Öğrencilik yıllarımda uzun süre turist rehberliği yapmıştım. Yirmili yaşlarımda. Seksenlerin ortasından doksanların ortasına kadar. Benim için çok ilginç bir tecrübe olmuştu. Hayatımı kazanmak bir yana, ülkemi tanımak açısından çok önemli kazanımlar elde etmiştim. Ne de olsa İstanbul’da doğmuş, büyümüş bir genç olarak memleket üzerine malumatım sınırlıymış. Bugün bunu çok daha güçlü bir biçimde idrak ediyorum.
Malum, turist rehberi olabilmek için o dönemde bir seri sınavı geçtikten sonra yaklaşık sekiz aylık bir kursu yüzde doksan devam mecburiyetiyle tamamlamanız ve onun ardından uzmanlarla birlikte elli günlük bir yurt gezisi yapmanız gerekiyordu. Ve ardında yine yeni sınavlardan geçiliyordu rehberlik kokartını almak için.
Yirmili yaşlarımın başında çıktığım bu yurt gezisi benim için çok etkileyici olmuştu. Hatta hayatımda yaşadığım en önemli idrak sıçramalarında bir tanesini Van Kalesi yakınlarında yaşamıştım. Beş otobüs dolusu rehber adayı genç Van Kalesi yakında araçlardan indik. Çok sıcak bir yaz günüydü. Çoğu İstanbullu olan adaylar genellikle şortlu ve güneş gözlüklüydü. Bizleri, çoğunun ayağında ayakkabı bile olmayan çocuklar karşıladı. Hepsinin bizlere ellerindeki bazı turistik eşyaları satmaya çalışıyorlardı. Ağızlarından en çok çıkan kelime “hello” idi. Ama kendi aralarında başka bir dil konuşuyorlardı. Ben, bizi turist sandıklarını varsayarak bir tanesine, “Biz Avrupa’dan değil, İstanbul’dan geliyoruz” dedim. Beni duyan çocuk yanındakine bu sefer Türkçe olarak “görüyor musun turisti, ne güzel Türkçe konuşuyor” dedi.
İşte benim Kürt realitesiyle şahsî tanışmam böyle oldu. O çocuklarla, biz İstanbullu turist rehberi adayları gençlerin aynı ülkenin yurttaşları olarak kabul etmek aslında zordu. Zaten o nedenle o küçük çocuklar bizleri turist olarak görüyordu. Bize sürekli “hello” diyorlardı. Belki de haklıydılar. Hepimiz biraz turist idik Türkiye’ye karşı. İstanbul’un anlı şanlı mekteplerinde okumuştuk ama bizlere bu Türkiye anlatılmamıştı. Ya da başka bir ifadeyle bize anlatılan, olan Türkiye olmaktan çok, olması gereken bir Türkiye idi. Olan ile olması gereken arasında çok ciddi bir mesafe vardı ve bu mesafe realiteden çok idealitelerden, kanaatlerden, hatta ideolojilerden kaynaklanıyordu.
Sonuç olarak ben bu staj gezisini tamamladım. Tekrar sınavlara girdim ve onları da geçtim. Rehberlik kokartımı aldım ve ülkeyi bu sefer gerçek turistlerle gezmeye, onlara Türkiye’yi anlatmaya başladım. Bütün bu seyahatlerden aklımda en çok yer eden, bir bakıma bana yine bir idrak sıçraması yaşatan tecrübe, Anadolu’da bir otel lobisinde, bir akşam yemeğinden hemen önce yaşandı. Uzun ve yorucu bir günün sonunda otelin lobisinin bir köşesinde rakımı içiyor ve akşam yemeği için turistlerimi bekliyordum. Odasından erken inen orta yaş üzeri, ciddi, eğitimli olduğu belli olan bir Fransız beyefendi yanıma yaklaştı. Ben de kendisini buyur ettim ve kendisine de bir rakı söyledim. Böyle aramızda çok ilginç bir muhabbet başladı.
Türkiye’ye gelen Fransız turistler genellikle tecrübeli turistlerdir. İlk yurtdışı seyahatini Türkiye’ye yapan Fransız sanışım bir elin parmakları kadar olabilir ancak. Ortalama bir Fransız Türkiye’ye gelmeden önce İspanya’yı, İtalya’yı, Portekiz’i, Yunanistan’ı, Kuzey Afrika’daki eski Fransız sömürgelerini gezmiş olur genellikle. İşte o an birlikte rakı içtiğim kişi de böyle biriydi. Ve bana anlatmaya başladı. Kendisinin Türkiye’ye gelmeden pek ülkeyi gezdiğini söyledi. Bütün bu gezilerde yaptığı bir karşılaştırmadan söz etti. Dilini bilmediği bir ülkede seyahatteyken mutlaka odasındaki televizyonda her gün belli bir süre reklamları izlemeye çalıştığını ve sadece görsel olarak bu görüntülerin gezdiği ülkeyle ne kadar bağdaştığını düşündüğünü ifade etti. Türkiye ile ilgili kanaati çok ilginçti: Şimdiye kadar gezdiği hiçbir ülkede, ülkenin mevcut haliyle, reklamlarda yansıtılan hali arasında bu kadar mesafe olduğunu görmemişti. Fransız turist akşamları otel odasında eşi duş alırken televizyonda izlediği Türkiye ile gün boyunca birlikte gezdiğimiz Türkiye arasında çok az ilişki olduğunu iddia ediyordu. Bu yorumu bana çok ilginç gelmişti. Aslında şimdi de öyle geliyor. Hâlâ unutamadığıma göre. Kendisine hemen bir soru sordum: Peki sizce bu farklardan en can alıcısı nedir? Bana aynen şöyle dediğini daha dünmüş gibi hatırlıyorum: Şu ana kadar reklamlarda hiç başörtülü bir kadına rastlamadım. Oysa Türkiye’de sokaklar başörtülü kadınlarla dolu. Ne kadar da haklıydı. Ancak ben bu yalın gerçeği kendisinden duyana kadar fark etmemiştim.
Konuyu nereye getireceğimi artık belki anlamışsınızdır. Sosyal medyada birkaç gündür Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın tanıtım amacıyla hazırladığı İstanbul videosu haklı olarak çok tartışılıyor. Ben de bu videoyu izledim. İzler izlemez de aklıma hemen size yukarıda aktardığım tecrübe geldi. Çünkü bu kısa videoda hiç başörtülü kadın yoktu. Üstelik bu video İslamcı bir hükümetin bakanlığı tarafından çekilmişti.
Benim derdim gündelik siyasi tartışmalara girmek ve öyle olmalıydı, böyle olmamalıydı demek değil. Derdim, hâlâ ve hep sahip olduğumuz Türkiye algısıyla, Türkiye’nin olmasını istediğimiz halle, Türkiye’nin sadece işimize gelen açıdan gördüğümüz ve abarttığımız taraflarıyla, işimize gelmediği için görmemeye çalıştığımız ve yok saydığımız yönleriyle Türkiye’nin yalın hali arasındaki mesafenin hâlâ çok fazla olması. Size bahsettiğim aklı başında bir Fransız turistin fark ettiklerinin belki de otuz yıl sonra hâlâ geçerliliğini koruması.