Seyirciyle buluştuğu 2014 yılının çok konuşulan yapımlarından “Whiplash” ile dikkatleri çeken Damien Chazelle, iki yıl sonra “Aşıklar Şehri” (La La Land) ile arzıendam ettiğinde Hollywood’un aradığı taze kanlardan biri olduğu konusunda herkes hemfikir olmuştu. Spielberg, Lucas, Cameron vb. halkasına eklenen, büyük, destansı, epik hikâyelerin altından ustaca kalkabilecek ve daha önemlisi bu hikâyeleri yazabilecek bir maharette olduğunu hissettirmişti o dönem daha 30’larının başında olan yönetmen.
“Aşıklar Şehri”nin altı Oscar’lı süksesinin ardından gelen “Ay’da İlk İnsan” (First Man), hayal kırıklığı olmasa da çok parlak bulunmadı. Damien Chazelle, yukarıda andığım iki filmde de müzik, hayaller ve başarılı olma tutkusu üzerinden inşa ediyordu hikâyesini. “Ay’da İlk İnsan”ın senaryosunun ona ait olmadığı düşünüldüğünde biraz geriye gitmiş olması anlaşılabilir bir durumdu. Genç yönetmen bugün itibariyle sinemalarda boy gösteren, devasa bir yapıtla karşımızda: “Babil”.
“Babil”, neresinden bakılırsa bakılsın bir Damien Chazelle filmi. Müzikli, danslı, sanat dolu, trajik hikâyesi olan ve tabii ki her yerinden sinema aşkı taşan bir yapım. Chazelle bu kez, 1920’li yıllarda aşırılık deyince ilk akla gelen yerlerden birisine götürüyor bizi. Hollywood’dayız tabii ki! Bu ‘aşırılık’ meselesine dair iki kelam edelim. Bir başka ‘babylon’ hikâyesi “Babylon Berlin”i takip edenler, aynı dönemde Almanya’da yaşanan aşırılığa tanıklık etmişlerdir. Özellikle o döneme kadar dünyanın gördüğü en büyük ve en kanlı savaş olan “1. Cihan Harbi”nin ardından yaşanan travmaların toplumsal hayattaki yansımalarından birisiydi bu aşırılık. Buna bir de iki savaş arası sıkışmışlık, ekonomik buhran eklendiğinde her bakımdan ilgiye değer bir dönem ortaya çıkıyor.
Bu özel dönemi Hollywood için daha da özel kılan, aynı zamanda kuruluş aşamasında olması, kuruluş sancıları yaşaması. Chazelle’in filmde en iyi yaptığı şeylerden biri bu sancıları çok iyi göstermesi. Bir Hollywood stüdyosuyla karşılaştığımız ilk anda üretimin fabrikasyon formunu müthiş gösteriyor. Koskocaman bir stüdyo ortamı, aynı anda seçilen onlarca film adeta bir fabrikanın üretim bandını andırıyor. Film içinde birkaç kez, hayvanların, set çalışanlarının ölümüne de tanıklık ediyoruz ama üretim devam ediyor. Hatta filmin hemen başlarında figürasyonun ücretler için kalkışmasının da bir fabrika ayaklanmasına benzediği söylenebilir.
Chazelle, bu genel çerçevenin içine beş karakteri yerleştirerek onların yükselişini ve düşüşünü takip etmemizi istiyor. Şöhretinin zirvesinde bir aktör Jack Conrad (Brad Pitt), bir yıldız olarak doğduğuna inanan, yükselmek için fırsat kollayan güzel ve yetenekli Nellie LaRoy (Margot Robbie), bir ucundan da olsa sektöre girmek isteyen Meksikalı göçmen Manny Torres (Diego Calva), gece kulüplerinde ve filmlerde müzisyenlik yapan yetenekli Sidney Palmer (Jovan Adepo) ve Hollywood’da rol alan ilk Çinli Amerikalı aktör olarak anılan Anna May Wong’tan ilhamla yazıldığı söylenen Li Jun Li (Lady Fay Zhu) eşlik ediyor filmde bizlere.
Ağırlıklı olarak Jack, Nellie ve Manny’nin hayatını takip ediyor ama yönetmen. Kanımca, Sidney Palmer karakteri sektördeki bazı durumları göstermek için işlevli olsa da Chazelle’in müziğe olan tutkusunun bir sonucu olarak hikâyede. Anlatının iki kutbunu ise Jack ve Nellie oluşturuyor. Biri konumu korumak isteyen ama değişen zaman ve teknoloji karşısında yeni kalmayı beceremeyen bir aktör, diğeri bulduğu fırsatı değerlendirip şöhretin zirvesine çıksa da orada kalamayan bir aktris. Yönetmenin iyi yaptığı şey bu iki karakter üzerinden Hollywood’un kendisi dışında her şeyin gelip geçici olduğu gerçeğinin altını belirgin bir biçimde çizmesi. Özellikle de o dönem kurulan ‘stüdyo sistemi’nin bir fabrika gibi oyuncu üretip tükettiğini, herkesin yerinin doldurulabileceğini, önemli olanın üretimin ve şovun devamı olduğunu hatırlatıyor yönetmen. Bütün o görkemin, aşırılığın ardında insan öğüten bir makineyi besleme telaşının yattığını görüyoruz.
Chazelle, finale doğru dağıtıyor filmi ama. Bunda çok uzun olmasının payı da var. Ya da belki, toparlayamadığı için bu kadar uzuyor yapım. Son bir saatte Jack, Nallie ve Manny’nin dünyasına daha fazla giriyoruz. Onların kişisel trajedilerine bizi de ortak etmeye çalışıyor yönetmen. Ancak anlatı daha ilk baştan öyle kurulmadığı, karakterler bu minval üzerine inşa edilmediği için yönetmenin talep ettiği, olmasını istediği hisler gelişmiyor seyircide. Filmden kopmaya başlıyorsunuz. Girişteki o görkem, yerini kişisel trajedilere bırakınca seyircinin seyir pratiğini ciddi bir makas değişikliği gerektiriyor. Bunu yapmak da kolay olmuyor.
Damien Chazelle, sinemayı ama belli ki Hollywood’u çok seviyor. Müziği de öyle. Yetenekli bir yönetmen olduğu da su götürmez. Özellikle filmin ilk bir saatindeki görkemli sahneleri çekmek sadece olanak ile açıklanamaz. Bambaşka bir bakış, planlama ve zanaat söz konusu. Özellikle kendi yazdığı hikâyelerde çağının ruhunu da iyi yakaladığı söylenebilir yönetmenin. Yaşadığımız dönemin tanınma, görülme, onaylanma, başarılı olma gibi topluma ama özellikle de genç kuşağa sirayet etmiş ruh hallerini hikâyelerini karakterlerine yedirme, onlarla özdeşleştirme konusunda çok maharetli genç yönetmen. Üstelik bu ruh hallerinin yarattığı heyecanı değil sadece, yıkımı ve hayal kırıklığını da iyi resmediyor.
Gelelim filmi adını veren “Babil” metaforuna. Kadim kente dair anlatıların en önemli olanlarından ikisini hatırlamakta fayda var. İlki görkem, şatafat ve aşırılığı temsil eden “Babil’in Asma Bahçeleri” anlatısı. İkincisi de tanrıya ulaşmak için göklere yükseltilen ve insanlığın birbirini anlayamayacak biçimde başka diller konuşmakla lanetlenmesine neden olan “Babil Kulesi” efsanesi. Chazelle, dönemin görkemine mi, insanların birbirleriyle iletişim kurmasının imkansızlığına mı vurgu yapmak istedi pek anlaşılmıyor. Bence her ikisi de. Ama ikisi de yarım kalıyor sanki. Chazelle, Hollywood’un kurucu dinamiklerini biliyor ve eleştirmekten geri durmuyor. Ama belli ki aynı zamanda bu rüya fabrikasının varlığına müteşekkir, ona kıyamıyor. Bu da filmi arada bırakıyor.
Bitirirken filmde mesleğimize dair sinemacılardan pek de görmediğimiz bir ‘saygı’yı da anmak istiyorum. Filmde Jean Smart tarafından canlandırılan gazeteci Elinor St. John karakteri ile Jack arasında geçen bir diyalog bu. Jack kendisi hakkında ‘devri bitti’ minvalinde bir yazı kaleme alan Elinor’un ofisine gidip sitem ediyor. Elinor’un anın ve şöhretin içinde olmaktan başka gündemi olmayan Jack’e, yaptığı işin tarihselliğini anlattığı konuşması, filmlerin tarihini tutan bizlerin bakışını göstermesi açısından gayet yerli yerinde.