Karışık bir yazı olacak. Nasıl toparlayacağımı şimdilik
bilmiyorum. İki şeyden aynı anda bahsetmek istiyorum. Birincisi,
geçtiğimiz yirmi yılın ardından bir “rövanşist” döneme tanıklık
eder miyiz, sorusu. İkincisi, an itibariyle muhalefete teveccüh
şeklinde tezahür eden manzaranın ne manaya geldiği. Bu iki sorunun
cevapları birbirine sıkı sıkıya bağlı. Zira ahalinin yalnız
anketlere verdiği cevaplarla değil, muhalif simalarla
karşılaşabildiği yerlerde kurduğu iletişim, AKP sonrası döneme
ilişkin pek çok ipucu barındırıyor. Tabii ki hiçbir şey bitmedi,
daha çok yol var ve bu yolun önemli bir bölümü Cumhur İttifakı ve
AKP içinde yaşanacak çalkantılarla ve hepimize nasıl yansıdığıyla
da şekillenecek. Yine de şimdilik hayli uzaktan gördüğümüz ve
varmaya hamle ettiğimiz köye giden yolun en azından güzergâhı belli
oldu. Yolun taşlı mı çamurlu mu olduğu, cızlavıtlarımızın
ayaklarımızı koruyup korumayacağı gibi soruları yürürken hem
düşünecek hem cevaplayacağız.
Şu rövanşizm lafını, belediye çalışanlarının düzenledikleri bir
vals gösterisine “milli bayramlarımız da var, bizi yalnız dini
bayramlara sıkıştıranlar, hele sizler görüyor musunuz?” babında
verilen tepkileri kastederek Deva Partisi Genel Başkanı Ali Babacan
kullanmıştı. Sonra iş büyüdü, AKP seçim kaybederse olabilecekler
hakkındaki karanlık spekülasyonlara bu kelimeyi ima eden başka
kelimeler. Babacan’ın gerek partisinin gerek kendisinin hamle
ettiği “marka kimliği” (öyle demeyi tercih ediyorlar) itibariyle
aman aman talip olduğu bir işlev değildi o pozisyon. Ama bir şekil,
ehl-i AKP’nin “bunlar (bizden sonra gelecek olanlar) bizi ham
yapacak, aman bir arada duralım, iktidarımızı kaybetmeyelim”
vaveylasına kapı açtı. Nitekim Erdoğan, adeta Babacan’ın kaldığı
yerden devam etti: “Eğer karşımızdakilerin insafına kalırsak,
bunlar bize Türkiye Cumhuriyeti'nin aynı haklara sahip vatandaşları
olmamıza rağmen, bırakın adil davranmayı, yağmurlu havada bir
bardak su bile vermezler.” Eeee kişi, karşısındakini kendinden
bilir, değil mi ama? Neyse, geriye kalanları da biliyorsunuz,
anmaya değmez.
Üzerinde durmak istediğim mevzu, hem “rövanş” kelimesinin hem
“yağmurlu havada bir bardak su bile vermezler” korkutma denemesinin
birer itiraftan ibaret oldukları. Son 20 yılın mimarlarının,
yapılarını hangi araziye kondurduklarının, neden bu kadar hukuksuz
olduklarının, Cumhuriyet’in eksiğiyle gediğiyle ürettiği tüm
kurumların nasıl ve hangi mesnetle (meşruiyetle değil) tarumar
ettiklerinin bir itirafı. Ehl-i AKP’nin, selefi ve halefi
niteliğindeki siyasi teşekküllerin en başından beri türlü çeşit
yollarla dile getirdikleri şu iddia: “Buraların hakiki sahipleri
biziz, o halde buralardan hasıl olan gelirin haracı da bizimdir.”
Bütün o “yerli-milli” sayıklamaları da, “dindar nesil”
mühendislikleri de, “coğrafya kaderdir” nev’i “bundan başkasını hak
etmiyorsunuz ey ahali, razı olacaksınız, çareniz yok” önermeleri
de, hatta şaşırmayın “faiz sebep, enflasyon neticedir” minvalinde
teori kasma halleri de bu iddianın ürünleridir. “Bizler, bu vatanın
öz-hakiki evlatlarıyız, bu ülke için en doğrusunu biz biliriz.”
Kendini böyle tarif edenin asıl arzusu elbette geriye kalanları
üveyliğe, yanaşmalığa talim ettirmektir. Bu iddia, muhafazakârlığın
başlıca paradoksunu da oluşturur. Son yirmi yıldır hemen herkesin
tesbih çeker gibi sorduğu “muhafazakâr neyi muhafaza eder”
sorusunun cevabı da yine burada: Kendini. Bir hocam, AKP’nin ilk
yıllarında yapmıştı şu tespiti: “Bakmayın siz muhafazakârların
muhafazakârlıklarına, bu memleket en büyük değişim ataklarını
muhafazakârların iktidar olduğu dönemlerde yapmıştır.” Sanki başka
bir zaman olmuş gibi. Neyse. Bunda şaşılacak bir şey de yoktur
esasında. Muhafazakâr, değişimi kendini korumak ve yine kendi
çıkarlarını maksimize etmek üzere örgütleyen kişi, kurum, zümre,
siyaset demektir. Kutsal olan şeyin ta kendisi bizatihi muhafazakâr
ve çıkarlarıdır. Böyle olunca da nefsinin arzusundan başka yasa
tanımaz. Doğrudur hocam, memleket sahip olduğu her türlü kaynağın
kuralsızca harcandığı tüm dönemleri muhafazakâr iktidarlar
“sayesinde” idrak etmiştir.
RÖVANŞ DEYİNCE
Hadi artık rövanşa geleyim değil mi? Öyle alelade bir kelime
değil rövanşizm. On dokuzuncu yüzyıldan beri var siyasi literatürde
ve doğduğu günden bu yana da ciddi bir dönüşüm geçirmiş. Lakin,
bizim tam şu anda içinde yaşadığımız bağlamda, tüm anlamları aynı
anda içeriyor. O yüzden de azıcık dikkatle durmak gerekiyor
üzerinde.
İlk dile geldiği yer Fransa ile Almanya (Prusya) arasında
yaşanan Alsace-Lorraine anlaşmazlığı. Fransa, 1870’te bölgeyi
Almanya’ya kaptırır ve böylelikle, o dönem koşullarında hâlâ yeni
sayılabilecek fakat sapına kadar modern, “muhafazakâr,” --tam da
muhafazakâr bir ideoloji olduğu için kalabalıkların iltifat
ettiği-- milliyetçilik kendine yeşerebileceği bir zemin bulur.
Alsace-Lorraine geri alınacaktır, çünkü ecdat yurdudur, o yurdun öz
evlatları Fransızlardır, kimi Fransızlar orada düşman elinde
kalmışlardır. 1919’da, yani Birinci Dünya Savaşı’nın sonunda
yapılan Versailles Anlaşması’yla Alsace-Lorraine Fransa’ya iade
edilir. Önemi de azalır bundan sonra. Toprak kaybının “milli
bilinç”e yaptığı “katkı,” herhangi bir toprak kazanımından kat be
kat fazladır. Modern muhafazakârlığın önemli bir bileşeni olan
milliyetçiliğin, hemen bütün formları (1) esaslı bir kayba, hakiki
bir kazanımdan daha çok ihtiyaç duyar. Zira ancak esaslı bir kayıp
milliyetçiliğin ihtiyaç duyduğu rövanşist mobilizasyonu sağlama
gücüne sahiptir. Kayıp yoksa da icat edilir ya da bir başkasının
kaybına el konur. Hiç mi bulunamadı, haykırılır: “Öz yurdunda
garipsin, öz vatanında parya.”
Yasına tutunulacak bir kayıp bulmak işin en kolayı. Nitekim,
aynı milliyetçilik eş zamanlı olarak yüzünü Paris’e de çevirir.
Alsace-Loraine’ı Almanlar, Paris’i ise “çapulcular” ele
geçirmiştir. Elbette Paris Komünü’nden söz ediyorum. 18 Mart-28
Mayıs 1871 tarihleri arasında Paris’te vuku bulan bu tarihi vaka,
aslına bakılırsa sadece savaş nedeniyle bütün ülkede kolgezen
açlığa ve sefalete değil, şehrin Almanlara teslim edilmesi fikrine
karşı da bir direniştir. Paris, yine Parislilerden müteşekkil
Ulusal Muhafızlar’ın da inisiyatif almasıyla özerkliğini ilan eder.
Bugün bile hâlâ gerçekleştirilmeyi bekleyen talepler arasında yer
alan pek çok kararı alıverirler birlikte. İki ay sürer. Versailles
Ordusu’nun Paris’i işgaliyle biter. İlk kez 1996’da yayınlanan ve o
zamandan beri sermayenin büyük kentlere yönelik saldırılarının
sınıflar arasında ve sınıf içlerinde ne türlü çatışmalar yarattığı
konusunda bir rehber kitaba dönüşen The New Urban Frontier:
Gentrification and the Revanchist City’de (Yeni Kent Cephesi:
Soylulaştırma ve Rövanşist Şehir) Neil Smith’in sözünü ettiği
rövanşizm, ilki de gölge arketip sayılabilecek örüntünün (vatan
toprağını kimseye vermeyiz) de gölgesi olan bu ikincisidir (haraç
en yerli-milli olanın hakkıdır). Çok karanlıktır yani, ulusal
kalkınma ve milli gurur gibi “pırıl pırıl” görünen kimi cilaların
hemen altındaki katmanlarda yer alır. Keza Paris Komünü’nün
“çökertilmesi”ne gösterilen başlıca “mesnet” rövanşizmin bu
yüzüdür. Burjuvazi Prusya’ya karşı kaybettiği savaşı, içerde
işçilerin, yoksulların, kimsesizlerin ve entelektüellerin,
öğrencilerin “boklu kıçlarıyla” ürettikleri deneyimi yerle bir
ederek telafi edecektir. Vatanseverler Ligi’nin lideri Paul
Déroulède’ye göre “Fransa’nın gerçek sahipleri namus, aile, ordu ve
yeni (üçüncü) Cumhuriyet’e (Yeni Fransa mı deseymiş?) iman eden
dürüst insanlardır ve elbette zafer onlarındır.”
Smith’e göre, bu bağlamda ortaya çıkan rövanşizm “popülist
milliyetçilik, intikamcılık ve ülkenin geri kazanılmasına adanmış
bir reaksiyonerlik” üzerine kurulu bir siyasi harekettir. Kavramın
tekabül ettiği tarihsel bağlamın hissesini tarif ettikten sonra,
1980’lerden itibaren ABD şehirlerine nasıl yansıdığını tarif eder.
O yansımanın başlıca mekanizması ise adına gentrification,
soylulaştırma ya da “kentsel dönüşüm” dediğimiz yıkıcı girişim
serisidir. 2005’ten itibaren serpilen TOKİ’nin mülkiyet transfer
aygıtı olarak çalıştırıldığı Tarlabaşı’nda, Sulukule’de,
Maltepe’nin yüksek mahallelerinde, Sarıyer sırtlarında,
Başakşehir’i kuşbakışı gören Şahintepe’de, Çamlıca Camii’nin
çevresine “nezih” komşular yerleşsin diye yıkılan Kirazlıtepe’de
yaşayan yoksul ailelerden sıklıkla duyduğumuz şu cümledir sahadaki
karşılığı: “Manzarası, havası iyi ya da merkeze yakın yerlerde
yoksulların oturmasını istemiyorlar. Buraları değerlendirmek
(paraya tahvil edebilmek) için bizden kurtulmak istiyorlar. O
yüzden bizi suçlu, terörist, uyuşturucu bağımlısı gibi anlatıyorlar
herkese.” Bu türlü rövanşizmin en önemli araçlarından birinin sınıf
içi rekabeti tahrik etmek olduğunu söyler Smith. Bu ipucunu takip
ederek bakınca, AKP döneminde şehirlerin kimlikler üzerinden
tekinsizleştirilmesinin de izi sürülebilir. Şahikası, kimilerinin
Paris Komünü’ne de benzettikleri Gezi İsyanı esnasında gelir:
“Yüzde 50’yi evde zor tutuyorum.” Ne içindir toplumu karpuz gibi
orta yerinden ikiye yarmayı göze aldıracak denli ateşle savunulan
proje: Şehrin orta yerinde kalakalmış minnacık ama tek yeşil alana
ucubik bir AVM kondurmak. Vay be!
Hülasa Babacan “rövanşizm” deyince, bunu da üstelik belediye
işçilerinin kendi olanaklarıyla, birlikte karar vererek
düzenledikleri bir vals gösterisi sonrasında ortaya çıkan, anmaya
çok da değmeyecek bir sosyal medya atışması üzerinden yapınca
aklıma bunlar geldi. Zira o esnada, kendisi de, bizzat o
rövanşizmin örgütlendiği yerdeydi. Meğer bazı itirazları olmuş. Biz
tabii şehirlerimizi korumaya çalışmak ve kaybettiğimiz canların
meydanlarda yuhalatılmasına katlanmakla meşguldük. Rövanşizm
kelimesini duyunca içimden, hay Allah, demiştim, keşke açtırmasaydı
kutuyu. Nitekim sustum. Malum-u aliniz, ülkeyi AKP’den kurtaracak
birtakım müzakereler yapılmakta bir zamandır. Aman dedim, hiç
karışmayayım. Fakat sonra onun açtığı kapıdan başkaları geçmeye
başladı. Ehl-i AKP ve AKP’yle olmaz ama şimdi yani başkasıyla da
olmaz der gibi yaparaktan pazarlık masasında müstahkem mevki
edinmek isteyen kimi “marka”lar tam da aradıkları “endişe”yi
bulmuşlardı.
Bugün 10 Ekim olmasa, gene Boğaziçili öğrencilerle bu denli sert
yöntemlerle uğraşılmasa, üzerine bir de dünyanın en hayırlı işini
yapan kâğıt işçilerine onca zulmedilmese bu rövanş mevzuuyla gene
uğraşmazdım. Ama işte durmuyorlar, sonluklarını toplar gibi sürekli
kendilerini gerçekleştiriyorlar. Rövanş üstüne rövanş. Daima hep en
güçsüzlerden. En kenara atılmışlardan. En az temsil edilenlerden.
Çünkü rövanşizm o demek. Daha 1990’larda, Smith’in sözünü ettiğim
kitabı yazdığı yıllarda ayak sesi duyuluyordu AKP döneminde ülkenin
temel ekonomi politikası haline gelen “kentsel dönüşüm”ün. Millî
Gazete’yi dün gibi hatırlarım, en büyük gecekondu karşıtlığı oradan
gelmişti o an itibariyle. Erdoğan’ın başkanı olduğu İBB aynı
gecekondu mahallelerine su, yol, elektrik götürüyordu o esnada.
Çelik Gülersoy’un bakıp onardığı köşkleri “alkolden temizlemek”
suretiyle gene o gecekondululara, elbette kendisine daha çok
benzemeleri koşuluyla açıyordu. Yani bir yandan gecekondu
mahallelerini ve gecekonducuları damgalıyor, bir yandan “o damgadan
ancak bana benzeyerek, benim gibi olarak kurtulursunuz” demeye
getiriyordu. Smith’in anlattığı “soylulaştırma”nın bizim
buralardaki karşılığı oldu bu hikâye. “Emeğinden, komşundan,
mahallenden vazgeç, benim gibi ol, bana bağımlı ol ki, sırtına gene
benim yapıştırmakta olduğum şu lanet damgadan kurtulabilesin.” Hani
şu bağımlılık örüntülerinden bahsediyoruz ya, AKP’nin bunca
başarısızlığa ve yolsuzluğa rağmen neden halen yüzde 30’larda oy
alabildiğinden vs. Şöyle bir yakından baksak o hikâyelere öyle çok
şey görürüz ki. Mesela Erdoğan’ın başının tacı olarak kabul ettiği
“gecekondu düşmanlığı”nın izini biraz sürsek varacağımız yerler
öyle yakar ki canımızı (2).
YAKILAN SENETLER
Zamanın azaldı. Yazıyı teslim saati yaklaşıyor. O yüzden
kestirmeden alakasızmış gibi görünen bir yere götüreceğim şimdi
sizi. Hindistan’a. Ama dönüp Eskişehir, Odunpazarı’na geleceğiz
gene.
Katherine Mayo adlı bir hatun kişi, 1927’de Mother
India (Hindistan Ana) diye bir kitap yazar. Hintlilerin
bağımsızlık arzularının yersiz olduğunu, zira hem ahlaken hem de
aklen tek başlarına hareket edemeyeceklerini iddia eder. Sömürgeci
kibri paçalarından dökülmektedir Mayo’nun. 1952’de Mehboob Khan
adlı bir yönetmen aynı isimle bir film çeker, daha doğrusu daha
evvelden çektiği Aurat’ı, adıyla birlikte öyküyü de bir
miktar değiştirerek yeniden filme alır. O günlerde verdiği bir
söyleşide filmin adını özellikle Mayo’nun kitabına meydan okumak
için böyle koyduğunu söyler: “Bizim filmimizle, Miss
Mayo’nun kitabı arasında nasıl bir ilişki olduğunu herkes soruyor.
İsimler aynı ama hikâyeler tamamen farklı, hatta birbirinin zıddı.
Filmimizin adını özellikle Mother India, koyduk, Miss Mayo’nun
kitabının insanların zihinlerinde yarattığı intibaı ortadan
kaldırmak istedik.”
En çok para harcanmış ve yine en çok para kazandırmış
filmlerinden biri olarak da Bollywood tarihine geçen Mother
India’da anlatılan hikâye birkaç ayrıntı hariç birçoğunuza
tanıdık gelecek. Bir tarımsal sulama kanalının açılışında köyün
annesi de olan oldukça ihtiyar bir kadın hayat hikâyesini hatırlar.
Kayınvalidesi, onu ve kocasını evlendirmek için köyün tefecisinden
borç alır ve farkında olmadan çok ağır bir senedin altına parmak
basar. Her yıl ürünlerinin dörtte üçünü vermek zorunda
kalacaklardır tefeciye. Ekime uygun olmayan bir araziyi açmaya
çalışırken oğulun kolları büyük bir kaya parçasının altında kalır.
Tefecinin herkesin içinde aşağılamasına dayanamayan oğul ortadan
kaybolur. Geride üç küçük oğlu ve karnında bir de bebesiyle kalan
gelin, kısa zamanda iki küçük oğlunu ve kayınvalidesini de toprağa
verir. Derken çocuklar büyür. Hâlâ tefeciye borç ödemektedirler,
gene de eskisine göre daha iyidirler. Bu esnada, kaybolan kocasının
yüz görümlüğü olarak verdiği bilezikler de tefecinin kızına
geçmiştir. Kızla, çilekeş köylü kadının küçük oğlu arasında bir
nevi aşk ve nefret ilişkisi oluşur. Kız, bileziklerin oğlanı
çılgına döndürdüğünü fark eder ve her fırsatta kullanır onları.
Ağayla çeşitli kereler restleşen ve her seferinde ahalinin yine ağa
adına cezalandırdığı oğlan eşkıya olmaya karar verir. Adam toplayıp
köye baskına geldiğinde karşısında anasını bulacaktır. Tefeciyi
öldürüp, başka köylülerin de borçlarının delili olan senetleri
yaktıktan sonra tefecinin kızını dağa kaldırmaya kalkışır. Annesi
buna izin vermeyeceğine yemin etmiştir. Ne etse durduramaz
kadıncağız oğlunu ve sonunda elindeki tüfekle ateş edip öldürür.
Annesinin kolları arasında canını teslim ederken bilezikleri
çıkarıp verir koynundan eşkıya oğul.
Tanıdınız mı filmi? 1973’te Memduh Ün, Duygu Sağıroğlu’nun
yazdığı senaryoyla ve Toprak Ana adıyla Türkiye’ye uyarlar filmi.
Eskişehir Odunpazarı’na bağlı Yörükkırka köyünde çekilir. Su kanalı
yoktur yerli versiyonda. Devleti, güzel, hanım hanımcık, aklı
başında, tefeciyi mahkemeye şikâyet etmeyi öğütleyen öğretmen
temsil eder. Haylaz oğulun yanı başında sakinleştiği tek kişidir
öğretmen ama işte başkasıyla sözlüdür. Gücü yetmez haylaz oğlanı
durdurmaya. Geriye kalan hemen her şey aynı şekilde gelişir. Bu
filmi çocukluğum boyunca herhalde yüz kez seyretmişimdir. Çünkü
evdeki betacam videoda seyredilebilen birkaç film kasetinden
biriydi. Almanya’da çoğaltılıp gelmişti. Ben büyüdükçe filmin
anlamı değişti. Filmin kötü adamı Kâzım Ağa’nın sürekli oynadığı
mağdur rolü gözümü acıtmaya başladı mesela. Son sahnede ayyuka
çıkar o mağduriyet, “evladım, sen o senetleri ortalığa saçarsan ben
alacaklarımı nasıl takip ederim, yapma!” Buğdayına el koymaya
gittiği yoksul ailenin oğlu azıcık direnince ahaliyi çağırıp,
“görüyorsunuz değil mi bana ne yapıyor?” diye şikâyet etmesi.
Katlanılır iş değil. Öfkeden yumruğunuzu sıkıyorsunuz sahneyi bin
kez bile seyretseniz. Elinizden gelmiyor başka türlüsü.
Hindistan nere, Türkiye nere, değil mi? Çocukluğumun önemlice
bir kısmı memleketin hayli uzak köylerinde bir öğretmen çocuğu
olarak geçmese, sonra 2004-8 arasını Huricihan İslamoğlu’nun
yönetiminde bir tarım araştırmasında gene o köyleri dolaşarak
geçirmesem, Hindistan’da, sömürgeciye meydan okumak için yazılmış
bir hikâyenin bizim memlekete bu kadar cuk oturmasına şaşırırdım
belki. Çünkü o zaman rahatlıkla, aaaaa ne alakası var canım, bizim
ülkemiz hiç sömürge olmadı ki, derdim. Gurur da duyardım, atardım
ezberden, bir İran bir biz, köklü devlet geleneğimiz sayesinde hiç
sömürülmedik. Vay be! Ama işte cuk oturuyor hikâye, hem öyle böyle
değil, sanki tam bu bedene göre kesilmiş gibi. Niye ki? Ne alakası
var bunun rövanşizmle? Hem, neresinden bağlanacak bu hikâye,
muhalefet partilerinin son haftalarda yakaladıkları ivmeyle?
YOKSULA AHLAK GEREK
Bağlayayım artık: Yazdığı pek çok metni beğenerek okuduğum Cihan
Aktaş, seneler önce Birikim’de yayınlanan bir makalesinde şu
cümleleri sarfetmişti: “Şurası gerçek: Dünyevi hayatla
ilişkilendirilen göstergeler Müslümanlığını öne süren, İslami hayat
tarzını sembol ve söylemleriyle açığa vuran kişiye yakıştırılmıyor.
Ateist olan kişide bile (belki mantıken de öyle olması gerekiyor),
Müslümanı toplumun vicdanı olarak görme eğilimidir bunun sebebi.”
(3)
Tam o sıralarda, doktora tezim sebebiyle yaptığım araştırmaya
bir tür gayrıresmi danışman olarak gördüğüm rahmetli Akif Emre,
benim için hep Akif Abi, ile sohbet ederken, “İslam bu insanları
daha iyi insanlar haline getirmiyorsa, ne manası var bu dine
inanmanın?” diye sormuştum. O da, “İslam’ın insanları daha iyi
insana dönüştürme borcu yok kimseye” demişti bana. Uzun uzun
didişmiştik. Aradan çok zaman geçti, artık iyice biliyorum. O yüce
ahlakın; herhangi bir kesimi, bütün toplumun “vicdanı”na dönüştüren
şeyin din, iman ya da herhangi bir ideolojik yükleme olmadığını.
Herkes, yalnızca yoksullardan bekliyor “en ahlaklı” olmalarını. Bir
zamanlar, yani yoksulluk dindar olmakla eş anlamlı imiş gibiyken (o
esnada sanki başka kimse yoksul değilmiş gibi bir söylem
geliştirirken İslamcılar) bu misyon onlara yüklenmişti.
Gerektiğinde, herkesin iyiliği için kendi evladının canından bile
vazgeçecek denli ahlaklı ve ahlakında tutarlı olmalıydı Müslüman.
Kâzım Ağa, çıkarlarını ancak böyle tahkim edebilirdi. 1970’lerin
başından itibaren devletin sol gruplara karşı aldığı tavır ve
nihayet 1980 darbesinin açıkça vazettiği “Türk-İslam sentezi” oydu
işte. İslamcılar arasında buna itiraz eden bazıları olduysa da,
sözleri çok geçerli olmadı, bu bağlamda oynayabilecekleri rolün önü
açıktı.
Rövanşizm endişesinden söz eden Babacan’ın da, halen AKP
saflarında yer alan pek çoklarının da sanıyorum ki asıl
çekindikleri bu. Onların iktidar tecrübesinde en güçsüzler, Kâzım
Ağagillerin mağduriyetini satın almamayı öğrendiler artık. Çok bir
şey kalmadı yoksulun ahlakını dayandıracak. Haksız yapılmış onca
birikimin hesabı sorulduğu vakit, “ama sor bak ne için yaptım,
hepimiz birlikte cennete gidelim diye” denemeyecek. Zira dinin, az
önce söylediğim yollarla icat edilmiş saygınlığı da, tıpkı manzara
gören gecekondu mahalleleri gibi nakde çevrildi. Şimdi kim
koruyacak Kazım Ağagilleri, çoluğu çocuğu caddelerde öldürülmüş,
adalet aradığı mahkemelerde, adliye önlerinde darp edilmişlerin
önünde. En yoksulların yaptığı kâğıt toplayıcılığı işine bile en
yerli-millilerin kurdukları şirketler kâr etsinler diye el konuyor.
Kim tutacak onları mevcut muktedirler düşeyazdıklarında? Bugün darp
edilen öğrenciler yarın bir gün devlet makamlarında olacaklar, öyle
gibi görünüyor? Nasıl korunulacak onların öfkelerinden? 20 yılda
canı yakılmamış yoksul kalmadı, onlar söz söylemeye başladıklarında
nasıl susulacak? “Sus, artık konuşma Allah rızası için” de denemez
artık. Allah’ın rızası da haraç mezat satıldı zira? Nasıl
olacak?
Geçen bir programda ahalinin ferasetine güvenmesi lazım
muhalefet partilerinin, alıp karşılarına konuşsunlar dediğimde, bir
izleyici, “şu AKP’yi iktidarda tutan ahalinin feraseti mi” diye
itiraz etti. Haklıydı. Derken, muhalefet oylarının dağılımına
ilişkin anketler dolaşmaya başladı ortada yeniden. Sonra da
İmamoğlu’na Bayburt gibi bir yerde gösterilen tezahüratı gördük.
Ferasetin ne kadar can yakıcı bir şey olduğunu bir kez daha
hatırladım. Yukarıda yazdıklarımla yan yana koyunca filmin şu ara
finalinde ne olduğu konusunda azıcık açıldı zihnim: Ahali, eskiden
bildiği devleti göreve çağırıyor.
Kâzım Ağa’nın alnı secdeli oğullarının, kızlarının batırdığı
işleri, abarttığı haraç tazyikini; eski devletin memurlarının ve
öğretmenlerin düzelteceğine hükmetmiş belli ki. İşler toparlanmaz,
Kâzım Ağa’nın senetlerindeki tefeci faizi düşürülmezse, canı yanmış
oğulların, kızların yapabileceklerinden endişe ediyor olsa gerek.
Hadi gelin yeni siyasi merkezin nerede, nasıl oluştuğuna bir de
buradan bakalım. O zaman Akşener’in İYİP’inin neden yüzde 20’ye
tırmanmakta olduğunu da, DEVA ve Gelecek’in neden bir türlü
kendileri için biçtikleri donlara giremediklerini de, yerinde
saymasına rağmen CHP’nin neden tekrar yalnız ittifakı değil, AKP
sonrası rejimi kurucu rolüne uygun görüldüğünü de daha iyi anlarız
sanki. Faizi düşürülmeyen tefeci senetlerini yakmaya talip olan pek
çokları çıkacak çünkü, çok belli. Öyle bir dönemece geldi memleket.
Mevcut devlet başkanından, “Onu seçmezseniz niza çıkarır” diye
“yalvaran”ların aslında ne dedikleri daha net anlaşılıyor böyle
bakınca.
Kâğıt toplayıcılar, İstanbul Valisi’nden, “AKP’nin valisi” diye söz
ediyorlar. “Sömürge valisi” gibi çınlıyor kulaklarda. Evlatları,
arkadaşları hesabı sorulmamış bir saldırıyla katledilmiş insanların
üzerine gaz boca ediyor polis. Hepimizin gözlerine soka soka
askerlerimizi yakan mahlukların bizim şehirlerimizde kurulmuş
şirketleri olduğu ortaya çıkıyor. Öğrencilerimiz, yatacak yer
bulamayışlarını protesto ettikleri için terörist ilan ediliyorlar.
Tarifi yeniden yapalım: “Öz yurdunda garipsin, öz vatanında parya”
sloganını, “öz yurdunda sömürgeci, öz vatanında müstevli” manasına
dönüştüren şeydir rövanşizm. Kıssanın hissesidir, son 20-30 yılın
özüdür.
Kâzım Ağa’nın elindeki senetlerin faiz hanesinde ne zamandır,
ama öyle uzun zamandır haysiyetlerimiz var ki! O acı veren feraset,
devleti göreve çağırıyor apaçık. Kâzım Ağa’nın mirasçılarını
dizginlesin diye. Rövanşistler, şehirlere, tarlalara, ormanlara,
sulara el koyanlar yüzünden “huzurumuz bozulmasın” diye.
İşte tam bu yüzden ve bundan ibaret kalırsa işe yaramayacak
Millet İttifakı ve yine işte bu yüzden bu ittifakın ideolojik
çekirdeğinin tam karşısına yalnız emekleriyle, canlarıyla değil
haysiyetleriyle oynananları temsil edecek bir siyasi ittifakın daha
çıkması gerekiyor. Devlet etsin diye çağrılanlar, Kâzım Ağa’nın
mirasçılarına dönüşmesinler diye.
1- Brethrenism (biradercilik?) ya da irredentism gibi çeşitli
adlar da verilir bu türlüsüne. Brethrenism: O topraklarda
soydaşlarımız yaşıyor, o zaman orada bizim de söz (haraç) hakkımız
var. Irredentism: O topraklarda ecdadımızın mezarları var, o halde
orada bizim de söz (haraç) hakkımız var. Böyle bakılınca AKP’nin
giderek dozunu artırıp hayat damarlarımıza bir tıkaç olarak
kullandığı Osmanlıcılığın başlı başına bir rövanşizm formu olduğu
hemen anlaşılıyor.
2- Bülent Batuman’ın şu makalesinde ipuçları bulabilirsiniz:
“Organic Intellectuals of Urban Politics? Turkish Urban
Professionals as Political Agents, 1960–80,” Urban Studies
45(9) 19246, August 2008. Batuman’ın sonradan, taklitçi cami
mimarisi için kullandığı “mimicry”nin öncüsü kanaatimce gecekondu
düşmanlığı konusundaki İslamcı muhafazakârların, seküler
burjuvazinin hımhımlarını taklit etmekte gösterdiği hünerdir.
Kendisinin de içinde yaşadığı kenar mahalleye, onu kenarda tuttuğu
için düşman olur muhafazakâr. Merkeze yapacağı yolculukta onu
damgalamaktadır kenar mahalle, o damganın kendi gözünde ne denli
yer ettiğini düşünemeyecek kadar “seçilmiş” hissetmektedir yine
kendini, o da ayrı mesele. Bu arada, yalnızca bir hafta Devlet
Planlama Teşkilatı arşivlerinde çalışmak, 1970’lerden itibaren
gecekondu karşıtlığının nasıl rövanşist bir devlet söylemi olarak
üretildiğini görmeye yetmişti. Çalıştaylara katılanları gördükçe
bir yanım şaşırıyor, diğer yanım utanıyordu. O notlarımı düzenleyip
yayınlamaya hiç vakit bulamadım, ama Tahire Erman’ın gene Urban
Studies’de yayınlanan “The politics of squatter
(gecekondu) Studies in Turkey: The changing representations of
rural migrants in the academic discourse” makalesine
bakılabilir; 2001/6, Volume: 38, Issue: 7, pp: 983-1002. Aslında
buradan Türkiye’de özellikle 1980’lerde siyasi merkezin ve
ideolojisinin nerede, nasıl, ne üzerinden, sağın ve solun hangi
ideolojik iddialarından ne türlü uzlaşmalarla vazgeçtiklerine dair
de çok şey söylenir. Sağın ve solun seçkinleri, barınma hakkı
sermayedarlar için yatırımı ucuzlatmak üzere ihmal ve dolayısıyla
ihlal edilen emekçinin yaşam alanı olan gecekondunun, bizzat
popülist hükümetler eliyle önce kentsel rantı arşa çıkartan sonra
da o rantı dağıtmak için şehir yüzeyini her fırsatta adeta
darmaduman eden dönüşümlere mesnet üretmek konusunda adeta yarışmak
suretiyle üretirler o merkezi. İşte bu bizim hikâyemizdir ve
üzerine örttüğümüz “yaşam tarzı” gibi bir koca tamlamayı, dindar ve
gayrıdindar orta sınıfların haz ve mabadı kollama stratejilerine
indirgesin diye tutuşulmuş söz düellolarından mürekkep örtüyü
kaldırdığımızda hepimizin ayıbı ortaya serilir. Rövanşizm deyince
benim aklıma bunlar geliyor nedense... Aklına başka şeyler
gelenlere de çok şaşıyorum, vay be diyorum, hiç yaşamamış bunlar
yaşadıkları hayatları meğerse. Hep alıcı gözüyle bakmışlar
yaşadıkları şehirlere, hiç yaşayıcı gözüyle bakmamışlar.
3- “Kapalı olmak, açık olmak,” Birikim, sayı 260,
Aralık 2010