bir arada bulunuyor.

Peki bu iki farklı kutuptan hangisi, neye göre geleceği belirleyebilir?

Avrupa toplumları genel itibariyle orta sınıf olarak değerlendirilebilir. Bu, orta sınıfların hâkim olduğu anlamına gelmiyor. Fakat orta sınıfların gelecek tahayyülünün, teşebbüste bulunma kapasitelerinin ne olacağı, geleceğin şekillenmesinde önemli bir unsur olacak. İkincisi Macron, Merkel gibi soldan gelmeyen ama aynı zamanda sistemin bu yolla devam edemeyeceğini gören, sosyal devlet zorunluluğunu anlayan liderlerin ne kadar dönüşeceği, ne tür alternatifler ortaya koyacakları da önemli.

Emareler, geleceğe ilişkin karamsar ve iyimser yaklaşımlardan hangisine kapıyı daha fazla aralıyor?

Hâlâ Hobbes anındayız. Yani korkunun hükmettiği zaman dilimindeyiz ve dediğim gibi, önümüzde iki ihtimal var.

'YARININ DEMOKRATİK TOPLUMLARININ DOKTORLAR TARAFINDAN YÖNETİLMESİ İHTİMALİ DE KABUL EDİLEMEZ'

Hobbes’ta korku sonrası süreç kimin lehineydi?

Hobbes’ta tiran, korkuya karşı bir çare. Hobbes açısından herkesin herkesle savaştığı tabiat hâli, insanlığın çocukluk dönemine denk gelmiyor; insanlığı her zaman tehdit edebilecek bir hâl olarak ortaya çıkıyor. Leviathan, meşruiyetini bu korkuda bulan bir tiran olarak ortaya çıkıyor. Şu anki korku dönemini aşmadan, sürecin hangi hâlin lehine işleyeceğini öngöremeyiz. Fakat örneğin Merkel ve Macron’un Avrupa için 500 milyar Euroluk bir bütçe öngörmeleri bile, Avrupa’nın sosyal devlet kavramına dönüşü açısından başlıbaşına önemli bir emare. Tabii bunun diğer Avrupa devletleri tarafından kabul edilip edilmeyeceğini göremiyoruz

Covid-19 salgını başladığından bu yana, birtakım seçkin biliminsanları ve doktorlar haricinde yıldızı parlamış, bu dönemin “starı” veya kendisine kurtarıcılık atfedebilmiş bir siyasetçinin, liderin olmadığı söylenebilir mi? En otoriter liderlerin bile Hobbes’yen anlamda kendi toplumları karşısında kurtarıcı rolüne bürünememesi, geleceğe ilişkin bize ne anlatıyor?

Aslında yaygın olmasa da kendisini kurtarıcı gibi gören liderler var. Mesela Avusturya’da şansölye Sebastian Kurz, doğrudan doğruya o rolü oynamasa bile, kendisine bir kurtarıcılık atfediyor. Yunanistan gibi bazı ülkeler, diğer ülkelere nazaran krizi çok daha iyi idare etti. Yunanistan ve Belçika aynı nüfusa sahip. Belçika’da neredeyse 10 bin ölü varken, Yunanistan’da bu sayı 160. Bunun sebebi Yunanistan’ın daha iyi bir sağlık sistemine sahip olması değil, ki çok daha zayıf bir sistemleri var. Kendi sistemlerinin zayıflığını bildiklerinden dolayı da çok sert tedbirler aldılar. Keza İsrail’de çok az ölü var ve Netenyahu kendisini bir kurtarıcı olarak görüyor. İsrail’in ne ölçüde demokratik olduğu da ayrı bir mesele. Dolayısıyla kendisini kurtarıcı olarak gören yöneticiler var ama bir yanıyla da haklısınız, bunların sayısı çok az ve bahse konu ülkeler çok küçük. Bu kriz anında siyasi kurtarıcıların yaygın olarak çıkmaması, yarın halkların, toplumların inisiyatif alabileceğine dair olumlu bir işaret. Öte yandan yarın doktorlar iktidarının yaşanması ihtimalinin de tehlikesine dikkat etmek gerekiyor.

Nasıl yani?

Doktorların, biliminsanlarının bu süreçteki çalışmalarının önemini akılda tutmakla birlikte, yarının demokratik toplumlarının doktorlar ya da biliminsanları tarafından yönetilmesi ihtimalini de kabul etmek mümkün değil. Demokratik toplumlar, kendilerini her anlamda temsil edenler tarafından yönetilmeli.

'BİYOLOJİK DESPOTİZM YAŞTA, SINIFTA, MİLLETTE, İNANÇTA ORTAYA ÇIKABİLİYOR'

Her ne kadar Trump “Çin virüsü” diyerek Covid-19’u “somut bir düşmana” dönüştürmek istese de Covid-19, toplumlara ve rejimlere yönelik insan-dışı bir tehdit olarak belirdi. Dolayısıyla virüsün, sunî düşmanlar üreterek kendi tabanlarını konsolide eden ve varlıklarını sürdüren iktidarlara, keza bütün kötülüklerin kaynağı olarak mültecileri veya başka grupları görenlere pek yaramadığı söylenebilir mi?

Dediğim gibi, henüz korku anındayız ve yarın ne olacağını bilemiyoruz. Fakat yarına ilişkin çok iyimser olamıyorum. Şu anda Hindistan’da virüsün Müslümanlar tarafından yaygınlaştırıldığı söyleniyor ve 140 milyon Müslüman orada sosyal yardım programlarından yararlanamıyor. Latin Amerika’da, virüsün mülteciler tarafından yayıldığı söyleniyor. Keza sokağa çıkma yasağının uygulamadan iki saat önce ilan edilmesi üzerine Türkiye’de marketlerin önüne koşan yoksullara, ezilenlere yönelik İslâmcı basının öfkeli yayınlarına bakıldığında, yeni düşmanların kolaylıkla üretilebildiği görülüyor. Çin’de iki kategori virüsün kaynağı ve tehdit olarak görüldü. Bunların ilki, 250-260 milyon civarındaki iç göçmendi. Bunlar, yılbaşı tatili döneminde memleketlerine, köylerine dönen insanlardı ve neredeyse düşman ilan edildiler. Düşman olarak görülen ikinci kesim ise 65 yaş üstü insanlardı ve orada da çok büyük bir insan topluluğuyla karşı karşıyayız. Her iki kategoridekilerin sayısı 510-520 milyona tekabül ediyor. Her şeye istatistik açısından baktığımız için, bu düşmanlaştırmanın arkasında yüzbinlerce, milyonlarca trajedinin yattığını maalesef göremiyoruz bile. Keza Çin devletinin davetiyle ülkeye burslu olarak eğitim almaya gitmiş olan siyah öğrenciler de virüsün kaynağı olarak gösterildi ve ırkçı uygulamalara maruz kaldı. 65 yaş üstü insanların sadece yük değil aynı zamanda tehdit olarak görülmeye başlanması da insanlık açısından ayrı bir karamsarlık kaynağı. Biyolojik despotizm yaşta da, sınıfta da, millette de, inançta da ortaya çıkabiliyor.

O halde korkunun sadece Covid-19 salgınından değil, onun tetiklediği toplumsal, siyasal, biyolojik tahakküm araçlarının geleceği kimlerin lehine dönüştüreceğine ve distopik bir dünyanın kurulup kurulamayacağına ilişkin belirsizlikten kaynaklandığı da söylenebilir mi?

Tabii, bu belirsizlik korku anının uzamasına da yol açabilir. Fakat dediğim gibi, geleceği belirleyecek iki dinamik de aynı anda mevcut. Dinamiklerden biri distopik bir gelecek potansiyeli barındırırken, ikinci dinamik ise çok daha eşitlikçi, sosyal devletçi, bölüşümcü bir dünya tahayyülüne işaret ediyor. Mesela Avrupa’da kuşaklar arası çok ciddi bir dayanışmanın ortaya çıktığını da görüyoruz. Gençler, dedelerinin veya ninelerinin huzur evlerinde ölmelerini kabul etmiyorlar. Şu ana kadar, huzur evlerindeki ölümler dolayısıyla vatandaşların Fransa devleti aleyhine açtığı davaların sayısı 600’ü aşmış durumda. Keza bazı insanlar bu tecrit döneminin çok güzel olduğunu, nihayet bağ-bahçeleriyle uğraşma zamanı bulduklarını yazdıklarında çok büyük tepki gördüler. Çünkü bazı gençler, öğrenciler 10 metrekarede, haşereler içinde tecriti yaşıyor. Dört-beş kişilik aileler, 40 metrekare içinde hayatını idame ettirmeye çalışıyor. Dolayısıyla toplumda ciddi dayanışma tepkileri oluşuyor.

Üstelik Fransa, Türkiye’den farklı olarak vatandaşlarına fena olmayacak bir maddi destek sunuyor…

Her halükarda iki ülkeyi bu açıdan karşılaştırmak mümkün değil. Çin rejimindeki gizlilik, yalan ve “ezilenlerin canı çıksın” mantığı Türkiye’dekinde de var. Öte yandan tüm eleştirilerimizle birlikte Fransa’nın bu işi olabilecek en iyi şekilde yönettiğini söyleyebiliriz. Bununla beraber son kırk yılın biriken yapısal sorunlarının yoğunluğundan kurtulmak için neo-liberal ekonomiden çıkılması gerekiyor.

'AVRUPA’DA DEMOKRASİLER ÇÖKERSE DÜNYA KARANLIK DÖNEME GİRER'

Mevcut rejimlerin elinde devletin zor aygıtları varken, Covid-19 salgınıyla ortaya çıkan korku anı, egemenler açısından bazı fırsatlar meydana getirirken, siyaset sonrası dediğiniz tiranlık rejimlerine karşı alternatif hareketler, muhalifler ne yapabilir?

Türkiye bağlamında bakıldığında, en azından ne devletten ne de muhalefetten en ufak bir beklentim var. Açıkçası şu anda üzerinde en fazla yoğunlaştığım mekân Avrupa. Çünkü eğer Avrupa’da demokrasiler çökerse, büyük ihtimalle dünya çok karanlık bir döneme girer. Bütün yetersizliklerine, bencilliklerine, yapısal sorunlarına rağmen Avrupa’da demokrasiden söz etmek mümkün. Ve bu demokrasilerin de demokrasiyle aşılması gerekiyor. Mevcut kısır, bencil, kör, neo-liberal demokrasinin, radikal demokrasiyle aşılmasından bahsediyorum. Bunun nasıl olacağına dair büyük ihtimalle tek bir cevap veya reçete yok. Belki mahalle düzeyinde inisiyatiflerin oluşturulması, dayanışma ağlarının bu düzeyde örgütlenmesi, şehirler, belediyeler arasında, kuşaklar arasında, gençler arasında dayanışma mekanizmalarının geliştirilmesi, demokrasinin sadece dört-beş yılda sandık başına gitmek olarak algılanmaması, denetim ve baskı mekanizmalarının kurulması, vatandaşlık inisiyatiflerinin geliştirilmesi gerekiyor. Bütün bunların tek merkezde toplanması mümkün olmayabilir. Ama eski muhalefet yöntemleriyle yol alınması artık zor görünüyor.

Virüs salgını sürecinde, Türkiye’ye bakınca nasıl bir manzara görüyorsunuz?

Türkiye’de çok büyük bir yoksulluğun yaşanacağı açık. Fransa’da her şeye rağmen “kısmi işsizlik” kabul edildi ve bu da maaşın yüzde 80’ine tekabül ediyor. Oysa Türkiye’de verilen maaş 1.170 lira civarında ve pek bir işe yaramıyor. İkinci mesele, Türkiye iktidarının kendisini kesinlikle sorgulamaması ve muhalefetin iktidarı sorgulayamaması. Halbuki Fransa’da Macron, artık açık açık çeşitli hatalar yaptığını itiraf etmek durumunda kalıyor. Keza Türkiye’de iktidar çok büyük bir körlük içinde ve bu salgını bir fırsat olarak görüyor. Marksist gelenekten gelen Alman sosyolog Karl Mannheim, Kairos ve Chronos’un savaşından bahseder. Fırsat tanrısı Kairos, ele geçirdiği en ufak fırsatı kaçırmayarak, müesses zamanın tanrısı olan Chronos’un yaptığını imha eder. Şu anda Türkiye’deki yaklaşım da bunu hatırlatıyor: Libya tarihsel bir fırsat olabilir, yarın harabeye dönmüş bir dünya gelip önümde diz çökebilir, virüs, muhalefeti ezmek için bir fırsat olabilir vs. İktidarın, muhalefeti virüse benzetmesi de bu açıdan oldukça manidardır. Bunlar, şu aşamada Türkiye için karamsar olma nedenlerimden bazıları. Fakat toplumlar tıkanık yapılar değildir. Nitekim Türkiye toplumundaki direniş sahalarının çökmediğini düşünüyorum.

O halde hâlâ umut var…

Umutsuzluğum zaten şu an için. Toplumsal çöküş sürüyor ama direniş sahaları da var. Üstelik bu direniş sahaları anlam üretebiliyor. Bakın, Tayvan kırk yıl önce tamamen ilkel, arkaik bir diktatörlükken, şu anda bir demokrasi. Keza Güney Kore, kırk yıl önce bir diktatörlüktü, şu anda ise imrenilen bir demokrasi. Yani toplumların tıkanıklığı aşılabilir. Ama şu an baktığımda umudu ne Türkiye’de, ne Çin’de, İran’da, Brezilya’da, Rusya’da ne de ABD’de görebiliyorum.

Tüm yazılarını göster